Yazan: Ninian SMART *

Çeviren: Prof.Dr.Günay TÜMER

Yunan filozofu Eflatun şöyle yazıyor: “Başta insanlar erkek ve kadın aynı bedende var olmak suretiyle yaratılmışlardı. Her bedenin dört kolu ve dört bacağı vardı. (Hint çizimlerini anımsamak gerek) Bedenleri yuvarlaktı. Zaman geçtikçe tanrılara karşı saygısızlık yapmaya başladılar. Kurban sunmayı bıraktılar ve hatta Olimpos Dağı’na çıkıp tanrılara saldırarak onları tahtlarından indirmekle tehdit etmeye başladılar. Tanrıları, bunların tehlikeli olduklarını düşünüp öldürmek istedi, daha sonra ise bedenlerini ikiye bölmeye karar verdiler.

Böylece sadece iki kolları ve iki bacakları olur, sayıları iki katı olacağı için bize iki kat fazla kurban sunarlar. En önemlisi de, biri diğer yarısını aramakla o kadar meşgul olur ki bizi rahatsız edecek vakit bulamazlar. Bu işe yaradı, her yarım insan, öteki diğer yarısını (Ruh eşini) aramakla öyle meşgul oldu ki, diğer her şey bir kenara bırakıldı.”

Bazen bir kimsenin teknoloji yönünden “ilkel” çağdaş kabile cemiyetlerinde nelerin vuku bulduğunu düşünmesiyle, dinin en eski şekillerini anlayabileceği akla gelir. Çağdaş kabile dinlerinin eksikliğinin ve basitliğinin ima edilmesi herhalde doğru değildir. Bu durumu ifade etme yanında, hayatını devam ettirmek için yiyecek toplama ve diğer ilkel teknikIere başvuran kabile cemiyetleri elbette vardır ya da yakın geçmişte vardı. Hayat tarzları tarih öncesi insanınkine benzediği için, ilkellik hayatını düşünerek tarih öncesindeki devirlerde olagelmek ve bulunanın ne olduğunu sezmeye çalışmak tuhaf değildir. Bu durum, iki din tipini bir arada incelemek için bir sebeptir. Başka bir sebep daha vardır: Eski Yakın Doğu, Çin, Hindistan vb. ülkelerdeki eski dinler hakkında yazılı kaynaklar bulunduğu için tarihidir. -Mevcut yazılı kaynaklar, kısmen yazının icadı sonundadır. Çünkü okur yazar kültürler, zihni bilgi mükafatına ulaşırlar.

Tarihi dinlerin, kabileye ait ve okur yazarlık öncesi dinlerdekinden genellikle inanca ait derinlikte daha çok bir gelişme gösterdiği gerçektir. Bu, dinleri doktrinleri hasebiyle kabul etmeye yönelen, uzak eski zamanların doktrinsiz inançlariyle çağdaş kabile cemiyetlerininkini eşit tutmayı kolay bulan insanlar için, özellikle batılılar için bir sebeptir. Bu davranış, bazı yönlerden yanlış yola yöneltmekteyse de, bütün bütün sebebsiz de değildir. Önceki cümlede kullanılan “inançlar” kelimesi anlamlıdır. Birçok insanlar için bir din, kişinin ona bağlı olabileceği ya da olmayabileceği bir inanış sistemidir. Bununla beraber, tarih öncesi insanı ya da çağdaş ilkel ıçin din, şuurlu seçişten çok, geleneğin varlığının yapısından bir bölümdür. En eski inananların dinini spekülatif nazariyelerin dışında tartışmak imkansızdır. Tarih öncesi devrine ait dinin delili yok denecek kadar azdır ve belki insan nev’indeki dini duygunun köklerinın kesın bir açıklanışı hiç olmayacaktır. Sosyal durumla insan tabiatımn çok kere önceki evrimlere bağlanması açıklayışı gibi tahminler, mesela evrim nazariyesi, bazı din inceleyicilerine dinde aşağıdakilerden yukarıdakiIere doğru bir devre teselsülü bulunduğunu telkin etmektedir. Çok muhtemeldir ki, dinin asıl kökleri hiç bir zaman açıkça bilinemeyecektir. Bununla beraber, biz, çeşitli büyük nazariyeleri gözden geçirerek bazı görüşler kazanabiliriz ve bunun için de önceki kavimlerin kainat tasavvurlarını bilmemiz lazımdır. İLKEL ALEM İlkel ve tarih öncesine ait toplulukların her birisi de yiyecek istihsali, yani teşkilatanmış tarıma tercihen, bilhassa yiyecek toplamakla yaşarlar. Eski devirlerden beri avlanma, balık tutma ve yabani meyveleri toplama, insanlara yiyeceklerini sağlamaktadır. Tarih öncesi insanlar, M.Ö. 10 000 ile 3 000 arasındaki Neolitik Devre’nin aşağı yukarı sonlarına kadar hayvanları evcilleştirme ya da tarım uygulamasına başlamadılar. İnsan zekasının yiyecek elde etmeyi düzene sokması “homo sapiens” ya da “aklını kullanabilen insanlar” ın tahminimize göre aşağı yukarı yüz bin yıl önce (homo habilis “gelişmemiş insan” aşağı yukarı iki milyon yıl önce) var olmasından uzun zaman sonra olagelir. Bugün dünyada hala Neolitik Öncesindeki tarımlaşmamışlarIa aynı seviyede yiyecek toplayıcısı olarak yaşayan kabile toplulukları bulunmaktadır: Kalahari dağlıları ve Avustralya yerlıleri böyle topluluklar arasındadır. Onların hayat modellerı, beşer tarihi öncesinin büyük ilkel ınsan tarafıından takip edilen hayat tarzı gibi bir şey olmalı diye, düşünebiliriz. Teknoloji yönünden tarih öncesi insanın bir hatırlatıcısı olsa da, biz, modern ilkelin bir kültürü bulunup, Neandertal insanın yaşadığı devreden beri geniş zaman bölümlerinde gelişmiş ve değişmış olduğunu unutmamalıyız. Yazılı kaynak bulunmaması ve arkeolojık delil azlığı dolayısiyle bu hususta hemen hemen Hiçbir şey bilemiyoruz. Ayrıca şimdiki ilkeller son birkaç asırda, teknoloji yönünden ilerlemiş kültürlerle temasa gelmiş (Neandertal insan), kaba taş devrinde yaşamış olup Orta Avrupa’da iskeleti bulunan bir ilkel insan ırkı olup, sonradan hayat tarzlarını değiştirmeye başlamışlardır. Mesela Eskimolar şimdi okuyarak ve yazarak eğitim görmektedirler: onlar, modern bilgiler öğreniyor ve geleneklere göre esas işleri olan balık tutma ve avlanmayı bırakmaktalar.

