Bu ilmin mahiyeti hakkında bilgiye, her ne kadar İslâm öncesi bo­zulmuş olan dinlerde (Hinduizm, Budizm, Musevilik, İsevilik dinleri) ve eski Mısır, Yunan ue Roma devirlerinden günümüze kadar uza­nan felsefi yorumlarda rastlansa da, en derli toplu ve doğ­ru bilgiler İslam kaynaklarında belirtilmektedir.

“Ledün ilmi” deyimi islamın ana kaynakları olan Kurân’da ve hadislerde geçmektedir.

“Biz ona Ledün ilmi (tarafımızdan gönderilen bir ilim) öğrettik.”  Kehf Suresi, Ayet:(66) meali

“Kim, ihlasla Allah’a kulluk ederse, kaynaktan fışkı­ran hikmetler (ledün ilmi) lisanına dökülür.” Hadis Meali

Kim ki ilmiyle amel ederse, Allah (cc) ona bilmedik­lerini ((ledün ilmini)  ilham eder.” Hadis meali

Ledün ilmi kapsamına giren bilgilerin bazen akıl sınırı içerisinde (kavranabilir), bazen akıl sınırı dışında (kişiyé ozel yada kavranılmaz) bilgiler olduğu görülür.

Gerçek o ki, yüce Allah ister dini ilimler alanında olsun ve ister fen ilimleri alanında olsun, gayretli, istekli ve çalışkan kullarına (alimlere) ; zamana ve zemine göre yani işleyen zaman çemberine göre ve içinde bulunulan şartlara göre beşerin ihtiyaç duyduğu bilgi ve pratikleri (gerekli içtihatlar, ilmi ve teknolojik gelişmeler yönüyle ); gerek ilhamla, gerek rüya ile veya yakaza yoluyla bildirmektedir. Ki işte bu yolla bildirilen bilgi ve pratiklerin kaynağı ledun ilmidir.

Ledun ilminin tezahürü, ya gayret gösterilen alanla ilgili samimiyetle ve yoğun istekle bir keşif ve icada odaklanma sonucu ortaya çıkmaktadır. Ki bu tezahüre İstidraci keşif veya icad denilmektedir. Yada Allahu teala’nın seçkin zülcenahi kullara (ahlaki seciyesi yüksek, abid ve din ve fen ilimlerinde derin bilgisi olan alimlere) bildirdiği bilgi ve pratiklerdir. Ki bu tezahüre de kerameten keşif denilmektedir.

Ledun ilmi, vahiyle karıştırılmamalıdır. Vahiy, Allahu teala’nın vahiy meleği vasıtasıyla peygamberlere bildirdiği emir ve öğüt mahiyetinde bilgi ve pratiklerdir. Ledun ilmi ise nefis tezkiyesini esas alan belirli kanuniyetlere (ilmi veya dini) uyulması sonucu manevi olarak letafet kazanilmasiyla kitabı olmayan bilgilerin dlie getirilmesidir.

Ledun ilmine mashar olmak için nefsin terbiye edilmesi, hedeflenen ilmi ve dini konuda gayretli ve istekli olunmasi gerekmektedir, Ki o nedenle ledun ilmine taliplik, sorumluluk, disiplin ve ciddiyet isteyen bir iştir.

Tasavvuf yoluyla (velayet yolu), bu ilme mashar olunacağı gibi; tasav­vufu disipline ihtiyaç olmadan Nübüvvet yoluyla da (Sünnete ittiba yo­lu) bu ilim sahasında liyakat kazanmak ta mümkündür. Yani bu ilim, ya tasavvufi ahlak, gayret ve nafile ibadetlerin sonucu ya da peygamber varisi olan seçkin kulların liyakat karşılığı melekut ve rabbani ilhamla (sunuhat) insanlığa mal olur. Ki her iki yolunda kaynağı aynıdır. Şüphesiz en kestirme yol, ikinci yoldur.

Böylesi ilim adamlarının ve seckin kullarin yaptıkları keşif ve icadlar sayesinde İnsanlığın ilim ve medeni­yette gelişmesi mümkün olmaktadır. Yani yüce Allah, bu şekilde ledün ilminin kapısını; doğrudan ve dolayısıy­la insanlığa açık tutmaktadır. Ledun ilmiyle kavusulan bilgiler bazen açık olmayıp tabiri muhtaç da olabilmektedir. Ki bu hususu, aşağıda vereceğimiz örnekle şöylece açıklayabiliriz.

“Allah kelimesinde bulunan bir elif, iki lam ve bir de ha harfi, yaratılış sırrını açıklamaktadır.

Elif harfi, Yüce Allah’ın üfledim dediği, gönül etkinliği dediğimiz tamamlayıcı insan ruhunu temsil etmektedir.

