BİLİMİ ANLAMADA BAZI TAVIR BOZUKLUKLARI

Bilim etkinliğine bir ucundan karışarak bilimin içinde olanlar: Bilim adamları, aka­demisyenler, öğretmenler, öğrencilerler, bilimin dışındakiler: Yaşayışları gereği bilim etkinliğini dışarıdan izleyenler, çoğunlukla, bilimi tanıdıklarını sanıyorlar. Bunu bilimi sorgulama bi­çimlerinden, onun hakkındaki görüşlerinden rahatsızlık duymamalarından anlıyoruz. Bilimin nasıl bir etkinlik olduğunu, sorunlarını, çözüm yollarını tarihi boyunca nasıl geliştirdiğini ye­niden yorumlama, anlama çabasıyla araştırmamak “bilim ruhuna” aykırı düşmez mi? Oysa, hem içindekiler, iş başında olanlar hem de dışından bilimin ürünleriyle ortaya koyduğu kurum, model, açıklama, anlama yollarıyla onu kavramaya çabalayanlar, çoğunlukla, bilimin özeleştirilerle, kendi eksik ve gediğini, özürlerini onara onara yürüme çabasına yakışmayacak biçimde, ona “donmuş”, “derinliği olmayan”, olgularla, onların yeni yorumlarıyla bes­lenmeyen “basmakalıp” görüşlerle yaklaşıyorlar. Bilimi anlamada, deyim yerindeyse, “patalojik” bir durum görüyorum. Bu “anlama bozukluğunun” çeşitli görünümlerine geçmeden önce şöyle bir soruyla yola çıkalım: siz günlük yaşamda sık sık geçen bilim kavramını öğ­renmeye çalışan bir öğrenci olsanız, bu öğrenme susuzluğunuzu nasıl giderirsiniz? olası du­rumların birkaçını sayarsak:

1) Ansiklopedilere başvurursunuz, 2) Ders kitaplarına bakarsınız, 3) Bilim tarihiyle ilgili kitapları karıştırırsınız, 4) Bilim sosyolojisi, antropolojisi, felsefesi kitaplarını gözden ge­çirirsiniz, 5) Bilim adamlarına sorarsınız ya da onların bilim hakkında, yürüttükleri et­kinlikleri hakkında dile getirdikleri yazıları, kitapları okursunuz, 6) Yine bilim adamlarının bi­yografilerini, otobiyografilerini gözden geçirirsiniz, 7) Bilimle uğraşan insanların öykülerini anlatan edebiyat yapıtlarına bakarsınız, 8) Saygı duyduğunuz ya da sahip olduğunuz dünya görüşünü temsil eden uzmanlara, otoritelere danışırsınız, 9) Kendilerini yöntembilim uzmanı olarak ortaya atan düşünürlerin kitaplarını incelersiniz.

İşte bu yazıdaki temel amacım, bütün bu arayışlarda dikkat edilmesi gerekli bazı noktalan birkaç yönüyle vurgulamaya çalışmaktır. Şöyle bir kaygım var: Bütün bu çabalar sizi bilimi an­lamada eksik ve özürlü bilim anlayışlarına götürebilir. “Neden?” diyebilirsiniz. “Bilimi merak eden birinin gönlünce erişebileceği bir yorum olamaz mı? Benim bilim anlayışıma kim ka­rışabilir? Özgür değil miyim onu anlarken?” “Özgürlük” ayrı bir tartışma konusu, önemli olan, bilim adını verdiğimiz insan ürünlerini, etkinliğini “olup bittiği biçimde” anlayabilmek değil midir? Bilime, bilime yakışan biçimde, bu etkinliği, ürünlerini, sürekli gözleyerek, elde ettiğimiz bilgilerle yeniden yorumlamaya açık olarak yaklaşmak kaygımız olmamalı mıdır? Oysa, ço­ğunlukla, böylesi gelişmeye, değiştirilmeye, farklı yollan yürümeye, değişik ufuklara açık bir tavır yerine, kapalı, tek yönlü, dar bilim anlayışlarıyla yürütemeyiz bu çabayı. Anlama tav­rımızda bir bozukluk var. Bakın, saptayabildiğim tavır bozukluklarını dile getireyim, burada kısaca:

