Arapça’da bilgi ve ilim kavramı, her ne kadar aynı manayı ifade etse de, batılı bilim adamlarınca; ilim kavramı, geçerliliği veya doğruluğu mümkün olan en yüksek kesinlik derecesi olan bir dizi gerçek bilgi anlamında ele alınmakta, bilgi kavramı da; ilmi ve dini mahiyette bilgiler dahil insandan sadır olan felsefi, sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel  mahiyette, doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı, iyi veya kötü her türlü tanımlamayı, açıklamayı, tasavvuratı ve malumatı ifade etmektedir. Yani bilgi, insan aklının alabileceği olguların, ilkelerin, açıklamaların, kabullerin ve malumatın tümüne verilen addır.

İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve el ma‘rife terimleriyle ifade edilen bilgi, daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin malumat kelimesiyle de karşılandığı görülür.

Değeri ve objeleri ne olursa olsun dinî, felsefî, ilmî, teknik ve diğer amiyane bilgiler, genel bilgi kavramının belli derece ve tarzlarıdır. Bu anlamda bilgi insanlık kadar eskidir veya bir özne olarak insan var olduğundan beri ona ait bilgi hep var olmuştur.

Bilenin, yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilmektedir.

İslâm düşünce tarihi boyunca geliştirilen düşünceler, öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeşitli fikir akımlarının insan, âlem ve Tanrı tasavvurlarının hâkimiyeti altında farklılık arz etmiştir.

İslâm düşüncesinde fizikle metafiziğin iç içe algılanışı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın ilişkisi, insanın bilme eylemiyle ilâhî mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte değerlendirilişi, bilgi probleminin hem kelâmî hem felsefî hem de psikolojik muhtevalar kazanmasına yol açmıştır.

Kelâmî muhtevayı tayin eden en önemli meselelerden birini, Allah’ın ilmi ile insanın bilgisi arasındaki karşılaştırmalar oluşturmuştur. Allah’ın ilmi ve kelâmı, ilâhî sıfatlar bahsi içinde yer yer hararetlenen tartışmalarla yorumlanmış ve çeşitli fırkaların doğmasına yol açmıştır. İslâm düşünürleri ise Allah’ın ilmi ile yaratmasını neredeyse özdeş sayarak meselenin teolojik muhtevasına ontolojik bir öz katmışlar, mutasavvıflar da ilâhî ilme daha ziyade bilginin gerçek kaynağı açısından yaklaşmışlardır.

Bilgide kesinliği ifade etmek üzere kullanılan yakīn terimine karşılık zan, şek (şüphe-reyb), vehim gibi terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya uzaklaşılan durumları ifade etmek üzere kullanılır.

Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesiyle ifade edilir.

Klasik felsefî kaynaklarla terminoloji sözlükleri bilgi terimini İslâm düşüncesi tarihinde ortaya çıkmış çeşitli akımlar açısından tanımlar. Bu akımlar arasındaki farklılıkların bilgi tanımlarına çeşitlilik ve zenginlik kazandırdığı görülür. İlk İslâm düşünürü Kindî, bilgiyi “eşyanın hakikatleriyle kavranması” şeklinde tarif etmektedir (Resâʾil, I, 169).

Fârâbî’ye göre bilgi, “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hâsıl olmasıdır.” (Fusûl müntezeʿa, s. 51).

İhvân-ı Safâ’nın bilgi tarifi ise “bilenin zihninde bilinenin formunun oluşması” şeklindedir (Resâʾil, III, 385).

Görüldüğü gibi bu son tarifte bilgi olayı bir soyutlama işlemi olarak düşünülmüştür. İhvân-ı Safâ’nın, “nesneyi (şey) hakikatine uygun olarak tasavvur eden” şeklindeki âlim tarifleri ise felsefî bilgiden çok ilmî bilgi dikkate alınarak yapılmış bir tariftir.

Seyyid Şerif el-Cürcânî’ye göre bilgi “düşüncenin gerçeğe tam uygun olmasıdır” (et-Taʿrîfât, ʿilm md.). Bu tarif, bilme olayının yöneldiği konuyla tam bir uygunluk içinde olmasını şart koşmaktadır. Cürcânî’nin aktardığına göre filozoflar (hükemâ) bilgiyi, “bir şeyin sûretinin akılda hâsıl olması” şeklinde tanımlamışlardır. Bilginin hayli yaygın olan bu tarifindeki “sûret” terimi anahtar kelimedir ve bilginin, nesneye ait formun bilme eylemiyle nesneden soyutlanması şeklinde oluştuğuna işaret eder.