Sonraki sahifelerde ilkel dünya tasavvurundan bazı tipik şekiller seçeceğiz. Tabii ki çeşitli kültürlerin yüzlercesi burada geniş “ilkel” başlığı altında gösterilip bunlar epeyce birbirinden ayrı olduğundan bu, seçici için gereklidir. Göçebe Avustralya yerlilerinin sert ve çetin yaşama tarzlariyla, balıkçılığa ek olarak bitek toprakları işlemekte olan barışçı ve yerleşik Güney Pasifik Adaları yerlilerinin hayatları farklıdır; Amerika’lı vahşi yerlilerin karışık kültürleriyle Merkezi Afrika’lı pigmelerin cangıl hayatı birbirini tutmaz; Eskimo’nun soğuk beyaz çevresi Hottento’lunun içinde oturduğu tropikal kır manzarasına zıttır; Japon Aınuları ve Tierra del Fuego’lılar, Güney Sudan’daki Nuer’liler ya da Bengal Körfezindeki Andaman Adaları yerlilerinden çok ayrı çevrelerde yaşarlar. Bununla beraber ve belki şaşırtıcı olarak, bu ayrı kültürlerde, beşer tarihi içinde dini ve majik düşüncelerin cihanşümullüğünün delili olarak görülebilecek bazı tekrarlanan misalleri vardır. İlkel insanlar, kendilerinin çok büyük sayıda görünmez kuvvetler tarafından kuşatıldığını tasavvur ederler. Antropologlann bir Güney Okyaus Adası deyimi iktibas ederek “Mana” dedikleri, ruhlar ve tanrılar için, şahsiyeti olmayan kuvvetten bu kuvvet sınıfı, böyle birçok kültürlerde en yüksek bir derecede Yüce Tanrı da ihtiva etmektedir. İlkelin dünyası canlıdır, meskundur, görünmezlerle doldurulmuştur. Ancak realitenin bu çeşit dini ve majik tasavvurunun kainatın manevi ve maddi yönleri arasında keskin bir tefrik yaptığını düşünmek doğru olmaz. Bunlar; basit, fakat karışık bir dokuyu içinden çıkılmaz surette birbirine karıştırmışlardır. Mana, bilhassa kuvvetli, tesirli ya da toplum yönünden önemli şeyler ve şahıslarda bulunan, sessizce ve görünmeden idare eden saklı ya da gizli.bir kuvvettir. Mana, etkili ve görünmeyen, onu öldürebilmesi kadar faydası için çok şey yapmaya da elverişli olan elektrik gücüne sahip bilgisiz bir kimse tasavvuruna benzer. Nitekim bir kimse ya da söz için etkililikte elektrikiyete haiz olmadan söz edilir; bu bakıından mana, dikkat çekici bir mahiyete sahip insanlara ve olaylara isnat edilir. O, kabile başkanında, önemli cins hayvanlar, bitkiler ve kayalarda bulunur. O, bir şahıstan bir maddeye nakledilebilir: bir oka bahşedilmiş olabilir. Mana, ruhani ve ımajik arasında yüzen bir kavramdır. Mana, sınırları içınde, insanların menfaati için yapılmış olabilir ve ilkel toplulukta bir majik uygulamalar tekniği böyle bir işlem çevresinde gelişir. Mana ile ifade edilen kutsal, majik kuvvet, (olumlu ve olumsuz bir şekilde kullanılabilir. Mana bahşedilmiş şeyler, avcının okları gibi, insanların arzuladıklarını elde etmeye çalışmalarında etkililik kazanmış olabilir. Mana hahşediImiş şeyleıin kullanılışı, insana kötü kuvvetler ve ruhların tehlikeli hücumlarından korunma imkanını verir. Mana’lama işlemi yapılabilininceye kadar o, dinden çok büyü ile ilgili idi. Bu bakımdan bazı bilginler, dinin büyüden olageldiğine inanmaktadırlar. Bir kimse, onların ilkel topluluklar hakkındaki bu kanaatını kabul etmek zorunda değildir ve gerçekte “ileri” dinlerde bile büyü ile din birbirine karışmış durumdadır. Bunu anlamanın iki yolu vardır. Birincisi, kabile topluluklarında din, bu toplulukların kültürünün tabii bölümüdür. Batılı insanların bugün yaptığı gibi (din, sanki tamaınen “şahsi” bir iş, mesleki ve sosyal hayatla ilgisi olmayan, özel hayat için bir konudur) kutsalla kutsal olmayan arasında dinle hayat ötesi arasında bir ayrılık yoktur. Din, ilkel insanın hayatında, başka her şeyle karışmıştır. O bütün çevresini idare etme usulü ve baki kalma teknikleriyle birbirine karışmıştır. Göze görünmeyen kuvvetlerin majik idaresi de onun tekniğinin bir bölümü olalıdan beri büyü ile birleşti. İlkel dinde dinle büyünün birbirine niçin karıştığını kavrayışın diğer yolu şudur ki bir gözle görünmez kuvvet olarak mana, kutsalı sezmekle yakından ilgisi bulunan deliller taşır. Alman din tarih ve felsefecisi Rudolf Otto, “Idea of the Holy” (Kutsal Düşüncesi) de (Almanya’da 1917 de basıldı) bizim “numinaus” tecrübe -kutsal, korku verici ya da tabiat üstü ile karşılaştırıldığında korku, huşu, sır ve cazibe duygusu gibi insanların tecrübesi- dediğimiz şeyin dindeki önemine işaret etti. Otto, “ruh” -numina, kutsal korularda ve diğer yerlerde kutsal bir anlamla ikamet etti- anlamına gelen Latince’deki “numien”den türettiği bir kelime olan numinous’u dini tecrübenin esas elemanı olarak telakki etti. O, numinous tecrübeyi çeşitli yönlerden tarif etti: “En anlaşılmaz ibadetin durgun bir haleti ruhiyesiyle aklı istila ederek arasmı hafif bir akıntı gibi süpürüp geçer. O, sanki heyecanla titreyen ve yankılanan ruhun daha dcğişmez ve tükenmez vaziyeti içinde devam eder. O, spazm ve ihtilaçla birden ruhun derinliklerinde patlayabilir ya da en tuhaf galeyanlara götürebilir …

0, onun vahşi ve şeytani şekillerine sahip olup biraz daha dehşetli korku ve ürpertiye daldırabilir. O, onun kaba Ve ‘ vahşi geçmişlerine, ilk tezahürJerine sahip olup tekrar güzel, temiz ve parlak bir şey içinde gelişebilir. Neyin ve kimin şahsiyetinde insanın susmuş, titrek ve dilsiz teslimiyeti bulunabilir? Anlatılamayan ve bütün yaratıkların üstünde bir sırrın varlığında!.’ Numinous, daha sonra, korku vericiden çok yüksek ve kutsala kadar sıralanabilen gözle görünmez varlıkların bir tecrübesidir. İlkel insana dair gözle görünmez kuvvetlerin şahsiyeti olabilir ya da olmayabilir. -Bu ilkel dinin temelini şahsiyeti olmayan bir dinamizm, herhangi bir şeyde bulunup şahsiyeti olmaya tabiat üstü bir kuvvete inanıştır- olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Diğerleri, animizm, daha şahsiyetlendirilmiş olup bilhassa ağaçlar, ateş ocakları gibi tabii şeylerde bulunan ruhlara inanıştır.

Bununla beraber, bir kimse diğerini reddetmek için bir görüş üzerinde ısrar etmek zorunda değildir. Mana, dinamik şekilde bir sıvıda da iş görebilir; ya da beşeri ya da tabiat üstü varlıkların bir şahsiyeti bulunan mahiyeti olabilir. Gerçekten, dini duygu, tabii surette majik korku ve ümitlerden yüksek tapınma ve teslimiyete kadar tıpkı bir tayf ihtiva eder, böylece ilkel dünya tasavvuru, bir şahsiyeti bulunmayan dinamik enerjilerden tanutara ve bazen yüksek bir Tanrı’ya kadar bir tüm kuvvetler dizisi ihtiva eder. Bu kuvvetler dizisi, bir özel grubun dini kavramlarına bakarak açıklanabilir.

