Tarihi olarak birbirinden oldukça farklı olan felsefi gelenekleri, ortaçağ felsefesi başlığı altında bütünleştirmek mümkün mü dür? Ahmet Cevizci, A. Kenny, Alain De Libre gibi düşünürlere bakılırsa bu sorunun yanıtı evettir. Onlara göre, söz konusu geleneklerin kendi aralarında sergilediği zamansal, mekansal ve inançsal unsurlardan kaynaklanan birtakım farklılıklara rağmen, ortaçağ felsefesi bir bütün olarak görülebilir. Bu durum, aralarında farklılıklar bulunmadığı anlamına gelmez; farklılıklar elbette vardır; bu farklılıklar, tek Tanrı inancına dayanan Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın zamansal ve mekânsal olarak çözüme kavuşturmak durumunda oldukları problemlerin farklılığından kaynaklanır. Bu dinlerin üçü de ortadoğuda ortaya çıkmış olmasına rağmen, zaman içinde yayılımları farklılık göstermiştir. Bu farklılıklıkta, kuşkusuz söz konusu dinlerin inanç öğeleri arasındaki kimi farklılıkların da rolü bulunmaktadır. Sözgelimi Yahudilikte ve İslamda, Tanrı’ya dönük insan biçimci (antropomorfist=teşbihi) ayetler ve şeriatın (fıkhın) yorumu ve konumu merkeze otururken, Hristiyanlıkta Üçleme Dogması (trinity), Tanrı’nın İsa’da bedenleşmesi/cisimleşmesi gibi Yahudilik ve İslamda söz konusu olmayan birtakım gizemler önemli bir işlev yüklenir. Bu durum, elbette bu dinlerin felsefesiyle olan ilişkilerine de yansımıştır. Ancak her üç dinde de, merkezi sorunun, iman ya da din ile felsefenin ilişkisi sorunu olduğu söylenebilir. Bu açıdan aralarında köklü bir ortaklık, köklü bir birlik de vardır. Ortaçağ felsefesi, söz konusu bağımsız geleneklerine ve geleneklerin kendi aralarındaki kimi farklılıklarına rağmen, son çözümlemede bir ortaklık ve birlik meydana getirmesinin üç temel nedeni üzerinde durulur: İlki, her şeyden önce, gerek Yahudi, gerek Batı ve Doğu Hristiyan felsefeleri, gerekse, İslam felsefesi ortak bir felsefî miras üzerinde yükselir. Bu miras Eski Yunan felsefesidir. Ancak bu miras doğrudan değil dolaylı yoldan, daha çok Yeni Platoncu kanal üzerinden etkili olmuştur. Bilindiği gibi, İskenderin fetihleri aracılığıyla Yunan felsefesi doğunun mistik düşünceleriyle etkileşmiş, Yeni Platonculuk ve Yeni Pythagorascılık gibi bileşimler ortaya çıkmıştır. Felsefenin, Helenistik dönemde, doğu kültürüyle etkileşim sonucu, sır dinlerine, Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa yaklaştırılmaya çalışıldığı görülür. Bu dönemde, hem Pythagoras, Platon ve Aristoteles gibi Eski Yunanda yetişmiş büyük filozoflarının birbirleriyle hem de dini düşünceyle uzlaştırmaya çalışan eklektik nitelikli ve Yeni Platoncu temalı kimi yapıtların üretildiği anlaşılmaktadır. Bu yapıtların, 4-8. yüzyıllar arasında Doğu Hristiyanlığı ve özellikle Süryaniler üzerinde derin etkiler bıraktığı söylenebilir. İşte bu süreç içerisinde, kimin tarafından üretildiği bilinmeyen, daha çok Platon ile Aristoteles’i uzlaştıran ve onların düşüncelerini dine yaklaştıran ve Aristoteles’e mal edilen kimi yapıtların ortaya çıktığı gözlenmektedir. Aristoteles’e mal edilen bu sözde yapıtlar, büyük ölçüde Süryani çevirmeler aracılığıyla önce Arapçaya, daha sonraları ise Latin çevirmenler aracılığıyla Arapçadan Latinceye çevrilmişlerdir. Dolayısıyla bu sözde Aristotelesçi yapıtlar, ortaçağda hem İslam kültür ortamında hem de Hristiyan kültür ortamında felsefe yapan filozoflar üzerinde derin etkiler bırakmışlardır.

