Tevhid Kaynaklı Dinlerin Doğuşu ve Batışı (Kıyamet)
Dinler Tarihi araştırmalarına göre günümüze kadar devam eden en eski tevhid kaynaklı bozulmuş din Hindu dinidir. Ki bu din, Hindistan’da doğmuş (M.Ö. 5.000 yıllarında) ve zaman içinde uzak doğu denen coğrafyada yani Orta Asya, Tibet, Çin, Kore, Japonya, Hindi Çin denilen Kamboçya, Miammar, Vietnam, Tayvan ve Okyanus adalarına yayılarak, buralardaki kavimlerin örflerine ve kabiliyetlerine göre değişik isimler altında, değişik din ve mezhepler altında, değişik itikat ve uygulamalarla asliyetinden uzaklaşarak günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır.
Bu en eski tevhid kökenli dinden bozularak günümüze kadar gelmiş uzak doğuya ait din ve mezheplerinin asliyetinden ayrılmalarınin sebebi, her ne kadar aynı olsa da yani insanların nefsi arzuları peşinde ilahi ölçülere sırt çevirmeleri sonucu yoldan çıkma, toplum yönetim ve iradesini ilahi değerleri yok sayan veya kabul etmeyen kişilere geçmesi gibi sebeplerden dolayı olsa da esas sebebin önce itikatta, sonra ibadet ve yaşam tarzlarında, yöneticilerin sundukları beşeri ve felsefi ölçülerin benimsenmesinin olduğu bilinmektedir. Bir diğer bozulma sebebi de, M.Ö 1000 yıllarında, orta Avrupa ve Orta Asya steplerinden gelen bir başka bozuk inancı haiz ari ırka mensup kavimlerin Hindistan’ı istila etmeleri sonucu, kendi bozuk inançlarını; Hind inancı içerisine sokmaları ve bozulma sürecini çabuklaştırmalarıdır. Her ne kadar oluşan bozulmayı tassih etme anlamında M.S 3. Yüzyıl sonrasında bazı seçkin zatların ortaya çıkmasıyla (Buda, Tao, Konfiçyus v.s) yapılan olumlu düzeltmelere rağmen, daha sonraki yüzyıllarda ıtikatta ve uygulamada bozulmalar devam etmiştir.
Burada önemli bir hususa değinmek gerekir. Tarihi tespitlere göre dinlerde itikat ve uygulamaların, asliyetine yakın düzelmeler olduğunda, insanların ve kurulan devletlerin parlak, güçlü, ihtişamlı ve şevketli dönem geçirdikleri dikkati çekmekte, bozulmaların olduğu zamanlarda ise zayıf, güçsüz, istilalara maruz kalma, hırpalanma, fakru zaruret içerisinde dönemler geçirdikleri görülmektedir. Ki bundan sonra yapacağımız açıklamalarda, tevhid dinin bozulmasına kadarki dönemde ve bozulduktan sonraki dönemde, insanların nasıl bir hayat sürdürdüğünü kısaca ispatlamaya çalışacağız.