AINU DİNİ, Japonya’nın kuzeyinde Pasifik Okyanus’undaki Hokkaiido, Sakhalin ve Kurile Adalarında yaşayan, son zamanıara kadar teknik olarak ilkel kalan yerli halktır. Gelenek olarak onlar, yiyecek biriktirerek, Som Balığı tutarak, geyik ve ayı avlayarak ve çilek, kiraz gibi ‘tanelileri, yenilebilen bitkileri toplayarak geçimlerini sağlarlar. Ancak XIX. Asrın sonlarında onlar, bölgeleri Japon kolonilerince işgal edildikten ve yabani yiyecek ormanları azaldığından beri tarıma başlamış bulunmaktadırlar. Aınular, Japonlarca geyik ve ayı avlamak ya da Som Balığı tutmaktan alakonuldular. Bununla beraber, modern şartlar onlara sert kaideler kabul ettirmişse de, eski hayat tarzlarının diğer bir çok adetleri gibi, avın daima önemli ve değişmez bir bölümü olan dini ayin ve merasimlerini icra etmeye devam ettiler (bu gibi insanların mutsuzluğunun çok defa bir sebebi, “ilerleme”nin çok yüksek karşılıkla satın alınmış olması görünüyor). Aınular arasındaki üç önemli dini kavram ramat, kamui ve ınau’ yani -“ruh-enerji”, “Tanrı” ve “sunak”-. Birincisi, mana’ya benzer bir şeye işaret eder. O, bir şeyin içini tamamen dolduran ‘ve yok olmayan, diye kabul edilir. Aınu Dini hakkındaki bilgimiz için Aınu dini ayin -merasimleri ve yaşayışına dair kayıtları klasik bir kaynak olan Gordon Munro (Ramat hakkında) şöyle yazmakta: ” Wordsworth’un mısralarındakinden daha güzel ifadeli tarif bulamadım: Bir hareket ve bir ruh ki, bütün düşünenleri bütün düşüncelerin bütün hedeflerine, Ve bütün eşyayı baştan başa dolaşır. Maddeler, yandığı ya da bozulduğunda ramat onları bırakır. Yaşayan şeyler -insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve bitkiler, öldüğü zaman ramat onları bırakıp başka yere gider, fakat ölmez. Bu açıklamaya göre, ölü ile beraber gömülen silahlar ve ‘kaplar çok kere bozulmaları sonucu onlanın ramat’ı ölüye arkadaşlık eder.”

Kamui, ramat’ların öğretmesiyle etki yapan iyi ya da kötü tanrılar ve ruhlara işaret eder. Inau, özel bir çeşit değnek ile farklı modellere göre bağları düzenlenmiş yongalara işaret eder: bu değnekler, tanrılar için kutsal yunaklara yararlar ve Aınu dini ayin ve merasimlerinde büyük bir rol oynarlar. Munro, Aınu tanrılarını ve ruhlarını, aşağıdaki şekilde sınıflandırdı. Birincisi, uzak ve geleneksel kamui’ler. Onlar, gök tanrılarını ihtiva eder; “Göğün Sahibi” olan Kanda-koro Kamui onlardan biri olup Aınu ülkesini yaratmak için bir diğerini, Moşiri-kara Kamui’yi vekil etmiştir. Kısmen uzaklıklarından dolayı, bu ilk yüksek tanrılar grubu, genel olarak, pek çok dini ayin merasim meşguliyeti gerektirmez. Bununla beraber, onlara pase-kamui ya da “önemli tanrılar” denilir ve özellikle tazime layık kabul edilir. Otoriteler onların arasında ayrı bir yüksek Varlık bulunup bulunmamasında fikir birliği yapmaktaysalar da bir Yüce Tanrı bir çok ilkel dini inanışlarda yer bulmaktadır. İkincisi, tanınmış ve kolay bulunur tanrılar olup Aınular, onları itimada layık ve muntazam hareketli olarak düşünürler. Bunlar arasında başkan Şiramba Kamui “Dünyayı Tutup Düşürmeyen” yer tanrısıdır ki onun ruh-enerjisi (ramat) insan cinsi için yararlı ağaçlar, otlar ve diğer bitkilere şekil verip canlandırır. Yine Kamui Fuçi “Yüksek Kadın Ata” önemlidir ki ölü ruhlarına hükmeder ve onun ruh-enerjisi sönmesine hiç müsaade olunmaması gereken ocak ateşinde kendini gösteİir. Bir üçiincü sınıf Kamui, ikinci sınıfın daha önemli kamui’sini kuşatır: bunlar, evi koruyan kapıcı gibi yardımcı ruhlardır. Dördüncüsü, hayvani şekilli ruhlar, yani hayvan şeklinde farzedilen ruhlar. Bütiin hayvanlar, ruh-enerjisine sahiptir, ancak sadece bazıları ilahidir. Mesela ayılar ve tilkiler böyle kabul edilir ve onlar, kamui olarak mucizevi bir şekilde insan tarzında rol yaparlar. Bazısı iyidir, insan yiyen ayılar gibi diğer bazıları da kötüdür. Beşincisi, ruh-yardımcılarıdır ki döndüncü sınıfın’ kamui’leri olan bazı hayvanların kafataslarının içinde olduğu’ belirtilir. Altıncısı, kötü niyetli ruhlardır ki -korular, bataklıklar, dar ve de rin dereler, nehrin hızlı akan yerleri ve insanlar için tehlikeli diğer bu gibi yerler- vahşi yerlere sık sık uğrarlar. Yedincisi, kötü hastalık ve salgın hastalık ruhları. Son olarak, ifade edilemez dehşet kamui’leri vardır. Mesela belli bir tırtıl cinsi bu dehşeti uyandırır. Bu listeden ruhlar dizisinin epeyce önemli ve misalli olduğu görülebilmektedir. Ayrıca Aınu dünyasına iyi ve kötü, yükseltilmiş ve önemsiz gizli kuvvetlerce tamamen hükmedildiği anlaşılmaktadır. Aınu dini ayin ve merasimi, kutsal kuvvet, ramat ya da ruh-enerji ile doldurulmuş inanç üzerinde merkezleşir.

Çünkü onlar, canlı ağaçtan hasıl olmuşlardır; yeri temsil eden ruh Şiramba Kamui’nin hayat veren kuvvetiyle; doludurlar. Bu kutsal kuvvet vasıtasiyle tanrılara tapınılabilir ve onlar hoşnut edilebilir, atalara layıkiyle saygı gösterilebilir. Böylece Aınu Dini’nin ayin ve meıasim derinliği anlaşılır ve onun kutsal enerji ile ruhi kuvvetler düşüncelerini birleştirdiği görülür. Aınu Dini’nin sosyal derinliği, karışık (yakin akraba arasında) evlenme kuralları ihtiva eder; ancak başka yerde önemli olarak kabul edileni yani totemciliği ihtiva etmez. Totemcilik bazı bilginler tarafından dinin evriminde kesin olarak kabul edilmişse de, Ainu örneği ve diğer ilkel kabileler gösteriyor ki totemcIik dinin kökünün genel bir açıklanışında güçlükle işe yaramıştır.

Ainu geleneğinde en yüksek derecede bir Yüce Tanrı bulunup bulunmadığı şüphelidir. Bununla beraber, bu düşünce diğer ilkel kabileler tarafından gerçekten iyice tutuldu. Hepsi olmasa da Afrika’nın yerli kültürlerinin çoğunda hükmeden ya da daha aşağı derecedeki ruhlara ve tanrılara şekil veren bir yüksek Ruh inanışı vardır. O, tabii kuvvetleri idare eder, yüksekte durur, izah edilemez; ruhları, insanları ve her şeyi yaratır. Ainu’da açıklanan ikinci ruh sınıfı gibi daha aşağı ruhlar ve tanrılar daha samimi ve yakın olsa da, bir çok Afrika’lı için böyle bir Tanrı vardır ve ibadet ile duada bütün bütün ihmal edilmez.

