Beşer faaliyetinin çeşitli kollarının su sızmaz ayrı böl­melere ayrılması, cemiyet nizamında ayrılıp dağılma ve beşer şahsiyetinde çözülme, yozlaşma denilen şeyi mey­dana getirmektedir. Nerede dar bir görüş vardır, yahut ne­rede maddiyunculuk en yüksek değer olarak tanınmıştır, orada hayatın manevi cephesi umursanmamis, sadece hayatın maddi cephesi, nazım prensip haline gelmiştir. Batı dünyasında bu ol­muştur. Ki burada bilimin özünden ayrılıp ihtisasa bölünmesi ve hayatın “maddi”, “manevi” diye kısımlara ayrılması  önce laikliği doğurmuş, laiklik materyalizmi, ma­teryalizm de sekülerizmi doğurmuştur. Ki Sekülerizm’in sebep olduğu beşer şahsiyetindeki çözülme yani ferdin şahsiyetindeki çö­zülme psikologlara göre insani fonksiyonlarda ahenksizliğe sebep olmuş, fonksiyonlardaki ahenksizlik, sinir bo­zukluklarına ve sinir bozuklukları da imkanlarin elverdigi ölçüde, insanın kendisine ve çevresine zarar verecek değişik suçların işlenmesine sebep olmaktadır. Sekülerizmin yaygın olduğu batı ülkeleri başta olmak üzere dünya ahvali budur. Bu durum tüm dünyada gençlik kesimi başta toplumun çoğunlugunda sinir hastalığı v.b psikolojik hastalıklarin artmasına sebep olmuştur. Ekonomisi ve teknolojisi ileri bati ülkelerinde bu tür marazlar günden güne daha kötüye gitmektedir. Bunun sebebini uzakta aramaya lüzum yoktur. İnsanın şahsiyeti iki kısma bölünür ve ayrı ayrı muamele görürse gayet tabii olarak şahsiyetin maddi kısmı dünya sevgisinin merkezi haline gelir. Ki bu Maddi sevgi öyle bir hale gelir ki, beşer ha­yatının en yüksek ideali olur. Bu ideal, ferdin kendi şah­siyetinin diğer cephelerine zarar vermeden ve başkalarının menfaatine dokunmadan tahakkuk ettirilemeyeceğinden, ister istemez insanı suç işlemeye iter. Hayattan bıkkınlık duyanlar ara­sından da intihara kadar götüren çılgınlıklar oluşur. Bu itibarla, Batı dünyası; bugün laisizmin sebep olduğu seküler yaşam yüzünden bir çıkmaza yahut ikilem içerisine düşmüş, kivranmaktadir. Modern çagin meşhur tarih felsefecisi A. Toynbee ve selefi H.Sprengler, bütün şiddet ve kuv­vetle bu tehlikeye parmak bamislardir.

Bati düşünce felsefesini, laik temeller üzerine oturtmaya ça­lışmış olan ilk fikir adamı Darvin idi. “Nevilerin menşei” adlı kitabında (bugün Dârvinist ilan çürütülmüş bu­lunmaktadır) biyolojik hadiseleri Allah’ın varlığına tasdik ihtiyacından vareste kılan-mihaniki sebeplere dayamaya çalıştı. Darvinin biyolojiye dair fikirleri, Huxley ve Herbert Spencer tarafından Soslojiye, D.Hume tarafından metafiziğe, Mili ve Bentam tarafından hukuk, ahlak ve felsefeye tatbik edildi. Top çığ gibi yuvarlanmaya koyuldu ve ondan sonra batı düşüncesi gittikçe daha fazla maddileşti ve laikleşti, o haldeki ilim adam­larının fikirlerinde ve gönüllerinde derinden derine kök­leşmiş bir itikad-inanç esası haline geldi. Ki mesela Marshall gibi mu­hafazakar bir alim dahi iktisad konusunda şöyle dedi: “îktisad da biz ahlaki hiç bir mülahazaya bağlı kalmadan yalnız iktisadi vakıalarla meşgul oluruz”.

Laiklik mefhumunu tahlil ettiğimiz zaman görürüz ki bu konuda iki düşünce ve uygulama tarzı dikkat çekmektedir.

1.Bir toplumun Allah’a ve dine itikadı olur, vahyi kabul eder, fakat dünya işlerinin dinden ayırılması gerektiğini savunur. O nedenle dini ibadethanede veya özel hayata indirgenerek yaşanması yönünde hareket eder. Laikliğin ve seküler hayatın temelinde bu anlayış yatar.