  1. a)   Bilimi değişmeyen, mutlak özelliklere sahip, insan ve insanın yarattığı kültür üstü bir çaba olarak görme tavrı. Bu tavırda olanlar, kendi görüşlerinin de “tek doğru” görüş ol­duğuna inanıyorlar. Oysa bilim tarihi, yazılım tarihi, bilim felsefesi tarihi bize farklı bilim an­layışlarının olduğunu, olabildiğini gösteriyor.
  2. b)   Bilimin kültürden kültüre ve zaman içinde değişen, dolayısıyla zaman ve kültüre göre anlam kazanan bir insan etkinliği olduğunu ileri süren görüşün takındığı tavır. Bu aşın “görece” (relativist) tutum, bilimi bir “dil oyunu” durumuna indirgiyor, “yaşama biçimine” bağlıyor. Son zamanlarda bazı bilim sosyolog ve antropologlarında gördüğümüz bu tavının bilimi anlamada engel oluşturabileceğini düşünmekteyim.

Bu aşırı mutlakçı, aşırı göreceli tutumların bir “anlam patolojisi” oluşturduğunu söy­lememe izin verin. Ama sağlıklı bir anlayış için bu iki tavırdan da öğrenceklerimiz vardır. Tıpkı, sağlıklı bir bedeni öğrenmek için hastalıklı olanını anlamamız gerektiği gibi.

Şimdi yazının ana savını dile getirmede böylesi bir hazırlığın ardından çağımızda bilim anlayışlarını değerlendirip yorumlayabilecek bir çerçeve geliştirmeye geçebiliriz.

ÖZGÜL BİLİMİ ANLAMAK

Bilimi anlamaya yönelik çalışmaların tarihi çok eskilere gitmiyor. Bilim tarihi, bilim sos­yolojisi, bilimin mantıksal, metafizik, dilsel, antropolojik, ekonomik, örgütsel, politik yan­larını inceleyen çalışmalar hep yirminci yüzyılın ilk yarısında gelişme gösterdiler, çoğunlukla. Elbette bilimi anlamak, insanı anlamakla birlikte yürüyor. Neden bilim vardır? Metafizik gö­rünümlü bu soruya verilebilecek yanıtlardan biri de insanın yapısında bilim yapma özelliğinin bulunduğudur. (Çok sudan, belki de düşünme yanlışlığı taşıdığı böylesi bir yanıtın, konumuz açısından bilim-hayat ilişkisini anlamada önemli olduğunu düşünüyorum.) Merak eden, araş­tıran, açıklama, yorumlama kaygılarını taşıyan, olayların akışının ilkelerini kavramak, bu il­kelerle akışı önceden görmek isteyen insan, bu anlayışa göre ne denli “ilkel” olursa olsun, başlangıcından bu yana bilimsel etkinliğin içindedir. Büyüyle uğraşırken, hastalıklarını te­daviye çabalarken, sel, yangın, kıtlık, salgın hastalık gibi felaketleri önceden görerek, daha güvenli bir çevrede yaşamaya çalışırken, bir anlamda bilimsel etkinlik içindeydi. Kızılderili bilge, rüzgarlardan, toprağın durumundan, yağmurlardan, yıldızlardan, kendi kültürü içinde birçok sonuç çıkarırken bu anlamda bilim adamıydı. Batıdaki Galileo sonrası bilimlerden önce her topluluğun kendi kültürü içinde geliştirdiği bu araştırma, inceleme yöntemlerine, yol­larına, onlara ne denli efsane ve folklor karışmış olsa da özgül bilim diyorum. Bu açıdan bakılırsa her toplulgun kendine özgü “bilim-öncesi” bilimi, bu yazıda kullandığım terimlerle özgül bilimi vardı.

Bilimin Avrupada hızla gelişip teknoloji ve piyasa ekonomisiyle hızla bütünleşmesi so­nucu tek tek topluluklar bu kültürel geçmişi unuttular.