Birinci lam harfi, tüm hayvanlarda olan nefis etkinliği dediğimiz hayvani ruhu temsil etmektedir.

İkinci lam harfi, tüm bitkilerde olan can dediğimiz nebati ruhu temsil etmektedir.

Ha harfi ise tüm vücutları oluşturan temel tanecikleri yani maddeyi temsil etmektedir.

Kısaca yüce Allah, kudret-i iradesiyle,; dört kademeli ruhi etkileşimde bulunarak, tanecikleri tahrik etmesiyle varlık alemini (Evren ve içindekileri) yaratmıştır. “

Ayni şekilde aşağıdaki hadisler ve ayetler üzerinden giderek ledün ilmine ilişkin bir başka açıklama yapacak olursak;

”Resullulah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hz. Aişeden bir ip getirmesini istemiş. Gelen ipe 11 adet düğüm atarak, bu düğümlerin sırlarının vakıa suresinde olduğunu söylemiş. Bu surenin bütün peygamberlere öğretildiğini, o sayede de& nesilden nesle bu surenin intikal ettirildiğini belirtmiş ve devamlı okunması gerektiğini vasiyet etmiştir.”

Vâkıa Suresi

فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِـعِ النُّجُومِۙ ﴿٧٥﴾

وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظٖيمٌۙ ﴿٧٦﴾

اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَرٖيمٌۙ ﴿٧٧﴾

فٖي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ ﴿٧٨﴾

لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَؕ ﴿٧٩﴾

تَنْزٖيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمٖينَ﴿٨٠﴾

Meali

﴾75﴿ Bakın! Yıldızların yerlerine yemin ederim,

﴾76﴿ Ki bilseniz, bu gerçekten pek büyük bir yemindir.

﴾77﴿ Kuşkusuz o, değeri çok yüce Kur’an’dır.

﴾78﴿ (Aslı) korunmuş bir kitaptadır.

﴾79﴿ Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir.

﴾80﴿ O, âlemlerin rabbinden indirilmiştir.

Bu surede ledün ilmi kapsamında, yıldızların yerlerine dikkat çekilmiştir. Ki bundan maksat ta, yapılacak uzay gözlemlerinin ve araştırmalarının, ilmi ve teknolojik gelişmelere ön ayak olacağı, yaratılış gerçeğine ilişkin ilmi açıklamada gelinecek en son noktanın; 11 düğümlü iplikle gösterilmiş bulunan, her şeyin teorisi denilen on bir boyutlu evren-kainat açıklamasının olacağı hususuna değinmiştir, diyebiliriz.

Esasen astrofizik alanı başta olmak üzere diğer ilmi alanlarla ilgili, çekirdek misali açılmayı bekleyen, Kur’an menşeyli müteşabih ayetlerin ve hadis menşeyli müteşabih bilgilerin müslüman alimlerin ellerinin altında olduğu ve zamanı geldiğinde derin bilgileri haiz gizli veya açık müslüman alimlerce keşf edildiği bir gerçektir. Nitekim, günümüzde olduğu gibi geçmişte, cihan şumül islam devletlerinin parlak dönemlerinde, peygamber efendimizin işaret ettiği böylesi bilgilerden (özellikle uzay gözlemlerine ilişkin bilgiler) istifade edilerek ileri teknolojiler geliştirilmiş, hayreti mücip cihazlar keşfedilmiştir.

Bir diğer husus, islamda prensip olarak, ledün ilminin; her kesin kavrayabileceği seviyede bir ilim olmadığından, bu ilme her kesin heveslenmesinin doğru olmadığı ve sadece ilmi yüksek seviyede olan bir kısım zevâtın ilgilenebileceği, hususi bir ilim olduğına değnilmesidir. O nedenle Allâh Raslü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu ilmin ehil olmayan kimselere verilmesinin önüne geçilmesi gerektiği belirterek, bir bakıma bu konuda avamin bilgilendirilmesine yasaklama getirmiştir. Bu konuda peygamber efendimiz, İbn-i Abbâs (r.a)’a: “Ey İbn-i Abbâs, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zîrâ böyle yapman, yanlış anlaşılmalara ve fitneye düşulmesine sebep olur.” (Deylemî, Müsned, V, 359/8434) tavsiyesinde bulunmuştur.