Bu şekilde ilahi varlıklar ve kutsal kuvvetlerle dolu -gökten olmayarak göğün ta yüksekliklerinde- dünyaya hükmeden bir yüce Varlık çeşidi vardır. Afrika dışındaki birçok ilkel kabileler arasında buna benzer bir inanış beyan edilir. Bu, tanınmış Father Wilhelm Sehmid (“The Origin of the Idea of God” da, ilk baskısı 1912’de) gibi bazı bilginler, insan varlığının zuhurunda bir ilkel tek tanrıcılığı postülat olarak ele almış: tek tanncılık, daha sonra çok tanrıcı inanışlara kapıIındı, demekte ve bununla beraber, ilkel insanların dinlerinde itibar görür bir şekilde korundu. Bu, “daha geri kalmış” dini “daha yüksek” dinle eşit tutmaya ve tek tanrıcılığı hepsinin en yüksek gelişmesi olarak kabul etmeye meyilli, evrim nazariyesinin etkisi altında kalmış kimselerin alışılmış durumlarıyle bir çelişki teşkil eder. Evrim nazariyesi, bunun için, çok tanrıcılığı, tek tanrıcıılıktan önce olduğunu belirtmekte ve belki de animizm ve dinamizm de tamamiyle daha eski geçmişlere sahip bululunduğunu ifade eder. Böyle bir Varlığa yöneltilmiş özel dini ayin ve measim bulunmamasına rağmen, herhalde birçok ilkel kabileIerin bir dereceye kadar Yüce Tanrı inanışına sahip olması dikkati çeken bir gerçektir Yüce Tanrı için dini ayin ve merasim bağıntısı bulunmaması ilmi olarak dinleri gözleyenleri hayrette bırakmıştır. Bir yönden, böyle yüksek bir VarJığa inanış şehadeti, diğer yönden de dini ayin ve merasim müşahedesi azlığı vardır. Bir kimse, bu şehadeti nasıl ulaştırır? Afrika’nın ayrı bölümlerinde güya “uzaklara gitmiş” bir Tanrı’nın valığına genel bir inanış vardır. O, beşeri varlıkların bayağı ilgilerinden çok uzaktadır. Dolayısiyle dini ayin ve merasimlerde ona çok yer verilmez Tanrı’nın gaipliği inanışının muhtemel bir sebebi, nihayet onun gök kubbesi fevkinde, dünyevi işlerle lekelenmiş ve bulaşmış olmak adetinin üstünde var olan şeklinde tasavvuruna kadar, İnsanların gittikçe artan yüksek terimlerle ona ibadet etmeleridir. Bununla beraber, Afrika’nın kabile dinleri arasında çok kere büyük Ruh’un İlk İllet, dünyanın Yaratıcısı olduğuna inanılmıştır ve dua vasıtasiyle onunla birleşmek özlemi deyimleri vardır. Ancak o, diğer birçok ruhlarda olduğu gibi, timsallerle gösterilmemiştir (Batı Afrika’da Dahomey’de asgari bir yer dışında) ve onun kültüne tahsis edilmiş çok az tapınaklar ve rahipler bulunmaktadır. – Fierra del Fuego ve Arctic’de oturanlara göre ayrı olmak üzere insanlar arasında bu gibi kavramların varlığı, ilkel dinin sadece her günkü işlerle ruh aleminin bağıntısından ibaret olmayıp aynı zamanda dünayanın başlangıcı, yaratılışı ve dünyanın yüksek mimarı hakkında sun’ileşmiş tasavvurlara sahip olmasına da anlamlı bir belirtidir. Gördüğümüz numinous idrak, kutsal hiyerarşinin daha aşağı ucunda bir şahsiyeti bulunmayan mana inanışında ve üst uçta bir Yüce Tanrı inanışında ortaya çıkar. Mana, ilkel kültürlerin sosyal genişliği için özel bir bağıntıya da sahiptir. Bazı insanlar ve bazı davranışlar, kutsal olarak kabul edilmişti. Başkan Ur ve sihirbaz hekimler, kuvvetleri ve majik kontrolleriyle delilli yerleşik mana kuvvetleri dolayısiyle kutsal olarak kabul edilmişlerdi. Bazı hareketler kutsaldı; diğerleri öyle sıkı ve tehlikeliydi ki onlardan kaçınılırdı: onlar tabu’dur. TABU veya taboo, antropologlar tarafından muğlak bir sosyal fenomeni tasvir edebilmek için kullanılagelen bir Polinezya deyimidir. Kutsal kuvvetle dolu oldukları müddetçe kişiler ve şahıslar tabu’durlar ki onlara bayağı bir kimse yaklaşmamalıdır. Bir Polinezya kabilesindeki bayağı İnsanların, başkanlarına edep ve çekingenlikle davranıp yaklaşmamaları gerekir: Hindistan’da, buna benzer olarak, aşağı kast’a bağlı ya da kast dışı kimsenın Brahman’a yaklaşmaktan kaçınması gerekir. Kutsal maddelere, rahipler gibi kutsal kişiler tarafından dokunulur, bayağı insanlar tarafından dokunulamaz, aksi takdirde tehlikeli etkilere uğranılır. Ancak, sadece kutsal şeyler ve kişiler tabu olmaz; esasında murdar insanlar ve maddeler de vardır ve bunlar da tabu’dur; kaçınılmalı ya da ihtiyatlı davranilmalıdır. Çok kere kan ihtiva şey tabu’dur: adet devresi içinde bir kadın, yeni doğmuş çocuk gibi tabu’dur. Muharebe arifesinde cenkçi tabu’dur; ölü bir kimse ve bir cenaze tabu’dur. Tabu düzenleri, bütün ikel grubların sosyal yapılarını ağları içine almıştır. Şüphesiz ki bir reisin kutsallığı yalnız dini sebebler dolayısiyla değildir. Onun sosyal ve siyasi durumu tabu düzenleri ile korunmuş ve müeyyidelendirilmiştir. Bunlar fevkalade surette karışık olabilir. Çok kere bir topluluk içindeki bir grup ya da bir kIan için caiz olan, diğeri için olmayabilir.

