İnsanın temel meseleleri dediği­miz, kâinatın değişmez prensipleri, nasıl ve neden meydana geldiği, esas maddesinin ne olduğu, insanın nereden gelip nereye gitmekte olduğu, insan davranış­larının akli ve ahlâki temelleri gibi konularla (Bunlar, aynı zamanda imân-inanç meseleleridir de…) ilgili ortaya konulan doğru veya yanlış iddialar, tahminler, varsayımlar, görüşler, hipotezler, teori veya teoremler, felsefi bilgi olarak tanımlanmaktadır, ki bu bilgiler de, diğer disipline bilgiler gibi belirli metot­larla ortaya konulmuş, disipline edilmiş sistematik-derin bilgilerdir. Bu bilgilerde dualite prensibi işlemekte ve menfi ve müsbet felsefi bilgiler olarak iki şekilde tanımlanmaktadır.

Şöyle ki, bir delile veya vahye dayanmayan, yavan, gerçek dışı, insanlığa pek faydası olmayan, düşünce mahsülü bilgiler, menfi felsefe olarak tanımlanmakta; bir delile ve vahye dayalı düşünce mahsûlü bilgilerse, müsbet felsefe-hikmet olarak tanımlanmaktadır.

Menfi felsefenin temelleri, ilk çağ döneminde yunan filozoflarınca atılmış, özellikle batı dünyasında fazlasıyla etkili olmuştur.

Tarih boyunca müspet veya menfi, ayrı ayrı yada karışık bir şekilde pek çok felsefe ekolleri vücuda gelmiş, bu ekollerin düşüncelerini havi pek çok felsefi bilgi ortaya konulmuştur. Önce menfi fesefe ile ilgili açıklama yapacak olursak;

Menfî Felsefe; Tarih boyunca, eşyaya bakış tarzı ve temel görüşler itibarıyla aralarında çok az nuansların olduğu, dört çeşit menfi felsefe ekolünün ortaya çıktığı görülmektedir.

1.Rasyonalistler (temel akılcılar): Bu ekole mensup olanlar, dış duyularla ve akılla algılanan maddi gerçeklere itibar ettikleri kadar, doğuştan gelen maddi olmayan yönlendirici fikirlere (bebeklik çağında görülen içgüdüsel davranışları oluşturan bilgiler) ve madde ötesi/metafizik kavramlara ilişkin fikirlere de (sezgisel-ilhami bilgi­lere) itibar edilmesinin gerekliliğini kabul edenlerdir. İlkçağ Yunan filozoflarından Eflâtun ile ortaya çıkan bu görüş ve ekol; Allah, ruh, şuur, İçsel zaman, ilham, v.b metafizik öğelerin, aklileştirilmesi ölçüsünde gerçekliğinin kabul edilebileceğini belirtmişlerdir. Bazı İslam âlimleri (Farabi, İbni Sina, v.b), bu fikirlerinden etkilenmişlerdir. Aynı şekilde 13.Asırdan sonra batının bilim adamı ve düşünür­lerinin de, bazı İslam âlimlerinin (Farabi, İbni Sina, Fahreddin Razi, Gazâli, İbn-i Rüşt, İbn-i Haysem, El Bruni, Harazmi, İbn-i Haldun, v.b) eserlerini tercüme ederek fikirlerinden istifade ettikleri, hatta kendilerine mal ettikleri görülmektedir. Özellikle yeniçağ idealist filozoflarının (Berkeley, Spinoza, Fichte, Kant, v.b), bu eserlerden fazlasıyla etkilendikleri bilinmektedir. Ki bu filozfların, rönasans aydınlanmasında ve aydınlanmanın devamında oldukça etkili olduğu bilinmektedir.

İslam düşünce ve inanç sisteminden yani İslam felsefesinden yararlanan bu felsefe ekollerine mensup düşünürlerin bazıları, her ne kadar aklen yani istidlali olarak tek bir yaratıcının varlığını ispatlayarak kabul etmişlerse de, vahyi ve peygamberlik müesesesini kabul etmediklerinden, vahye dayalı tam bir imani bilgiye dayanmadıklarından, ahiret hayatı endişesi taşımadıklarından, insanlara; ebedi hayatı ve saadeti hedefleyen bir yaşam programı sunmadıklarından, diğer iki felsefi ekol (mataryalistler ve tabiatçılar) kadar olmasa da, yinede insanları şek ve şüpheye düşürmekten geri kalmamışlardır.(1)