Cürcânî’nin aktardığı “bilinenden gizliliğin (hafâ) kalkması” şeklindeki bilgi tanımı da bilginin akılda üretilen bir form olmayıp fiilen ve fakat gizli olarak var olduğu düşüncesine dayanır ve tasavvuftaki “örtülü olanı açmak” anlamına gelen keşf terimini hatırlatır. Müellifin bilgiyi, küllî ve cüz’î şeylerin kendisiyle idrak edildiği bir meleke şeklinde tanımladığı da görülmektedir. Bu meleke insan varlığının derinliklerinde mevcut olan bir nitelik (sıfatün râsıha) yani akıldır. Böylece akıl ile bilgi aynîleştirilmektedir. Bu güçle nefis “bir şeyin anlamına ulaşmaktadır”. Bu ulaşmanın (vusûl) kendisi de bilme eyleminin sonucu olarak bilgiyi ifade eder. Sözü geçen tanımlar arasında modern bilgi tarifine en uygun olanı, “akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişki” şeklindeki tariftir (bk. et-Taʿrîfât, ʿilm md.).

Tehânevî ise filozoflara ait şu tanımı aktarır: “Kesinlik ifade etsin veya etmesin bir kavram veya bir önermenin algılanmasıdır.” Bu tanımın sınırlarının bazı düşünürlerce “kesinlik arzeden önerme” şeklinde daraltıldığını belirten Tehânevî, böylece “idrak”in psikolojik anlamda bir duyu algısından ziyade epistemolojik bir kavrama olayı olduğuna da işaret etmiş olmaktadır. Müellif tıpkı Cürcânî gibi bilginin tevehhüm, tahayyül, taakkul gibi kelimelerle de ifade edildiğini hatırlatarak bilme ile diğer zihin faaliyetleri arasındaki paralelliği göstermektedir. Ancak nihaî olarak bilgi bu faaliyetlerin bir hükme ulaşmış veya bir kavram oluşturmuş neticesinden ibarettir (bk. Keşşâf, “ʿilm md.).

Mârifet kavramı ilim karşılığında kullanılmakla beraber (Fârâbî, Kitâbü’l-Burhân, vr. 175a-b; krş. a.mlf., ʿUyûnü’l-mesâʾil, s. 65) ilme göre daha özel anlamlar taşır.

Mârifetin konusu basit varlıklar iken ilim birleşik varlıkların bilgisidir. Bu sebeple Allah’ı bilmekle ilgili olarak “alime” (bildi) fiili değil “arafe” (mârifet hâsıl etti) fiili kullanılmaktadır (Tehânevî, “maʿrife md.).

Bilgi konusunun küllî ve cüz’î olması da ayırım sebebidir. Nitekim İsmail Fennî’nin işaret ettiği gibi mârifet cüz’î-basit varlıkları, ilim ise küllî-birleşik varlıkları idrak anlamında kullanılabilmektedir; bu gerekçeyle Allah’a “âlim” (alîm) denmekte, fakat “ârif” denmemektedir. Ayrıca mârifet, ancak var olduğu bilinen şey hakkında gerçekleşen bir tanımadır. Bu anlamda mârifetle aynı olan irfan, eserleri idrak edilip kendisi (zâtı) idrak olunamayan hakkındaki bilgi anlamında kullanılmaktadır. Söz konusu ayırımlar ilmin mârifetten daha güçlü ve geniş bir anlam taşıdığını göstermektedir (bk. İsmail Fennî, “connaissance” md.).

Kur’an-ı Kerîm’de bilgi (ilim), en sık kullanılan anlamıyla ilâhî vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. Burada kelime tam mânasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir.

Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim kesin bilgi demektir ve bu bilgi sayesinde Câhiliye (bilgisizlik) çağının kapatıldığı imasıyla kelimenin anlamı “değer” mefhumunu da ihtiva edecek şekilde genişletilir. İlâhî mesaj olarak ilim başlı başına bir kanıt olma özelliğini de taşır: “Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…” (Bakara 2/120, 145) âyetindeki ilim ile “Ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” (Nisâ 4/174) âyetindeki burhan kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade eder.

Bunun yanı sıra ilâhî mesajın insan bilgisine kılavuz olma özelliği de vardır.

Öncelikle vahiy, muhatabı olan insanı düşünme ve bilme melekeleriyle donanmış olarak tasvir ettiğine göre bilme eylemini sevkedip yönlendiriyor olmalıdır.

Dolayısıyla vahyedilmiş bilgi insanın bilme eylemini artık gereksiz kılan bilgiye değil bu eylemi doğruya, iyiye, güzele ve daha mükemmele sevkeden nihaî ve mutlak bir karaktere sahip olan ilke ve hükümleri ifade eder. Bu vahyedilmiş bilgiler karşısında insanın yine Kur’an’da açıkça belirtilen bilgi vasıtalarını kullanması da ısrarla istenir.

Kaynak

TDV İslam Ansiklopedisi

M.Kutlu Aytuğ