İşte çağımız bilimini anlamada özgül bilim kavramı, dünyaya egemen olan Batı Bi­liminin gücü karşısında geri çekilmiş de olsa oldukça önemlidir. Örneğin Türkiye Cum­huriyeti olarak bilime kendimize özgü bakış biçimimiz, bilimi kendi geçmişimiz ve kül­türümüz içinde görebilecek bilim gözümüz varsa, özgül bilimimizi tarihimizin derinliklerinden bulup çıkarmalı, onu yorumlamalıyız. Okur tam bu noktada yazımın başında sözünü ettiğim anlama patalojilerinden biri içine, görecelik hastalığına yakalandığımı söy­leyebilir. Özgül bilime, Galileo öncesi bilime, astrolojiye, büyüye… bilim demek doğru mudur? Bu tehlikeli bir yol değil midir? Bizi “bilimsel tutumdan” uzaklaştırmaz mı? San­mıyorum. Bizi bilime daha geniş, daha eleştirel, daha olgulara yönelik bakabilmeye götürür. Eski Çin’de, Mısır’da, Mezopotamya’da, Yunanistan’da özgül bilimler vardı. Arama, araş­tırma, açıklama, hesap etme, genellemelere ulaşma, yasalar bulma, kuramlar oluşturma ça­balan eksik değildi bu kültürlerde. Elbette 17. yüzyıldan sonra Avrupa merkezli bilim et­kinliği giderek bilimsel araştırmalara egemen oldu. Bugün bilim denilince özgün bilimleri değil, çağımızda teknolojiyle bütünleşmiş matematiği, mühendisliği, tıbbı kendisinin ka­çınılmaz parçası sayan karmaşık araştırma uğraşını anlıyoruz.

Öyleyse bilim öncesi bilimimizi aramak, özgül bilimimizi bulup çıkarmak şu an ev­renselliğini, biricikliğini savunduğumuz bilime tarihsel olarak nasıl bir bilim tarihi serüveni ile geldiğimizi, nerede, nasıl, hangi nedenlerle “kopmalar” olduğunu, özgül bilimle şimdiki bilim arasındaki ilişkiyi aydınlatabilir. Böylece çağımız bilimini kendi kültürümüzdeki bilim serüveni açısından yorumlayabiliriz. Özgül bilimi yok sayan bilim yorumlarının eksik, giderek özürlü ve sığ kalma tehlikesine dikkat etmek gerekir. Özellikle bizim gibi bilimsel üretimin mer­kezinde bulunmayıp, kıyısından bu üretime katılmaya çabalayan kültürlerde kendi du­rumumuzu, kendi farklılığımızı fark etmeden geliştirilecek bilim yorumlan ve bu yorumlara dayalı başka kültürlerden kopya edilen politikalar, içinde bulunduğumuz yapıyı dikkate al­madığı için başarılı olamayacaktır diye düşünüyorum. Tekrar edeyim, bu savım bir görecelik tehlikesi içermiyor, tüm kültürlerde ortak olan “kavramlarla sorun çözmek”, kavramlar ge­liştirmek, bu kavramlarla açıklamalara, önceden görme çabalarına kendi bilim tarihimiz için­de nasıl katkıda bulunabileceğimizi araştırmaya yönelik kaygılar içeriyor.