2.Formel Rasyonalistler (Tecrübi Akılcılar): Bu ekole mensup filozoflar, duyularla birlikte akla ve aklın temyiz gücüne itibar etmekte olup, ayrıca tecrübe-deney-ölçme ile kazanılan bilgilere de, bütünlük içinde yer verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Ancak bu çerçevede gerçeğe ulaşılabileceğini belirtmektedirler. Yeniçağ rasyonalistleri olan (Dekart, Leibniç, J.Buchler, B.Russel,  v.d)  bir kısım düşünürler, ilk çağ rasyonalist filozoflarının (Sokrat, Aristo, v.d) temel görüşlerini daha bir sistemleştirmişler ve dış duyuların ve aklın kazan­dırdığı bilgilerle birlikte tecrübe-deney-ölçme ile kazanılan bilgilere de, bütünlük içinde yer verilmesi gerektiğin belirtmişlerdir. Bazı İslam âlimleri (Farabi, İbn-i Sina, v.d), ilk çağ rasyonalist filozoflarının (Aristo, sokrat, v.d) fikirlerinden etkilenmişlerdir. Aynı şekilde bazı yeniçağ rasyonalist filozoflarını da, İslam düşünürleri ve ilim adamlarından (Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, v.d), etkilemiştir. Çağdaş batı düşünürlerinin çoğunluğu, rasyonalist ekol ile ilk çağ materyalistleri olan empirist ekol arasında bir görüşü haiz olup, bunlann çoğu; her ne kadar felsefe konularını, metafizik yaklaşım olmadan ele almışlarsa da, yine de bir kısmı, dini bilgilere karşı saygısızlık etmemeye dikkat etmişlerdir.

3.Materyalistler(Maddeciler): Bunlara göre, maddi (enerji veya madde) açıklaması olmayan, dış duyularla algılanmayan varlık iddiası kabul edilmemektedir. Dolaysıyla da akıl yürütme ile kabul ve tasdik edilen varlıkların (Allah, ruh, melek v.b) gerçekliği de kabul edilmemektedir. Bu ekole mensup çağdaş düşünürler-fılozoflar (Engels, Marx, Politzer v.d); sadece gözlem, deney-tecrübeye itibar ettiklerinden, eşyayı ve olayları bütüncül bakışla ele alamamaktadırlar ve ister istemez bunların yaptıkları araştırma sonuçları da yanlış veya eksik olmakta ve ortaya koyduklan tespitler de genelde hatalı olmaktadır. Bu ekole göre; yaratılış, tesadüfe bağlanmış, maddeye ezeliyet verilmiş, aklın da maddeden yani beyinden zuhur ettiği ileri sürülmüştür.

4.Naturalistler (Tabiatçılar): Bu ekol, materya­list-lerin bir diğer versiyonudur. Bu ekolun mensuplarını mataryalistlerden ayıran en temel özellik, dış duyularla birlikte kısmen akla güven çerçevesinde, her şeyin arkasında, şuurlu bir yaratıcı kudret yerine tabiat diye isimlendirdikleri kör ve sağır bir kuvvetin var olduğunu iddia etmeleridir. Bu ekole mensup çağdaş düşünürler de (O.Comte, Durkeim, v.d), materyalistler gibi, dış duyulann algılayamadığı ve gözlem, deney-tecrübe ile ispat edilemeyen varlıkları (Başta Allah olmak üzere, melek, ruh, v.b) görmezden gelmektedirler veya inkar etmektedirler.

Bu arada materyalistler ve naturalistlerle zıt düşünen, ancak yaratıcı kudreti inkar yönüyle aynı gruba giren bir felsefi ekol de, gözlemlenen maddi varlıkların, gerçekte hayalden ibaret olduğunu ileri süren Sofistler’dir. Bu ekol de, tarih boyunca batı dünyasında, arada bir değişik isimlerle gündeme çıkmaktadırlar. İslam kelâm âlimleri, bu görüş mensuplarına yönelecek fiziki bir darpın (yaralamanın) ve bundan dolayı oluşacak acının ya da yaranın, maddi gerçeklik konusunda ciddi bir fikir değişmesine yani sofist görüşten vazgeçilmesine sebeb olacağını belirt­mişlerdir.