TOTEMCİLİK, Bir kabilenin sosyal hayat üzerinde tabu’ya benzer sınırları totemciliğe ait kurallardır. Totem, bir Algonquin kelimesi idi; ancak tabu ve mana ile bir arada Antropologlar tarafından daha geniş bir bağıntıda kullanma için alınmıştır. Totemcilik, insandan başka şekilde yaratıklar ya da eşya ile muğlak akrabalık düşüncesinde kökleşmişti. Bir kabile, ayı, kurt ya da yılan gibi özelliği olan bir hayvanla kendisini akraba hissedebilir. Çok kere bir bitki, ara sıra da bir taş ya da bir semavi cisim, bir totem nesnesi olarak kabul edilmiştir; çok kere totem nesnesi klanm büyük atası olarak kabul edilip en büyük saygı, tazim ve merasimle tebeil edilecek kadar akrabalık samimidir. Totemcilik, Avustralya yerlilerinin hayatında önemli bir özelliktir ve başka yerlerde de geniş çapta gözlenmektedir. Bazı bilginler, Onu dinin başlangıç ve gelişmesini açıklamakta bir anahtar olarak kullanmaktadırlar. Totemcilik, bir sosyal derinliğe, bir ayin ve merasim derinliğine sahiptir. Bir klanın-totemciliğinin sosyal yönü kan akrabalığı hakkında belli durum.ar ve evlilik, neseple ilgili kurallarla kendini gösterir. -Avustralya yerlileri arasında evlilik, ekzogami olmalıdır-yani eş, totem grubunun dışından alınmalıdır. -O dini ayin ve merasim yönünden, özel dini ayin ve merasim durumları dışında bir klanın üyeleri için bu klanın bağlı olduğu özel hayvanın öldürülmesi ya da bitkinin yenmesi yasaklanmıştır. (Başka bir klanın totem hayvanının yenmesinde zarar yoktur). Avustralya’nın çalılık arazisinin çoğunda olduğu gibi yiyecek elde etmenin elverişsiz olduğu yerlerde bu düzenlemelerin bir çeşit ekonomik fonksiyonu vardır. Bununla bir tür, kabilenin bütün üyeleri tarafından takipten korunmakla onun neslini ortadan kaldırma sonucunu veren çok avlama tehlikesi azaltılmış oluyor. Totemcilik, böylece dini ayin ve merasimleri, sosyal adabı ve yiyecek erzakın toplanmasını düzenlemektedir.

ATALARA TAPıNMA, Klanın dayanışması, geçmiş ataların kahramanlarına tazimle de ilerletilmiştir. Atalar, genel olarak şu veya bu şekilde nesebin devamı ile ilgili farzedilmiştir. Böylece onlara hediyeler verilmesi insanlar ve onların çevresinin bereketini ilerletmenin bir vasıtasıdır. Kısmen varlığının daha sonraki devresinde ölmüş kimseye yardım etmesi ve kısmen de bir kimsenin mana’sı onun vücuduna münhasır kalmayıp onun malına da nüfuz etmesi dolayısiyle ilkel insanlar arasında bazı şahsi eşya ve hediyeleri ölüleriyle bırakmak yaygınlaştı. Ölünün devamlı varlığının kuvvetli bir anlamı vardır ve medyumlara ölmüş atalar tarafından tasarruf edilebileceği genel bir inanış halindedir. “The Prim al Vision” (tikel Görüş) da John Taylor’dan iktibas edilen aşağıdaki güzel şiir, ölü ile dayanışma hissiyatının bir ifadesidir: Şöyleki; “Şu ölenler asla yok olmamışlardır. Onlar, koyulaşmış gölgedirler. Ölüler, yerin altında değildir. Onlar hışırdayan ağaçtadır. Onlar, inleyen ormandadır. Onlar, akan sudadır. Onlar, uyuyan sudadır. Onlar, kulübededir. Onlar kalabalıktadır, Ölüler ölü değildir. -Şu ölüler asla yok olmamışlardır, Onlar kadının sinesindedir, Onlar, ağlayan çocuktadır, Ve alev alev yanan meş’alede. Ölüler,yerin altında değildir: Onlar, ölen ateştedir, Onlar, ağlayan çimenlerdedir, Onlar, hıçkırarak ağlayan kayalardadır, Onlar, ormandadır, onlar evdedir, Ölüler ölü değildir.” Eğer ölmüş kimse haksızlıkla ya da yaşayandan öç alma duygusu gibi diğer bazı sebeblerle öldürülmüşse; bu; huşu ve korku ile karışınış olsa da, ölü ruhlarına belli bir sevgi huşusiyle davranılır. Hatta iyi olanlarından birisi gibi, ölü de kaprisli olabilir. Gerçekten bir kimse ilkel insanların etrafındaki bütün ruh alemine uygulayarak bu işareti genelleştirebilir. Tabiat kaprislidir ve hayat bir şeyi felaket yapan korkularla doludur. Ruhlar, bir kuvvet kaynağıdır, ancak onlar aynı za~ manda korku sebebIeridir de…

ŞAMANLAR, Birçok insanlar, medyumlar vasıtasiyle ölü ile temas edilebileceğine inanırlar. Bu vakıa, birçok ilkel dinin bir özelliğidir Belirli bir dini ayin ve merasim meşguliyeti olan rahipler ve kabile topluluğunda özel bir profesyonel mevkii olan sihirbaz hekimlerden başka, çok kere ruh aleminin emirleri ve şahıslarıa aracılık yapmakla vecd için özel yaradılış durumu bakımmdan istidat sahibi olan kimselerde bulunur. Bunlar şamanlardır ve şamanizm -Sibirya’da kullanılan şaman kelimesinden alınan bir kelime- Sibirya ve Grönland’daki Kuzey dinlerinde ve Kuzey Amerika Eskimo’ları arasında yaygın bir özelliktir. İlkel hayatta; şaman olan kimse bir görüş kuvvetine sahip bulunup vecde sokmaya muktedirdir. Çok kere kuvvetli bir şaman, sert eksersizler ve tek başma murakabeyle kendisini terbiye ederek mevhibesini geliştirmek ister. Şamanizm, sadece Kuzey kabilelerine münhasır kalmamıştır. tropikal Afrika’da yakın benzerleri vardır. Batı Afrika’da, dünyadan ayrılmış olarak kült evlerinde uzun aylar boyu terbiye altına girmek, ruhani yönden ya da ispirtizma yönünden kabiliyet göstermekte olan bazı rahip adayları için alışılmamış değildir. Eninde sonunda onlar, şahsiyetleri dönüşmüş olarak, yeni isimler alarak ve hakim oldukları ruh aleminden bahsetmek otoritesi damarlarına işleyerek, geri dönmüş gibi, ortaya çıkarlar. Güney Sudan’daki Nuerler arasında, Eski Ahid’deki eski kehanetlere bazı yönlerde benzeyen vecd ve istiğrak kehanetinin birçok misalIeri vardır. Ancak, Tanrı, ata ruhları ya da bazı özel tanrılar tarafından bu şekilde tasarruf, karakter bakımından, güya bir şahsa hastalık ve ölüm getiren kötü ruhlar tarafından tasarruftan farklıdır. Tasarrufun bu iki şekli, kabile topluluğunda açıkça bellidir: ikinci durum, bir kimsenin ehliyetli bir sihirbaz hekimin ya da “büyüleri bozan ve hastaları büyüyle tedavi eden hekimin tedavisine muhtaç olmasıdır. (Bu sonuncu terim, Avrupalılara mahsus büyü tasavvuru karşısında yanlış fikir veriyor Afrika’lı “büyüleri bozan ve hastalan büyüyle tedavi eden hekimIer genellikle kötü büyücüler olmayıp geleneksel ve çok kere psikolojik etkili bir tıp tarzının hekimidirler). Edwin Smith tarafından neşredilen “Afrikean ldeas of God” (Afrikalılara ait Tanrı Fikirleri) da (Edinburg Hanedan Matbaası, 1950).

