Türk’ler de, İslâm’dan önce ve sonra sistemli özgün yazılı bir bilgi yapısı vardı. Bu bilgi yapısı, günümüz batı anlayışında sistemleşmiş bilgi yapısından farklıydi. İslam’dan önce adeta vahye benzer(ilham) bir kaynaktan alinmişcasina olağan üstü bir ilmi seviyenin olduğu söylenebilir. (Özgün kitaplar katogorisinde tanıtılan, Kazim Mirşan tarafindan, arkoolojik kazılardan çıkan belgelere göre hazırlanmış; Proto Turk bilgilerine ait matamatik, fizik, astrofizik le ilgili kitapta bu durum teyit edilekte), islamdan sonra da, doğrudan vahy kaynaklarından (ayet, hadis ve sünühatlarla) beslenen yine olağan üstü bir ilmi seviyenin olduğu soyleneblir. Ki burada her ne kadar İlhami ve vahyi kaynaklar, vazgeçilmez kanuniyetler olarak gerçek bilimin oluşmasında etkili olmaktaysa da, diğer taraftan bu kaynaklarla birlikte gözlem, tecrübe ve mantığa dayalı fen ve sosyal tabanli bilimlere ait kanuniyetlerde; gerçek bilimin oluşmasında etkili ol­maktadır. Yani insanların tabiattan direkt gözlemleyerek aklen tespit ettiği bilgilerle, vahy olarak endirekt yararlanılan kalbi bil­giler, birlikte bilimin oluşmasında etkili olmaktadır. Oysa batı bilgi sisteminin dayanağı sadece aklı olarak tabiatı gözlemleme, tec­rübe ve mantık yürütülerek oluşan bilgi sozkonusudur . Yani tek kaynaktan bilgilenme sözkonusudur. Böyle de olmak zorundadır. Çünkü batıda diğer kanala hurafe ve felsefe karışmış, kullanılamaz hale gelmiştir.

İslamda bilim, vahy ile direkt veya endirekt bir ilişki çerçevesinde ortaya konulmuş olduğundan ve aynı za­manda vahy’in, kanuniyet seviyesinde hakikatler olarak kabul edilmesinden dolayı, doğrudan hakikat olarak tes­miye edilmektedir. Kısaca islamda bilim, el-ilim olarak dü­şünüldüğünde gerçeği “Hakikati” veya doğruyu ifade eden bilgi anlamındadır. Bu sebeple müslümanların zihninde bilim-gerçeklik doğruluk ile iç içedir. Tersi bir durum dü­şünülemez. Bir diğer ifade ile bilim içerisinde değil hu­rafelerin bulunması, batı bilim anlayışında olduğu üzere; felsefik, teorik bilgilerin de asla varlığı kabul edilemez.

Esasen bilim, incelenen nesnenin bazı ontolojik yön­lerini ve boyutlarını ihtiva etmelidir. Hatırlanmalıdır ki, bi­limin doğruluk niteliğinin korunması, sonuçta tevhid aki­desinin neticesi olan, hem dış hem iç “gerçekliğe” ilişkin bütüncül bakış açısına bağlıdır. îslami bilim ile batı an­layışında kendine yer edinen bilim arasındaki fark işte bu noktadadır. Yani, îslami bilim, her ne kadar iki boyutlu gibi bir görünüm içerisinde ise de, esasda vahy kaynaklı dini hakikatler ile gözlem, deney ve doğru mantık ürünü olan müsbet bilim hakikatleri daima bütünlük içerisindedir. Bu iki kaynağın bir biri ile uyumlu olması, hakikatin tecellisi bakımından önemli görülmektedir. Kısacası dünden bu güne bilim ve bilimsel araştırma, ilmi gerçeklerin iki boyutlu olarak biri birini test edecek, doğrulayacak şekilde ortaya ko­nulması gayret ve tefekküründen başka bir şey değildir.

Oysa batı, mutlak hakikat ölçüsünde vahy kay­naklarına sahip olmadığından dolayı (Bir diğer ifade ile vahy kanağı olarak elinde bulunan kutsal kitaplarda değil mutlak hakikatlere rastlanması, tersine yalan yanlış birçok felsefi yorum ve hurafeler bulunmasından dolayı) ister is­temez, iki boyutlu bir bilim anlayışı ile bilimsel meseleleri ele almamakta, ancak kısmı ve sathi bakışla tek boyutlu bir bilim anlayışı ile hakikati bulmaya gayret gös­termektedir. Bu sebeble doğruyu teste etme yani oto kont­rol sistemi olmaksızın gerçek diye ortaya koyduğu bi­limsel keşif ve tespitlerde yanlışlıklar yapılabilmekte, insanlığa fayda yerine zarar verilmekte, elde edilen tek­nolojik ürünlerden çevre zarar görebilmektedir. Yani batı bilim anlayışı, insanlığa değil mutlak fayda sağlaması; ço­ğunlukla uzun vadede zararlı çıkacağı fayda gibi görünen keşif ve tespitlerle karşı karşıya bırakmaktadır.

Günümüzdeki şuursuz sanayileşmenin, keşfedilen kitle imha silahlarının sebep olduğu çevre problemlerinin ve tabii felaketlerin, büyük katliamların batı bilim an­layışının mahsülü olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur.

M.K