Müsbet Felsefe-Hikmet bilgisi: Bir kısım İslam âlimi, menfi felsefe ekollerinin ortaya koymuş oldukları bilgileri yeterince tetkik ettikten sonra, felsfenin ilgilendiği temel meselelere, vahiy ışığında akli cevaplar vermeye çalışmışlardır, ki bu uğraşı, müsbet felsefe ya da hikmet bilgisi olarak tesmiye edilmiştir.

Vahyi bilgiler ve vahye dayalı akli bilgiler-müsbet felsefe ışığında ortaya konulan bilmsel teoremlerin-kısmi hakikatlerin bir ileriki safhada ilmi bilgi haline gelmesi ihtimalinin olmasından dolayı müsbet felsefi bilgi ile ilmi bilgi arasında çok yakın bir ilişki vardır.

İslam alimleri, müsbet felsefe kapsamında; mantık (ilm-i usul), fizik (hikmet-ül eşya), kimya, botanik (hikmet-ül nebat), zooloji (hikmet-ül hayvanat), v.d temel fen bilimlerini geliştirmişler, müsbet-modem fen bilimlerinin temellerini atmışlardır. Batı dünyası, bu disipline bilgileri, ancak birkaç asır sonra tanımış ve menfi felsefelerinde bu bilgileri kullanmışlardır.

İslam alimlerinden bazıları da, müspet felsefe kapsamında, İlm-i kelâm adıyla tamamen kurân-ı kerim ve hadis kaynaklı bir disiplin vücuda getirmişlerdir. Bu ilmin amacı, başta inanca müteallik Kur’an ayetleri olmak üzere vahiy hakikatlerini aklileştirmektir ki, böylece menfi felsefenin şüphe ve terettüt uyandıran görüşleri, bizzat Kuran-ı Kerime ve hadislere dayanı­larak izale edilmeye çalışılmıştır.

Batıda ise, özellikle yeni çağda, bazı bilim adamları ve düşünürler, bilim felsefesi adı altında, ilmi tespitlere dayalı yorumlar-kanaatler serdetmişlerdir. Bu şekilde ilmi tespitlerden hareket etmenin avantajından olsa gerek bazı kısmi hakikatlere ulaşmışlardır. Bu bu nevi bilgilerin bir kısmını, müsbet felsefi bilgiler kapsamında ele ala-biliriz. Nitekim, bir kısım teorik fizikçiler ile astro fizik-çiler, deney yapma ve ölçme imkanı  olmadığından, müs-bet felsefe kapsamında yorumlar yapmışlar ve bu yorumlara dayalı teorik kıyaslama ve hesaplamalarla bazı kısmi hakikatlere ulaşabilmişlerdir. Örnek vermek gere-kirse; Einstein’nin izafiyet teoremi, M.Aiberg’in süper çekim teoremi ile akdelik teoremi kapsamında yaptıkları açıklamalarda, ortaya koydukları bazı hükümler, her ne kadar değişmez-kati bilgi olmasa da, kısmi hakikatler kaabilinden, kesin doğru bilgilere/mutlak hakikatlere ulaşılmasında faydalı/değerli bilgiler olarak önemli görülmektedir.(2)

