İnsanın hayat hakkındaki bilgi ve düşünceleri diğer bütün düşünce ve görüşlerinin temelini teşkil eder. Bu temel bilgi ve düşünceler (inanç esasları), hayata bakış açısı olarak günlük yaşantımızda ele alınan bir söz olarak bilinir. Bütün diğer düşünceler, bu temel düşünceden çık­makta ve ona bağlı olma durumunda kalmaktadır. Şöyle ki; bir insanın dünya hayatı hakkındaki temel düşüncesinin her şeyin kendiliğinden var olduğunu kabullenmesi; ki Marksistler, o kanaattedir. Bu takdirde insan inancının yani dünya hayatı hakkındaki temel düşüncesinin, Marksist bir görüşü ihtiva ettiği söylenebilir. Ki bu düşünce ve görüş, doğruluğu, yanlışlığı tartışılmaksızın diğer bütün düşüncelerin temelini teşkil eder. Bir başka insanın da dünya hayatı hakkında temel düşüncesine bakıldığında bir yaratıcı varmış yokmuş, sadece vicdani bir mesele sayıp, bunu bir problem olarak kabul etmediğini ve dünya ha­yatıyla ilgili düzenlemeleri (yaratıcıyı ve ondan gelen nizâmı) hayatının dışında tutmayı yeğlediğini görürüz; ki genelde bütün batı dünyası ve onların çizgisinde yü­rüyenler bu kanaattedirler.. O takdirde bu insan içinde, dünya hayatı hakkında laik görüşe sahihtir, denilmek lazım gelir. Burada dikkat edilirse kişinin bütün dü­şüncelerinin dünya hayatı hakkındaki temel düşüncesine uygun düşmesi sonucu çıkmaktadır. Böyle olduğu tak­dirde ancak dipten doruğa doğru insanın bütün düşünce ve davranışlarında bir cinsten olma müşahade edilebilir. Doğru veya yanlış olma sonucu bakımından bir yana, bu insicamlı oluş; yalnız bu dünya hayatında olurmuş veya başka bir hayatta olurmuş bu ayrı bir konudur. Nitekim batı dünyası laik inanca sahiplendikten sonra bulunduğu ortaçağ şartlarının üstüne çıkarak eski geri kalmışlığından kurtulmuştur. Zira avrupa o dönemlerde, îslâmın hayata bakış tarzından etkilenmiş ve insan-ilim-din ilişkilerini en azından (ilme verilen önem cihetiyle) İslama benzer şe­kilde düzenleyerek aklın ve ilmin rehberliğini kabul edip ortaçağ taassubundan kurtulmuş, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden oldukça ileri bir gelişme göstermiştir. Oysa İslam alemi orta çağ dönemindeki insan-ilim ve din dengesini muhafaza edememiş olduğundan ekonomik, sos­yal ve kültürel yönden devamlı gerilemiştir.

Batının 1789, Sovyetlerin de 1917 devrimleri ile ulaş­tığı sonuçlar eşyanın tabiatına uygun mudur, değilimdir?

Batı da ve Doğu da, bu dünya gö­rüşlerinin getirdiği yerden, insanlar memnun mudurlar değil mi­dirler, bütün bunlar elbette üzerinde konuşulması gereken önemli konulardır. Bir cümle ile de olsa belirtmekte za­ruret görürüz ki, ne “Batı’nın dünya görüşü” ve ona dayalı dünya düzeni, ne de “Sovyet temelli Doğu’nun ve Uzak Doğunun dünya görüşü” ve ona da­yalı dünya düzeni, eşyanın tabiatını ve insanın gerçeğini anlayabilmiştir. Bu sebeble söz konusu “Dünya görüşleri ve bundan çıkma düzenler” hiçbir zaman insanları tatmin edememiş ve huzur’a kavuşturamamıştır. Ve bu güne kadar da görünürde sadece dünya nimetlerinden fazla ya­rarlanılmasına imkan sağlamıştır, hepsi o kadar. Esasen bu durum açıkça ortadadır. Kısacası söz konusu görüş ve düzenler, İnsan’ı İnsanın kurdu haline getirmek yönüyle değişik yöntemlerle de olsa epey ilerileme kaydetmiş bu­lunmaktadır. Birisi “menfaat” kıstasını kullanarak bu so­nuca hızla varmışken, diğeri “maddenin tekamülü” uğ­runda aynı sonuca ulaşmada öbüründen pek geri kalmamıştır. Bir diğer ifade ile her iki dünya görüşü “İnsan”ı bu hale getirmişken, insanların büyük bir kısmı,başka sahte güneşlere, doğu mistizmine sığınmış, ancak doğunun sahip olduğu bu göstermelik güneş ışı­ğının ve ısısının da insanları aydmlatamaz ve ısıtamaz ol­duğu anlaşılmıştır.

İnsan kendisini gerçekten ısıtacak ve eşyanın ger­çeğini aydınlatacak bir başka ve sahici “Güneş”e yani İslam güneşine muhtaç olduğunu günümüzde daha iyi kav­rayabilmektedir. İnsanlara belki bir zaman, hem de uzun bir zaman yanlışlar doğru olarak kabul ettirilebilmektedir. Ve belki insan bir süre yanlışların doğru olduğunu da sa­nabiliyor. Lâkin “Gerçeğin tabiatı” hiçbir zaman devamlı gizllenmeye müsait olmadığından, insanın fıtratı da eninde sonunda doğruyu görmeye müsait olarak yaratılmış ol­duğundan (Belki birçok yanlışlar uzun da olsa bir süre doğru olarak bilinegelmiştir. Fakat hiçbir zaman ilanihaye öyle sürüp gitmemiştir. Eşyanın tabiatı ve insanın fıtratı yaratıldıklarındaki özellikleri ile aynen devam et­tirmektedirler. Bu böyle sürüp gittiği, değişmediği sürece de hiçbir zaman doğrular yanhş, yanlışlar doğru ol­mayacaktır.) insan, er yada geç, gerçeği ve doğruyu mut­laka anlayacaktır.

Ali Kömürcü