BİLİMSEL ARAŞTIRMALARDA İÇ KAYGI

Kültüre bağlı görecelik ve bunun sonucu “ne olsa gider” tavrıyla ortaya konmaya ça­lışılan bir bilim yorumuna karşıyım. Araştırma belli bir alanda yürütülüyor, onun çözmeye çalıştığı sorular, anlamaya kuramlaştırmaya çalıştığı konulan var. Belli bir aksiyon ve postulalardan, çalışma hipotezlerinden yola çıktığınızda, üzerinde araştırma yaptığınız alanı bir ağ gibi saran kavramlar arasındaki “iç bağ”, kavramların işleyiş mantığı sizi belli sonuçlara götürür. Vektörleri onların matematiksel ilişkilerini kabul etmiş, örneğin belli sayılar ku­ramını buna bağlı olarak geliştirilen topolojiyi temel alarak Newton’un geliştirdiği fizik üze­rinde çalışan bir bilim adamı ister Hintli ister Çinli isterse Eskimo olsun, miras aldığı ku­ramlar ve ön bilgiler gereği kullandığı ortak dile dayanarak ortak sonuçlara ulaşacaktır. Bu anlamda bilimdeki araştırmalarda bir ortaklık söz konusudur. En geniş anlamıyla bir yöntem birliğinden söz edilebilir. Çünkü ortak noktalardan yola çıkılmıştır. Bilimsel araştırmalar, özellikle doğa bilimlerinde kullanılan matematiksel dilin etkisiyle, birbirleriyle haberleşebilen, tartışabilen bilim adamlarınca yürütülüyor. Bütün bu işleyişe bilimin iş işleyişi diyelim. El­bette bu işleyişte sorunların yapısı gereği farklı matematiksel diller, farklı fizik ilkeleri, farklı sonuçlara götürebilir araştırmamızı. Bu farklılıklar farkedilebilir farklılıklardır. Kuvantum me­kaniğinin diliyle, Newton mekaniğinin dili aynı değildir. Bu diller öğrenildiğinde farklılıklar öğrenilebilir. Bu iki ayrı dildeki araştırmaların iç işleyişi kavranabilir.

İşte bu işleyişin taşıyabileceği ortaklığı, iletişimi göremeyen bilim yorumlan bilimi kav- rayamaz, Bilimdeki sorunların çözümünde kültürel, toplumsal, siyasal hatta bireysel fark­lılıklar olabilir. Bir kez işleyişin dili, bu farklılığın gerekçeleri öğrenildiğinde farklılıkları bü- tünleyen temel özellikler yakalanabilir. Bilim yorumcusu değişik araştırma dillerini bilim ta­rihi boyunca ya da aynı zaman diliminde öğrenecektir. Öğrenebiliyorsa bu, bu dillerin bir­birine çevrilebilir olduğunu, giderek aralarında belli ortaklıklar olduğunu gösterir. Demek ki, aynı ya da değişik bilimlerde, değişik araştırma alanları vardır. Bu alanların değişik dilleri olabilir. Bilimde tek dil, tek yöntemin olduğu görüşünü bu zengin dil aileleri için yo­rumlamak gerekir.

İNSAN KÜLTÜRÜ KADAR ÇOK YÖNLÜ, ONUN KADAR ZENGİN BİR ARAŞTIRMA ÇABASI OLARAK BİLİM

Bilimi anlamak bilimleri, bilim dallarını, onların sürekli çoğalan araştırma alanlarını ta­nımakla olanaklıdır. Bir tek bilim dalına indirgenmiş bilim anlayışının kısırlığından ve sığ­lığından sakınmak gerekir. Çağımızda bilim dalları arasında etkileşme sürekli artmakta, yeni bilim dallan ortaya çıkmaktadır. Bu yüzyılın başındaki astronomi ya da fizik ağırlıklı bilim modeli giderek değişmektedir. Kimyada ya da özellikle biyolojideki çok hızlı gelişmeler, tek­nolojinin kuramsal çalışmaları yoğun biçimde etkilemesi, matematikteki dallı budaklı ge­lişmelerin zenginliği, yapay zeka, dilbilim, ruhbilim, genetik bilimi araştırmalarındaki bul­gular, bilim kavramının çevre ve politik sorunlarla iç içe olduğunun anlaşılması, bilim anlayışımızı ve yorumlarımızı zenginleştirici öğelerden bazılarıdır. Artık geçmişte olduğu gibi doğa – toplum ya da fizik – insan bilimleri gibi ayırımların pek kolay yapılamayacağı ka­nısındayım. Mühendislik çalışmaları tıpla, tıptaki araştırmalar, insanın ruhsal, toplumsal yapısı üstüne yönelmiş melemelerle kucaklaşmış durumdadır. Tarih, edebiyat, filoloji, felsefe, kısaca kültürü oluşturan insan etkinliklerinin tümü üzerine belli açılardan yaklaşan araştırma yol­larının zenginliğini kucaklayamayan, indirgeyici, katı, dar bilim yorumları bilimi tanımamızda yetersizdir.