Menfi ve müsbet felsefenin mukayesesi: Kim ne derse desin, hangi ekole mensup olursa olsun, menfi felsefe; eşya ve olaylara, sadece insanın hayretini ve dikkatini celbetme ve güya akıl hesabına bakmakta, kıyaslama ve tahminle eşyanın ve olayların mahiyeti, hakikatine ilişkin yanlış, eksik y da doğru bilgiler vermektedir. Oysa müsbet felsefe; eşya ve olaylara, doğrudan yüce Yaratıcı hesabına bakmakta ve ilmi, vahyi-imâni bilgileri nazara alarak doğru cevaplar vermeye çalışmaktadır, ki ayrıca eşyanın hakikati başta olmak üzere insanın temel mesele olarak çözümlenmesini istediği sorulara; menfi felsefenin verdiği cevaplarda kullanılan üslup ve ifade ile müsbet felsefenin verdiği cevaplarda kullanılan üslüp ve ve ifade farklıdır. Özellikle vahye dayalı müsbet felsefi bilgilerle ya da modem ilmi bilgilerle menfi felsefi bilgiler karşılaştırıldığında; kulanılan üslup ve ifade başta olmak üzere kavramların taşıdıkları manalar bakımından da, çok farklılıkların olduğu görülür. Menfi felsefede, abartılı ve oldukça yavan, genel anlamda manası olmayan, sathi ve ham ifadeler yer almaktadır. Bir misal vermek gerekirse; Güneşle ilgili “Güneş, çok yüksek dereceyi haiz bir ateş küresi olup, ondan kopan gezegenleri etrafında döndür-mekte, büyüklüğü şu kadar, mahiyeti şöyle, böyle gibi…” eksik, abartılı ve de yanlış bir tanımlama yapılmaktadır, ki burada, doğrudan güneşin mahiyetine dikkat çekilerek, doğru-yanlış karışık ifadelerle; güya insanı hayrete ve dehşete düşecek, içi boş ve yavan ifadelerle açıklama yapılmaktadır. Müsbet felsefede ise ilmi veya vahyi bir gerçeğe dayalı, derin ve genel anlamda manası olan, istidlali ifadelere yer verilmektedir. Müsbet felsefenin; güneşle ilgili vahye dayalı açıklamasında, konuyla ilgili önce bir veya birkaç ayet belirtilmekte yada kısmi bir hakikat-ilmi bir teorem hipotez olarak ele alınmakta,  sonra o konuda yapılan araştırma sonuçleına ilişkin açıklamalar yapıl-maktadır. Şöyle ki, “Sema da döner bir kandil var ettik” Nebe/13. Ayet mealinde belirtildiği üzere, güneşin, kendi mihveri etrafında (kendine tayin edilen karargah dahilinde), muayyen bir vakit için hareket ettiği, saat zembereği misali bir sistemin merkezinde, o sistemle birlikte dönmekte olduğu belirtildikten sonra, güneşe verilen iki temel vasfı yanında, ona bu görevi veren yaratıcıya da dikkat çekilmektedir.

Şüphesiz dünyada, her zaman müsbet felsefi fikirlerin alıcısı olduğu kadar, menfi yani inkarcı felsefi fikirlerin de alıcısı vardır. Hatta bazı hallerde her iki felsefenin yan yana ele alındıkları, bazende karşı karşıya bir mücadele içinde oldukları görülmektedir. Menfi felsefeye kapılanların amacı; öteden beri, inançsızlık, şüphe, tereddüt ve tenkit etme duygusunu geliştirmek olmuştur. Bunun için başvurdukları metodlar da hep aynıdır, güya tabuları yıkmak, her türlü otoriteye karşı gelmek, doğru yanlış ayırt etmeden inançlara karşı olmak, İnanç ve düşüncelerle ilgili ağır eleştirilerde ve tenkitlerde bulunmak suretiyle şüphe ve tereddüt uyandırmakdır. Bu menfi akımlara göre ortaya konulan yanlış, inkarcı fikirler ve yorumlar; bazen insanlığı öylesine meşgul etmektedir, ki insanlar; ilimden, hikmetten ve dinden oldukça uzak kalmaktadır, ki bunun da cezasını ağır bir şekilde ödemektedirler.

Nitekim, 19. ve 20.Asır’da batı dünyasında, değişik ekollere mensup menfi felsefenin, fazlasıyla revaç görmesinden dolayı 1. ve 2. Dünya savaşı ortaya çıkmış, savaş sonrasında bir yanda komünizm, diğer yanda kapitalizm felaketi ortaya çıkmıştır. Komünizm (sermayeyi, ferdi teiebbüsü ve dini kaale almayan ekonomik sistem ve bu sisteme uyarlanmış katı devlet sistemi) yakın zamanda çökmüş ancak sıkıntılar-bunalımlar hala devam etmektedir. Kapitalizmin (Sermayeyi baş tacı eden, emeği sömüren, faiz v.b spekülatif kazançları meşru gören ekonomik sistem ve bu sisteme uyarlanmış devlet yönetim sistemi) ise henüz foyası tam ortaya çıkmamıştır. Şüphesiz er geç, o da çökecektir.

Esasında batıda, menfi fesefe ekollerinin revaç görmesinin gerçek sebebi, menfi felsefenin sorgulamasından kaynaklanan itikadi meselelerin, sağlam dini bilgilerle cevaplanamaması, dini konularda oluşan şüphe ve tereddütleri izale edecek dini bilgilerin (vahiy hakikatleri ve vahye dayalı sünuhat eserlerin ve müspet felsefe niteliğini haiz fikri eserlerin) olmayışıdır.