2.Bir toplum, Allah’ın varlığını değişik anlamlarda kabul etse de, vahyi ve dini görmezden gelir veya inkar eder. Ki bu düşünce tarzının temelinde; laik olmanın da ötesinde Allah’tan başka hiçbir kutsalı tanımıyan deizm, Alah’ın da varlığını inkar eden ateizm’den tutun tarihi pek çok felsefi inançlara kadar değişik anlayışlar yatar.

Birincisine misal, batı demokrasilerinde görülen seküler ortamda oluşan liberal insanların kabullendiği laikliktir.  İkincisine misal, Sovyet tipi de­mokrasilerde görülen, her ne kadar ortadan kalkmış gibi görünse de, yinede yeryüzünde bazı ülkelerde varlık gösteren ideoloji odaklı dini dışlayan laiklik anlayışı yatar.

Tabii ki, Allah’a müsamaha gösteren laiklik, Allahsız la­ikliğe doğru atılmış bir peşrevden başka bir şey değildir. Bu vakıa tarih tarafından pekala teyid edilmiştir. Mesela hıristiyanlığın Avrupa’ya gelişinin ve orada gelişmesinin bir neticesi olarak meydana gelen hıristiyan imparatorluğu evsafı itibarıyla laik değildi, tamamen teokratikti. Ondan sonra dev­letin ve kilisenin fonksiyonlarının birbirinden ayrıldığı devir geldi ve hıristiyan devletler laikleştiler. Bu laiklik tedricen dinin kuvvetlerini ve ahlakı temelinden sarstı. Bu gidiş bu güne kadar devam etti ve etmektedir. Bu arada la­ikliğin çocuklari olan kapitalizm, libaralizm ve en sonunda komünizm doğdu. Bir diğer ifadeyle Allah’a mü­samaha gösteren laikliklikten, müsamaha göstermeyen laikliklige geçildi.

Komünizmi tesis eden Carl Marx, bir evi yarım yapmaya razı olamazdı, laikliği; tabii yükselmesinin çıkabileceği en yüksek noktasına yani hakikatte ar-u hayadan mahrum tarihi materyalizme, yahut onun yalan olarak söylemiş olduğu gibi “ilmi materyalizm”e çıkardı ve sonunda hak tecelli etti. Allahsız laiklik yüz yılını doldurmadan, insanları ne denli felakete götürdüğü görüldü (Sovyet rejiminin çökmesiyle) ve dünyadan silinmese de, doğduğu yerde çöktü ve yerini Allah’a müsamaha gösteren laikliğe ve Sekülerizme terk edip, kenara çekildi. Ancak çekildiği mevzide tekrar iktidara geleceği zamanı kollamaktadır.

Kim ne derse desin, sekülerizm; Allah’a musamaha gösteren laik temelli ve ideolojik odaklı bir yaşam tarzı olmanın ötesinde günümüzde okullarda eğitim müfradatının içerisinde modernlik ve çagdaşlık adı altında, her alanda ince ince işlenmektedir.

Birinci taraz laiklik anlayışı yani din ve devlet işlerininin ayrılması prensibi, sekülerizmin de en temel prensibi olarak uygulanmakta; zaman ve imkan elverdiğinde ikinci tarz laiklik anlayışının uygulanması fırsatı kollanılmaktadır.

Gerçek şu ki, batıda ortaya çıkan devlet ve din işlerini ayrı olması temeli üzerine oturtulan laiklik olsun (garabet bir tanımlama), mataryalist-komünist temeli üzerine oturtulan laiklik olsun (gerçek laiklik tanımlaması), her ikisi de vahiy odaklı yaşamayı ret etmekte, ideoloji odaklı yaşam tarzına teşne olukları açıkça görülmektedir.

Esasında gerçek vahiy odaklı hukuk sisteminde (İslam hukukunda), ayrı bir laiklik tanımlanmasına gerek olmaksızın din ve vicdan hürriyetinin mahiyeti ve hudutları açıkça belirtilmiş olup, bu prensip; Raşit halifeler döneminde olsun, daha sonraki dönemlerde olsun (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı v.d küçük büyük islam devletlerinde), dinleri, dilleri ve renkleri farklı topluluklar; bu prensiple yönetilmiş, halklar arasında bu prensibe riayet edilerek ilişkiler olmuştur.

Ali Kömürcü