MİT (EFSANE) MİSALLERİ, İlkel insanların dünyayı ve kendilerini tasvire çalıştıkları mitolojik masallarının geniş bir bünyesi vardır. Bunlar, dünyanın nasıl vücuda geldiğini anlatan yaradılış masallarından günlük dini ayin ve merasim özelliklerini anlatan hikayelere kadar uzanır. John Taylor, ‘.’The Primal Vision ” da Afrika’ya mahsus mitoloji analizlerinde, tropikal Afrika’da kültürel bakımdan bağımsız kabilelerin pek çok mitlerinde tekrarlanan belli misaller göstermektedir. Mitin önemli bir şekli Tanrı’nın niçin böyle uzak olduğunu anlatmaya çalışır. Çünkü, gördüğümüz gibi, Büyük Ruh’un, mevcut olmasına rağmen, insan işlerine karışmaktan çok uzak da olmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Efsanenin bir rivayeti şöyledir: Tanrının oturduğu gök, bir vakitler çok daha yakındı. Öyle yakındı ki göğe dokunulabilirdi. Ancak bir gün birkaç kadın göğün parçalarını çorbada pişirmek için aldılar ve Tanrı da kızıp mevcut uzaklığından geri çekildi. Diğer efsaneler ölümün esası ve insanın ilk suçuyle ilgilidir. Kongo’ dan bu şekilde bir mit, modern durumdan celletmiş olduğu elemanlarıyla geniş bir bölgeyi kaplamıştır. Bu masala göre Tanrı, bir vakitler üç oğluyla beraber Afrika’nın ortasında yaşadı; biri beyaz, biri siyah ve birisi de bir gorildi. Ancak siyah adam ve goril, Tanrı’ya itaat etmedi ve o da öfkeyle beyaz oğlu ve bütün servetiyle Batı’ya çekildi. Goril, ormanın derinliğine çekildi, siyah oğul da yoksulluk, ümitsizl!k, bilgisizlik içine düştü. Böyle bir mit, gelişmemişliğine rağmen, bilhassa ahlaki duyguya bağlandığı zaman, bir kutsal Varlığın “numinous” tecrübesi için merkez olan bir sezgiye dayanır. Tanrı, bir kutsal Varlık olarak, insana karşı muallakta kalmaktadır, onun yükseltilen mahiyeti onun uzaklığıyle sembollendirilmiştir. Bu uzaklık, insanların kemal için kabiliyetsizlikleriyle bağlanmış olarak hissedilmiştir. Afrika’lı, uzaklığı böyle şiddetlice hissedip günlük işlerinde ve üzüntülerinde ona yardım etmesi için daha aşağı ve samimi ruhlara döner. Bir çok kabileler arasında Tanrı’nın gazabı hakkında benzer mitler vardır. İnsanlara ebedilik takdir olunmuşken talihsizlik ya da bazı kötü davranışlar dolayısıyla Tanrı’yı gazaplandırmak yüzünden ölüm için muafiyetlerini kaybetmeleri tasavvurunun çeşitli rivayetleri vardır. Eskimolar, Merkezi Amerikalılar ve Okyanus halkı gibi birbirinden çok uzak kavimler, büyük tufan mitlerine sahiptirler. İlkel insanların mitolojik geleneklerinin karışıldığı hiçbir surette yakından incelenmedi. Bilgin, bir özetIeme çeşidiyle birçok mitlerin zenginlik ve acayipliği için fikir yürütmeyi bile zor bulmaktadır. Şu kadarını söylemek yeter ki, ilkeller arasında tecrübeyi efsaneler hasebiyle yorumlama meyli gelişmektedir: efsaneler, kutsal alemin sezgi yoluyla bir tahayyülünü ifade eder; öte yandan rüyaların realite ötesine ait özelliğinden bazı şeyler de gösterir. Böyle mitlerin sembolizmi, büyük inceleme, ayrıntılı bir sempati ve onlara inanıp tekrar anlatanların kültürel miraslarını kavrayış ister. Bugün kabile alemi ve ilkel din, modern teknoloji ve sosyal değişiklik çarpması altında yıkılmaya başlıyor. Şehirleşen Afrika’lı, atalarına olan alakasını tedricen kaybetti ve yerleşmişliğin, tarım hayatının yeni şekilleri gösterildiğinde ya da zorla kabul ettirildiğinde …

Ainu ve Eskimo ayinileri ortadan kaybolmaya başladı. Amerika’lı, vahşi yerlilerin dinleri, kabilelerin büyük bir kısmının imhasi ve beyaz insanlar tarafından ağır yenilgilerinin etkisi sonucu değişmektedir. Yakın zamanda,. bazen Hıristiyanlık elemanlarıyla birleşerek ve geleneksel değerleri eskisine uygun yeni bir bünyede canlandırmaya çalışarak ya da Batının karşı konulmaz ve karışık akınından doğan sosyal rahatsızlıklarla mücadele ederek kabile dinlerinin bu üzücü, çok kere dehşetli sonuçlara reaksiyonunun yeni kültIere sebep olacağını göreceğiz.

Buraya kadar ilkel dinin genel özelliklerini tartıştık. Şimdi, bunlar çok yetersiz arkeolojik kalıntılardan anlaşılabilinceye kadar, insanın ilkel inanışlarına dönelim. Belki tarih öncesine ait şehadetin incelenişi dinin doğuşu hakkında çeşıtli teorıleri değerlendirmek için bize imkan verecektir. “Home sapiens”, yaklaşık olarak 600.000 yıl ya da daha önce dünyada ilk kez görünmüş olması muhtemel insan cinsinin bir şubesidir . belki 100 000 ile 50 000 yıl önceleri yaşayan Neandertal insana bağlı vasıtasız bir silsile doğrultusunda bulunmaktadır (bununla beraber, Neandertal insan, homo sapiens’in çıktığı kökten gelen ayrı bir soy da olabilir). En eski insanların herhangi bir dini idrak ya da merasimIeri bulunup bulunmadığına dair bir şey söylemek imkansızdır. Bununla beraber, birçok Neandertal toplulukların ölülerini gömmelerine dair arkeolojik şehadet mevcuttur ve bunun pekala bir ayin kabilinden sayılması ve mitolojik öneme sahip olması mümkündür. Bir yerde büyüklerin ve çocukların cesetleri, ellerine yakın konulmuş taş aletlerle birlikte bulundu. Başka yerde kafatasları kültünün belirtileri vardır. İtalya’da Monte Circeo’da taşlardan oluşmuş bir halka ile çevrilmiş bir kafatası meydana çıkarılmıştır ve Bavyaria’da kırmızı-sarı suya batırılmış (boyalı mağara resimlerinde son zamanlarda kullanılan bir renk) bir kafatasları kolleksiyonu bulunmuştur. Bu şekilde bizzat homo sapiens’in doğuşundan önce bile, mahiyetini ortaya çıkarmaya çalışmak muhataralı olmakla beraber, bir dini inanış izi vardır. Paleolitik devrin sonunda, ‘bugün bildiğimiz sarı ırkın başlangıcından sonra, dini ayin ve merasim ameliyelerine ait delil daha çoktur. Çok kere kırmızı-sarı su sıçratılınış birçok gömme yerleri bulunmaktadır. Bununla beraber, ilkin Fransa ve İspanya’da bazı mağaraların duvarlarını süsleyen ve Uzak Doğu’daki Ural Dağlarına kadar yaygın bulunan tarih öncesine ait boyalı resimlere, aşağı yukarı M.O. 50 000 den 10 000’ e kadarki süre arasında yapıldığı tahmin edilen bu asrın çok harikulade arkeolojik keşiflerine dönelim. Bu şaşılacak resimler, büyük sanat değerine sahiptir, ancak onları yapanların tek iticisi sanatkarlık olduğunu sanmak belki de yanlış olacaktır. Onların başlıca fonksiyonu şüphesiz dini ayinle ilgili idi. Bu resimlerin bazısı fevkalade realizmle geyik, bizon, atlar, gergedan ve diğer hayvanları -çok kere hayvanlar yiyecek kaynağı olarak önemlidir. tasvir eder. Mesela İspanya’da Ahamira’daki mağaralarda yapılış tarzı bakımından çok anlamlı bir bizonun boyalı resmi bulunmaktadır. Bu vahşi adamların yanlarına yerleştirilmiş mızraklar ve okların mevcudiyeti dolayısıyla boyalı resimlerin av ayinleriyle ilgili olması pekala muhtemeldir. Öyle görünmektedir ki, burada büyüyle ilgili delil de bulunmaktadır. Hayvanlar başarıyla resmedilerek gerçekte başarıyla avlanmış olabilir. Belki de bu, bir çok büyük sanatın esas prensibiydi. Bununla beraber, din araştırıcısı için çok önemli olan bu boyalı resimlerin bazı ayrıntılarıdır. Resimlerin içinde orada burada insanları hayvanların biçimine sokan figürler bulunmaktadır. Bunlardan “Danseden Büyücü” denilen çok harikulade birisi Ariege’de Trois Freres Mağarasındadır. Bu boyalı resim ayrıntısının yorumu hakkında bilginler arasında epeyce münakaşa olmuş ve onun kabataslak taklitleri ve kopyaları için genellikle baş köşe ayrılmıştır. Görünüşte figür, az çok insan yüzüne dahil, fakat kurt kulakları, bir aslanın tırnakları, bir atın kuyruğu, bir geyiğin boynuzlarını da taşıyan bir büyücüye aittir. Keza, gözleri bir baykuş gözü tarzındadır. Bazı bilginler, bu figürün; heyeti; avcı ile yiyecek tedariki rabıtasını remzeden ve dini ayini, bir tarzda av zürriyetinin gelişmesini sağlayan bir rahibi tasvir ettiğini düşünmektedir. Tabii ki “Danseden Büyücü” nün keşfi, totemciliğin Paleolitik cemiyetin bir özelliği olup olmadığı konusunda sorular ortaya çıkarmıştır. Bu resimleri yapan cemiyetin sosyal derinliğinin bir delili bulunmadığı gibi; bir kimse, bu figür dolayısıyla, totemciliğin düşünülebileceği, fakat hiçbir suretle bununla ispatlanamayaeağından daha çok bir şey söyleyemez. Danseden Büyücu figiirü üstünde diğer bazı yorumlarda da bulunabilinir.