Bu süreçte, metafizik bağlamda yanlışlıkla Aristoteles’e atfedilen üç temel yapıtın önemli olduğu söylenebilir. Bunlar, nefsin ölümsüzlüğü ve ölüm korkusunu yenme sorununa eğilen Kitâb et-Tufâhâ/ Liber de Pomo Sive de Morte Aristotilis; evrenin Bir’den, akıl ve nefs yoluyla sudûrunu ya da türümünü, nefsin akli âlemden maddeye düşüşünü ve yeniden maddi âlemden tanrısal âleme yükselişini ele alan Kitâb Esûlûcyâ/Theologia ve evrenin hem Bir’den sudûrunu ya da türümünü hem de kozmik nedenselliği irdeleyen Kitâb fî el-Îzâh el-Hayr el-Mahz ya da Kitâb el-İlel/ Liber de Causis’dir. Bu yapıtlar aracılığıyla, Aristoteles, sudûr ya da türüm teorisine inanan, ruhun ölümsüzlüğünü kabul etmekle kalmayıp, felsefesini tene düşmüş ruhun kurtuluşuna adayan bir filozof olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapıtlar yoluyla ortaçağ felsefesi, hem büyük ölçüde Yeni Platoncu felsefenin bir devamı niteliği kazanmış olmakta, hem de Yeni Platoncu bir kimliğe bürünmüş bir sözde Aristoteles karşımıza çıkarmaktadır. Bu sözde Aristoteles, İslam dünyasında İbn Rüşd tarafından gerçek Aristoteles’i göstermek suretiyle düzeltilmeye çalışılsa da, Batı felsefe çevrelerinde 17. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüş gibi görünmektedir. Ortaçağda, bununla da kalınmamış, Hıristiyanlar, Platon ve Aristoteles gibi Eski Yunan’ın büyük filozoflarını Hıristiyanlıkla uzlaştırma gayreti içerisinde adeta vaftiz ederken, Müslüman filozoflar da, onlara, İslam’a yaklaştırma gayreti içerisinde, neredeyse şahadet getirtip, hidayete erdirtmişlerdir. İşte Helenistik dönemde, Eski Yunan felsefesinde öncelenen doğa sorununu büyük ölçüde bir yana bırakıp ruhun kurtuluşu sorununa odaklanan bu bireşimler, sözünü ettiğimiz tüm dini geleneklerdeki felsefe akımımlarına önemli bir etki yapmıştır. İlk etki görüldüğü kadarıyla Yahudilikte kendini göstermiştir. Çünkü tarihsel olarak Yunan felsefesiyle ilk karşılaşan Yahudilik olmuştur. Yahudilikte bu etki ya da Yahudiliğin felsefe ile etkileşimi, Yeni Platonculuğun yaygın olduğu İskenderiye’de Philon, Numenius, Aristobulus vb. aracılığıyla gerçekleşmiştir. Felsefeyle ikincileyin karşılaşan Hristiyanlık olmuştur; ya da daha doğru bir söylemle, Hıristiyanlık felsefi bir atmosferde doğmuştur. Yunan felsefesiyle Hıristiyanlık arasındaki ilk etkileşimler, ilk kilise babalarıyla başlamış, ancak gerçek etki 4. yüzyıllardan sonra ciddi felsefi ürünler vermeye başlamıştır. Felsefeyle tarihsel olarak en geç karşılaşan İslamdır. İslam dünyasında felsefe, İslamın kuzeye yayılması, yani Suriye, Mısır, İran ve Irak gibi Helenistik kültürün etkisi altında olan bölgelere uzanması ve nihayet 830 yılında Me’mun tarafından çeviri bürosu olarak kurulan Beytül-Hikme’de yapılan felsefi çevirilerle boy vermiştir. Bu çeviriler aracılığıyla İslam-felsefe etkileşimi gün ışığına çıkmıştır. Bu etkileşimde Aristoteles’e maledilen sözde eserler, kilit bir işlev yüklenmiştir. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı ve birbirinden bağımsız felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Bu dinler, doğuşları itibarıyla birbiriyle etkileşim içinde oldukları gibi, bu dinsel çoğrafyalarda doğan felsefeler de, daima birbiryle etkileşim içinde olmuşlardır. Sözgelimi, ortaçağda İsraili, İbn Cebirol, İbn Meymun gibi Yahudi düşünürler, okudukları İslâm düşünürlerden, özellikle Farâbî ve İbn Sina’dan yoğun bir biçimde etkilenmiş, yine İslam felsefesi 12-13. yüzyıllarda Latinceye yapılan çevirler aracılığıyla Batı’ya kaynaklık ya da en azından Antik Yunan felsefesinin aktarılmasına aracılık etmiştir. Benzer bir biçimde ilk kilise babalarının Yahudi düşünürleriyle etileşimleri bulunduğu gibi, İslam dünyasına felsefenin aktarılmasında da, Süryani ve Nasturi Hıristiyanların büyük rolleri olmuştur. Nihayet, üçüncü olarak, dört ayrı geleneğin de, vahye dayalı tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu kültürlerin bir parçası oldukları anımsatılmalıdır. Dinî öğretiyle felsefî spekülasyon veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefî problemler hepsinde hemen hemen aynıdır. Başka bir deyişle, hem Yahudi hem Hristiyan hem de İslam felsefeleri, İlkçağ felsefesiyle Yeniçağ felsefesi ya da modem felsefenin tersine, dinî öğretileri temellendirme çabası sergileyen, dinle ilgili olan, dinden etkilenmiş olan felsefelerdir. Yani ortaçağda din, yeniçağda bilimin oynadığı role ya da işleve benzer bir işlev yerine getirmiştir, denilebilir. Nasıl doğuda ve batıda yetişen modern filozof, bilimin etkisinden kendisini alamıyorsa, aynı şekilde,dine eleştirel yaklaşan ortaçağ düşünürleri için de durum bu şekildedir.

HASAN AYDIN