[1]Batı dünyasında, bu felsefe ekolleri, halka ve yönetenlere; dünya hayatına yönelik güya mutluluk formülleri sunmuşlar,ancak bir türlü o beklenen mutluluğa ulaşıla-mamış, aksine her devirde, kitlelerin ölümüne, zülme ve göz yaşlarına sebep savaşlara sebep olmuşlardır. Ki en sonunda malum; menfi felsefe kaynaklı ideolojilerin çatışması dolaysıyla 1. ve 2. Dünya savaşının ortya çıkmasına sebep olunmuştur ki, bu iki savaşta milyonlarca insan ölmüş, milyonlarcası esaret içinde acı ve ızdırap dolu bir tarihi süreç yaşamıştır.

[2] Her ne kadar akıl yürüterek ortaya konulan varsayımlara, nazariyelere-görüşlere, teori veya teorem denilmekteyse de bu tür bilgilerin; ilmi bilgi niteliğindeki mutlak hakikatlere ışık tutabilecek ve kısmen ispatlanmış bilimsel teorem niteliğini haiz ise yani gözlem, deney-tecrübe ve matamatiki hesaplarla kısmen ispatlanılabiliyorsa, kısmi hakikat olarak tesmiye edilmektedir. Kısmi hakikat olarak kabul edilen bilimsel teori veya teoremler, bilimsel olmayan teori ve teoremlerin çürüklüğünü, yanlışlığını ortaya koyması ve bilimin gelişmesi bakımından önemlidir. Konunun biraz daha iyi anlaşılması bakımından örnek vererek açıklama yaparsak, “insanlar gibi devletlerinde bir ömrü vardır. İnsan davranışları ile yaşadıkları yörenin iklimi arasında pozitif veya negatif karakter oluşması yönünde bir ilişki vardır” tezi veya iddiası sosyal içerikli bir teoridir. Aynı şekilde “kütleli tüm varlıklarda kütlelerinin büyüklükleri oranında çekim kuvveti vardır ”tezi-iddiası da fen içerikli bir teoremdir. Gerçek şu ki, ister sosyal bilimlerle ilgili olsun, ister fen ve matamatiki bilimlerle ilgili olsun, doğru sağlam bir teori veya teoremin, bilim hayatında ve dolayısıyla da insanlık hayatında pozitif etkisi olmuştur, olmaktadır. Yanlış çürük teori ve teoremler ise tersine bilim hayatına devamlı sekte vurmuş, sıkıntılara, açmazlara ve en önemlisi bilimsel gelişmelere hep fren olmuştur ve olmaktadır. Bu nedenle düşünürlerin ve bilim adamlarının pozitif istikamette değişikliklere sebep olacak bilimsel teori ve teoremler ortaya koymaları önemli bir ihtiyaçtır. Ancak bilim tarihi incelendiğinde pozitif mahiyette değişikliğe sebep olan teori veya teorem sayısının oldukça az olduğu görülmektedir. Bunun sebebi de, bütüncül-derin bakışla ve bilim zihniyetiyle hareket eden ilim adamlarının ve bilimsel kurumların bozuk yada yanlış zihniyetle haiz kişi ve kurumlara nazaran yetersiz kalmalarıdır.

Genelde gözlem deney ve matamatiki hesaplama metoduyla doğrulukları ortaya konulmuş olan teori veya teoremler yani kısmi hakikatler, batı dünyasında, hep pozitif gelişmelere sebep olmuş ve bilim ve teknolojinin ufkunu açmıştır. Örneğin; Einstein’nin genel rölativite teoremi ile Max Planck ’ın kuantum teoremi, fizik ilmine ve batının bilim ve teknolojisine öyle bir sıçrama yaptırmış ve öylesine ufuk açmıştır, ki yapılan pek çok keşif, bu iki teoremden hareket edilerek ortaya konulmuştur. Bu nevi teori ve teoremlerin kaynağının ne olduğuna baktığımızda, bir tarafta nefse hitap eden, direkt algıladığımız kainat kitabının ayetleri yani bin bir çeşit tabiat manzarasının veya tabiat olayının olduğu görülmekte, bir diğer taraftan baktığımızda, peygamberler vasıtasıyla naklen intikal eden, gönüllere hitap eden Allah kelamı ayetler olduğu görülmektedir.

Biltav yayınlarından ‘Bilgi Problemi’ adlı kitaptan derlenmiştir.

Ali Kömürcü