FREUD’UN TOTEMV E TABU’SU Burada, dinin totemle ilgili kaynaklarına dair çok yaygın olarak bilinen bir teoriden söz etmek uygun olur. Bu, Sigmund Freud’undur ve çoğunlukla onun 1912-13 de basılmış olan (İngilizce’ye çevirisi 1918 de yapılmıştı;) “Totem and Taboo” (Totem ve Tabu) sunda anlatılmıştır. Freud, dine psikoanalitik bir yaklaşma ile şimdiki totemcilik teorisini birleştirmeyi denedi. Bu teoriye göre ” yaygın bir fenomen olup, her çeşit kültürde olagelen herhangi bir hayvanın, totem hayvanı ile klanın dayanışmasını sağlayan totemle ilgili bir kurban olarak ortaya konulduğunu iddia ve ifade edilmiştir. Madem ki totemcilikle birleşmiş ekzogami denilen tipik bir sosyal düzen vardır. Freud, kurbanla klan dışından evlenme arasındaki bağıntının psikolojik bir açıklamasınıı vermek istedi. Böyle yapmak için o, insan toplııluğunun en eski şeklinin spekülatif bir yorumunu benimsedi -o, insanların esasında bir erkek, onun karıları olan birkaç kadın ve bu çok evli düzenin zürriyetini ihtiva eden küçük aşiretlerde insanların bir arada toplandığını tasarlamıştı. Freud’un psikoanalitik teorisine göre, bir erkek çocuğu, hayatında vaktinden önce annesine karşı cinsi arzulara sahiptir ve bu sebeple babası hakkında zıt hisler altında kalır. Her ne kadar daha koruyucu olup, çocuk, bu büyüklük için onu sevsede, öte yandan annesine bağıntısı dolayısıyla babasını kıskanır. Bu baba düşmanlığı, Freud’a, insan zürriyetinin ilk grubunun babayı öldürmek için bir arada toplandığı fikrini verdi. Onlar, öldürdükten sonra onu dini ayinli bir yemekte yiyerek babanın nefret edilmiş kuvvetinin cevherini içlerine aldılar. Ancak, bu fiilin sebep olduğu suç, onları babanın ortadan kaldırılmasının mümkün sonuçlarını kendilerine yasaklamaya yöneltti. Bir akraba ile zina ve klan içinden evlenme yasağı ve bir insan öldürmeye karşılık dini ayin için sembolik bir hayvan kurbanı bedel olarak kondu. Bununla beraber, hayvan kurban etme, klanın üyeleri için tabii olarak tabu idi. Totemciliğin sosyal nizamları buradan doğmaktadır. Bundan başka, bir tasavvur olarak, Freud’ca Tanrı, bir baba şahsiyeti gibi telakki .edilmiş ve hem saygı gösterilen, hem de reddedilen fiziki, beşeri baba rolünü yapmaktadır. Söylemeye lüzum yok, Freud’un teorisi aşırı derecede spekülatiftir. Onun postülat olarak kabul ettiği ilk asırlardaki adam öldürmenin bir delili yoktur. En eski zamanlardaki insanların çok evli gruplarda bir arada toplandığı tesbit edilmemiştir ve hiçbir zaman edilemeyecektir de. İlkel insanlar arasında totemcilik genel bir fenomen değildir. Kurbanlar, totemle ilgili yönden makul bir şekilde açıklanamamıştır ve ilk ürünlerin sunulması kutsal bir ayin ihtiva etmemektedir. Kısacası, bir dinin meydana gelme teorisi olarak Freud’un açıklamasına inanmak güçtür. Bununla beraber, O, edipus kompleksi fikri çok önemli bir fikirdir ve bazı şartlar altında bir fertle baba şahsiyetinde tasavvur edilen Tanrı arasındaki bağıntıyı aydınlatabilir. Ancak, durum şudur ki insanların ilk çocukluklarındaki bazı psikolojik olaylar dolayısıyİa zıt hisler ve suçlu tanırlara sahip olmaları, böyle psikolojik baskıların insanların Tanrı’ya inançları ve manevi hayatlarını ifade etmesini gerektirmez. Buna benzer bir durumu ele alalım. Bazı dinler, Tanrı’yı ya kral, ya hükümdar, ya da imparator olarak tasavvur eder ve dünyevi kralın istediği itaatı ilahi varlığa aktarır. Açıkça belli ki, ayin dili bu. Dinin içinde geliştiği zaman ya’ da yerin alameti kabilinden politik ve sosyal düzen tarafından etkilenmektedir. Şüphesiz ki günümüzde az kral ve imparator bulunmaktadır. Mesela İngiltere’de krallık meşruti ve politik yönden kuvvetsizdir. Bu yüzden “Efendi” ve “kral” , İsa’nın “Krallığı”nın Havariler zamanında yaşayan kimseler için ifade ettiğini günümüz insanlarına anlatamaz. Ancak, Tanrı’ya karşı bazı tavırlar politik ve sosyal olaylar (şimdi geçerli olmayabilir) tarafından etkilenmiş olabileceği için, bunların bu politik ve sosyal olaylardan hasıl olduklarını veya onlara dayandıklarını farzetmemiz gerekmez.