Hazret-i Ali (r.a): “İnsanlara anladıkları şeyleri söyleyin, anlamadıklarını da bırakın. Siz, Allâh ve Rasûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” diye tavsiyede bulunmuştur. Yine İbn-i Abbâs (r.a)’dan gelen bir rivâyete göre ashâb-ı kirâm: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’den duyduklarımızın hepsini haber verelim mi?” diye sordular. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Evet. Ancak bir topluluğa akıllarının almayacağı bir şeyi anlatmanız hâriç. Çünkü bu durum bâzılarının fitneye düşmelerine yol açar.”  buyurdu. Bu hatırlatmadan sonra İbn-i Abbâs (r.a): herhangi bir topluluğa bir husûsu îzâh ederken bâzı şeyleri kinâyeli olarak anlatırdı. (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, X, 307/29537)

Bu hususta Ebû Hüreyre (r.a) da şöyle rivayette bulunuyor: “Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den iki kap dolusu ilim aldım. Bunların birini açıkladım. Eğer diğerini açığa vursaydım, şu gırtlağım kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)

Ashâbın seçkinlerinin ehil olmayanlardan gizli tuttuğu bu ilim, anlayış ve idrâk ediş husû­sunda fevkalâde bir kudret ile techîz edilmiş bulunan müstesnâ insanların kavrayabi­lecekleri gerçeklerdir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-böyle gerçekleri as­hâb-ı kirâmdan Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı müstesnâ anlayışlı kimse­lere nakil ve ifâde buyurmuştur. Herkes, bundan kâbiliyeti ve istîdâdı kadar mes­’ûldür. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmeye; zühd, takvâ ve ihsân duygusuna vâsıl olmaya, diğer bir tâbirle tasavvufu en güzel bir şekilde anlamalı ve yaşamaya çalışmalıdır. Bu da ancak nef­sin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi ile mümkündür.

Ferdin selâmeti, evvelâ şer’î gerçeklere ittibâ ile mümkündür. Tasavvufî gerçeklerle hemhâl olması ise, bu selâmetin yüksek bir seviyede, yâni vasıflı bir sû­rette tahakkukunu sağlar.

Şer’î gerçekler herkesi muhâtap aldığından rahmet-i ilâhiyye îcâbı mükellefi­yetler asgarîde tutulmuş, umûmun en âciz fertlerinin tâkati ölçü olarak alınmıştır. Tasavvuf yolunda ilerleme ise, kâbiliyete göre olduğundan bu yolun önü açık tu­tulmuş, ehline “Fenâ fillâh”a ve hattâ “Bekâ billâh”a kadar ruhsat tanınmıştır. Meselâ bir kısım mallarda zekât kırkta bir olmakla birlikte Cenâb-ı Hak infâkın önünü açık tutmuş, mü’minin îsarda bulunarak kendi ihtiyâcı olan miktarı bile muhtaç kardeşine vermesini teşvik buyurmuştur. Dolayısıyla zekâtın fıkhî nisâbı kalbî bakımdan asgarî seviyeye göredir. Kalbî seviye yükseldikçe infâkın ölçüsü de artmaktadır.

Bu itibarla tasavvuf yoluyla, mânevî eğitim sonucu ferdin istîdâdı nisbetinde ledünnî ilme kavuşmus pek cok mumin vardir,  Ki ledun ilmine mazhar olmuş ve insanlarıa İrşad faaliyetinde bulunmuş pek çok musluman alım ve evliyanin olduğu tarihen gerçektir. Ayrica Kur’ân-ı Kerîm’in birtakım âyet-i kerîmelerinde bu ilimden bahsedilmiş olması, bunun delîlidir. Al­lâh Te­âlâ, ken­di­sin­e yakinlik kesb eden, be­şe­rî irâ­de ve ar­zu­la­rı­nı ilâ­hî irâ­de­ye râm ede­bi­len kul­la­rı­nın kalb­le­ri­ne, akıl­la­rın tar­ta­ma­dı­ğı bir­çok lu­tuf­lar­da bu­lu­nur. Ni­te­kim yü­ce Rab­bi­miz, böy­le mut­ta­kî-takva ehli kul­la­rı­na hu­sû­sî bir ilim ve hik­met lut­fet­ti­ği­ni Kur’ân-ı Ke­rîm’de şöy­le bil­dir­mek­te­dir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

“Ey îmân eden­ler! Eğer Al­lâh’tan it­ti­kâ eder­se­niz, O, si­ze bir fur­kan (iyi ile kö­tü­yü ayırd ede­cek bir ilim, fi­râ­set ve an­la­yış) ve­rir, gü­nah­la­rı­nı­zı ör­ter ve si­zi ba­ğış­lar. Çün­kü Al­lâh, bü­yük lu­tuf sâhibi­dir.” (el-En­fâl, 29)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِهِ وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“Ey îmân eden­ler! Al­lâh’tan sakının ve Pey­gam­be­ri (Hazret-i Muhammed)’e îman edin ki Allâh si­ze rah­me­tin­den iki kat ver­sin, si­ze ışı­ğın­da yü­rü­ye­ce­ği­niz bir nûr lut­fet­sin ve sizi bağışlasın. Şüphesiz Allâh Gafûr (çok bağışlayan) ve Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (el-Ha­dîd, 28)

 Murat Bayraktar