BİR KURUM OLARAK BİLİM

Bilimi ortaya koyduğu ürünlerle, kuramlarla, açıklama, anlama biçimleriyle, bul­gularıyla, ortaya çıkmasına yardımcı olduğu teknolojik araç gereçle tanıyabilirsiniz. Oysa bu ürünleri oluşturan bilim adamları topluluğunu, bu topluluğun sahip olduğu değerleri, ahlak ölçülerini de gözönüne almak gerekir. Topluluk, içinde yer aldığı kültürün bir parçasıdır. Bu topluluğun araştırma yapabilmesi alt yapısal desteği gerektirir. Araştırma laboratuvarlarının oluşturulması, burada kullanılan araç gereç, malzeme, çalışanların ücretleri bütün bunların sağlanması örgütsel düzenlemeler gerektirir. Bu örgütlenmelerin yapısının anlaşılması, ör­gütlerin toplumun diğer örgütleriyle olan ilişkisi, bu örgütleri yönlendiren bilim politikaları çağdaş bilim kavramını oluşturan önemli bileşenlerdir.

Bu örgütlenmelerde, bu örgütlerdeki bilim yönetiminde alınan kararlar, bu kararla yü­rütülen ya da bu kararlara yol açan bilim politikası kavramı üstünde durmak gerekir. Ev­rensel bilime ne yönden, nasıl bulunacağız sorulan, bizim kültür olarak özgünlüğümüzü ya­ratabilecek sorulardır. Bilim politikalarını Batıdan devşirmek kolaycı bir yoldur. Bilim, egemen paradigmaları içinde büyük bir ortaklıkla farklı kültürlerde varlığını sürdürüyor. Oysa, bilim politikaları bizim kendi toplumumuzla, kendi kültürel değerlerimizle, hayatımızla, bu hayatı nasıl yaşayacağımız sorusuyla ilgilidir. Amerika’da, Ingiltere’de, Almanya’da yü­rütülen bilim politikaları yalnızca örneklerdir, bizler için. Kopya edilecek uygulamalar de­ğildir. Kendi yapımıza uygun bilim politikaları, bilim yönetimi, çağdaş bilime katkımızın an­lamlılığı için gerekli görünüyor. Ayrıca, çağdaş bilim, bütün bu altyapısal, örgütsel, politik yüzüyle görülmeden anlaşılamaz, sanıyorum.

ÇAĞDAŞ BİLİMİN ANLAŞILMASINDA UMUTLARIMIZ BİLİM DÜŞLERİMİZ

Çağdaş bilimi tarihi, sosyolojisi, ekonomik ve politik yapısıyla anlamaya çabalamak, yansız betimlemelerle başarılabilecek bir uğraş değil. Çağdaş bilimi yorumlayarak, onu ku­ramsal olarak yeniden oluşturmak, en iyisi ona katkıda bulunarak anlamak. Bilimi hem tek tek bireyler hem de toplum olarak kendimizin dışında, üstünde, ötesinde bir yerlerde oluş­muş, sür git ulaşmaya çalışacağımız bir yapı olarak düşünmek bir yorum özürü olarak gö­rünüyor bana. Çağdaş bilimin yorumu bu nedenle yaşadığımız şu hayatın yorumuyla sıkı sı­kıya ilişkilidir. Nasıl bir dünyada, neleri umarak, bekleyerek, bilimle yaşayacağız? Çağdaş bilimin yorumu, çağdaş insanın umutları, beklentileri, ütopyaları, bunlara bağlı değerlerle il­gilidir. O nedenle yaşama biçimimizle, kültürümüzle, bu kültürü yorumumuzla bü­tünleştirilerek geliştirilebilir. Geliştirilmelidir.

Ahmet İNAM[1]

KAYNAKLAR

  1. Feyerabend, P. Farevvell to Reason, Verso, London, 1987.
  2. Popper, K.R. Avf der Sache nach einer besseren Welt, Piper, München, 1988.

[1] Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi. Felsefe Bölümü.