PALEOLİTİK SANAT, Tarih önecsine ait boyalı resimlere dönelim. Ya hayvan heyetlerine bürünerek ya da hayvan maskeleri takınarak insan figürleri tasvir edilen Danseden Büyücü resmi ve diğer resimler, bize bir bilmceeyle çok sayıda ‘ve çok kere muhteşem hayvan resimlerinin görülemeyeceğini göstermektedir. Şurası açıkça belli ki hayvan resimleri için av büyüleri onemli bir motiftir. Ancak, hayvan gibi giydirilip süslenmiş insan figürlerinin bizzat av nesnesi olmaları güçbela düşünülebildi. Harp büyüsü- nün uygulandığına dair deliller bulunduğu doğrudur, fakat Danseden Büyücü ve diğer bu gibi figürler galiba bu fenomenin bölümü değildir. Burada vahşi insanların efendisi mitolojik bir şahsiyet, bir danseden tanrıçadan söz etmemiz gerçekten mümkündür. Eğer öyleyse, Paleoolitik insanın, ona geçimini elde etmeye yardım eden ayin teknoojisinden çok daha fazla bir şeyle alakadar olduğuna bir delil olacaktır. Tanrı ve tanrıların masalları onun kültür yapısının bölümünü teşkil edecektir Kaydetmeye değer diğer bir nokta da, bu mağara boyalı resimlerinin keşfedilmesinin şimdiki zamanlara kalma sebebinin onların hemen hemen hepsinin girişi zor, saklı ve bazan tehlikeli yerlerde olmasıdır. -Dağların derinliklerinde ve hayvan inlerinin iç kısımlarında eski insanlar, ilkel kandillerin zayıf ışığından faydalanarak bu harikulade resim ve heykelleri her nasılsa yaptılar. Mağara resimlerine yaklaşma imkansızlığı onların kutsal anlamlarının ayrı bir işaretidir, bununla beraber biz orada yapılan ayin şeklini tahmin edemeyiz. Boyalı resimlerde sembollendirdikleri ilahi figürlerden (eğer öyle idilerse) ilkel insanların ne hissettiklerini de bilemeyiz. Paleolitik sanatın diğer bir ilgi çekici özelliği şudur ki dikkat, insan ve hayvanlara ya da insanlarla hayvanlar dışında karıştırılmış mitolojik figürlere hasredilmiştir. Bu resimlerin temeli üzerinde, insanların etraflarındaki tabii ırmaklar, dağlar, Güneş, Ay, seyyareler ve ağaçlar- karşı tutumlarının ne olduğunu söyleyemeyiz. Bununla TARİH ÖNCESINE AİT DİNLER’le beraber, dünya ve bereket ile ilgili bir büyük Ana kültü -eski Akdeniz ve Yakın Doğu’nun dini aleminde büyük önem kazanan ve kudreti bitkilerle yakından bağlantılı olan bir ilinti bulunması mümkündür. Ancak, böyle bir kültün deIili belirsizdir. Paleolitik çağlardan biz, küçük taş heykeller, bazen gebeliğe işaret eden iri göğüslü ve vücutlu heykellerden epeyce bir koleksiyona sahip bulunmaktayız. Cinsi organlar, çok kere önemle izhar edilmiştir; öyle ki heykellerin zürriyet meydana getirme, doğum sırrıyle alakalı bir tarzda yapılmış olmasında haddi tecavüz ettiği açıktır. Boyalı resimler arasında İspanya’da Cogul’da bir mağaradakinde eteklik giyen dokuz kadınlık bir grubu farketmek mümkündür; bir onuncu figür de bir erkek üreme organını ifade edebilir. Bu durumda resim, bir erkek uluhiyetine yöneltilmiş bir bereket ayini çeşidi tasvir etmektedir. Ancak, genellikle görülebildiği kadarıyle beşeri ‘berekette ilkel insan tarafından üzerinde durulan kadın rolüdür. Mübalağalı olarak küçük kadın heykellerinin çok kere yüzsüz bir ana tanrıçayı ifade ettiğine karar vermenin doğru olup olmayacağı açık bir sorudur, ancak keyfiyetin görünüşünde bizim daha doğrudan doğruya tarihi yaklaşmaya sahip olduğumuz üzere, eski dünyada ilk çağlarda böyle bir ulühiyet bulunmuştu ve böyle inançlar geceleyin ortaya çıkmamıştı. ilkel tarih öncesine ait insana, böyle bazı kültler isnat etmek aşırı olmaz.

PALEOLİTİK GÖMME KALINTILARI, Eğer hayatın başlangıcı bir sır ise, sonu da öyledir. Biz pekala görmekteyiz ki Neandertal insan bile bir cenaze ayini çeşidi uygulamıştır Paleolitik gömme ayetlerinin üç özelliği bilhassa-önemlidir. Birincisi, birçok yerlerde ölü üzerine kırmızı-sarı boya serpilmiştir. Günümüzdeki Avustralya yerlileri için olduğu gibi tarih öncesi insanı için de bu tozun kanı ve bundan dolayı hayatı sembolIendirdiğinde az bir tereddüt vardır: Onun bol bol kullanılışı, ilkel İnsanların ölmüş olanlara sürekli hayatı sağlamak ya da tasvir etmek istediklerini akla getirir. İkincisi, bazı mezarlarda gömülmüş gerdanlıklar, aletler ve diğer takılar bulunmaktadır ve bu yine ölülerin hayatının bir tarzda devam edeceğine inanıldığını gösterir. Ya da ölmüş kimsenin mana’sının tabir caizse, kendisinin bir uzantısı, olarak sahip olduğu şeylere yayılmış olduğu düşünülmüş ve bundan dolayı gömülmüş olmalıdırlar.

Lao Tzu, M.Ö 500’de Tao-te-King’de şöyle yazıyor: “Mantık, Tao, Bir’i yarattı. Bir, iki oldu; ikisi birlikte üçü oluşturdu ve üç de bütün varlıkları.”  Kutsal üç sembolizmi. Mu’nun 3 kara parçası olmasından geldiği düşünülüyor, çünkü Üç sembolizmi çoğu dinde karşımıza çıkıyor.

 “Daha önce de belirttiğim gibi, kayıtlar bize insanoğlunun ortaya çıkışının Mu Kıtası’nda gerçekleştiğini ve Polinezya Adaları’nın, Mu’nun su yüzeyinde kalmayı başaran parçaları olduğunu gösteriyor. Kayıtlar ayrıca Meksika ve Orta Amerika’nın, Mu halkı tarafından kolonize edildiğini de ortaya koyuyor. Gelenekler de Mu’dan gelen bu yerleşimcilerin, sarışın beyazlar olduklarını; bu sarışın insanların başka bir beyaz ırk olan kumral insanlar tarafından ülkeden sürüldüklerini ve gemileriyle doğan güneşin yönündeki topraklara, doğuya yolculuk ederek Avrupa’nın kuzeyine, bugün İskandinavya olarak bilinen bölgeye yerleştiklerini anlatıyor. Aynı kaynaklar, kumral ırkın Maya, Orta Amerika üzerinden Güney Avrupa, Anadolu ve Kuzey Afrika’ya kadar koloniler kurarak yerleştiklerinden bahsediyor.” (Ayrıntılı incelemek isteyenler James Churchwald’ın kitaplarını alıp, okuyup, ardından bölgesel mitolojiler hakkında araştırmalar yapıp kontrol edebilirler.)

* Bu yazı, Ninian Smart ‘ın “The Religious Experience of Mankind” (İnsan oğlunlunun Dini Tecrübesi) adlı kitabının 1971 baskısının 45-79. sahifelerinden çevirilmiştir .

A.K