Yahudi tarihinde de aynı durum yaşanmıştır ki, Hz. Musa’nın peygamberliği (M.Ö.3000’li yıllar) ile başlayan ve kısa süreli fetret dönemi saorasi filistine yerleşmeleri den sonra M.Ö. 2000’li yıllara kadar ki dönemde, Yahudi tarihinin en parlak devirleri olduğu (Hz. Davut ve Hz.Süleyman dönemlerinde inşa edilen, zamanın medeniyet harikası mesci-i aksa’nın görkemi bu duruma şahit) tarihten sabittir. Sonraki yüzyıllarda toplumun çoğunluğunun dine itibarının azalması ve birkaç yüzyıl içerisinde bir kısım ayetlerin de tahrif edilmesi sonucunda; Yahudi ülkesi doğudan gelen Asur, Babil v.d kavimlerin istilasına maruz kalmış, Yahudiler, köle-işçi olarak toplu halde Babil’e sürülmüştür. Daha sonra Babil’in Pers hakimiyetine geçmesiyle eski yurtlarına gitmelerine izin verilmiş, ne varki dinlerini, asliyetine döndürme ve adil bir toplum olarak yabancı kavimlerle barış icerisinde yaşama yerine kendilerini başka toplumların üzerinde görme, dinin emretmedigi fitne fesat, zulüm gibi fiiler islemeye devam etmişlerdir. Bu hallerinden dolayı bu kez Roma devletinin kadrine uğramışlar ve ikinci defa toplu halde Roma devletinin değişik bölgelerine sürgün edilmişlerdir. 20.Yüzyılda İngiltere himayesinde bir kısım Yahudilerin eski topraklarına dönmesi sağlanmış olsa da, dini ve ahlaki tefessuhat-bozukluk, iç kavgalar, zülüm ve isyan etme yine devam etmekte olduğundan, (halen gasbedilen toraklarda geçmişte yaptıkları gibi kendilerinden olmayana karşı zulüm idaresini devam ettirmektedirler)
muhtemel ki; tekrar büyük bir ceza ile karşı karşıya kalacaklardır.Aynı şekilde Hristiyanlık ta, doğuşundan kısa bir süre sonra, dünyanın dört bir tarafına yayılmış, Avrupa, kuzey Afrika ve Orta doguda büyük itibar görmüştur. M.S 200’lü yıllarda doğu ve batı Roma devletlerinin bu dini kabullenmelerinden sonra büyük cihan devleti olarak ihtişam ve şevkete kavuştuğu, batıda ve doğuda en geniş sınırlara ulaştıkları, görkemli ve parlak bir dönemin yaşandığı bilinmektedir (Zamanın medeniyet harikası Ayasofya Klisesi’nin görkemi bu duruma şahit). Ki, zamanın Hristiyanlarının da, ahlaki ve medeni bakimdan parlak ve güçlü bir dönem yasadiklari bilinmektedir. Ne zaman ki Hristiyanlık asliyetini kaybetmeye ve bozulmaya başlamış (M.S.4. Yüzyıl), Hristyanlığı temsil eden doğu ve batı roma devletleri zayıflmaya başlamıştir. Doğu Avrupa’dan gelen kavimlerin (Hunlar ve Bulgarlar) baskılarına ve istilalarına karşı konulamamiştir. Bu donemde yaşayan Hristiyan topluluklar da, her alanda fakru zaruret içerisine düşmüstür. Ne zaman ki islamiyetin doğmasından bir kaç yüzyıl sonra (9. Ve 10. Yuzyıl) İslam medreslerinde fen ve tıp tahsili yapan Hristyan öğrencilerin ufku açılmiş olarak ülkelerine dönmusler ve bozulmuş olan Hristiyanlığı tassih edici reform faaliyetlerine teşebbüs etmisler ve ilim adamlarına ve teknolojik gelişmelere önem vermeye baslamislar; yeniden parlak, güçlü, şevketli devletler oluşturmuşlardır.
Gerçek o ki, Hristiyan batı alemi, 10. Ve 11. Yüzyılda islam ülkelerinde yaşanan refaha ve zengin hayata imrenmelerinden olsa gerek, papazlar tarafından, güya Kudüs’ün Hristiyanlık düşmanı kafir müslümanların elinden alınması hedef gosterilmis ve katledilmeleri ve mallarının gasbedilmesi dini vecibedir, diye Avrupa’nın her tarafında vaazler verilmiş, krallar ve Hristiyan ahalinin, kudusu zabtetmek uzere top yekün islam ülkelerine saldırmalari istenmiştir (malum haçlı seferleri), Ki ister istemez Anadolu’da büyük savaşlar yaşanmıştir. Anadolu üzerinden yapılan saldırılardan bir sonuç alınamasa da, (gelenlerin çoğu yok edilmiş). Denizden yapılan saldırılarda Akdeniz kıyı şehirleri alınarak Küdüs’e ulaşılmıştır. Ele geçirilen topraklar ellerinde kaldigi süre içerisinde o yörede yaşayan ahaliye büyük zulümler etmislerdir. Ne var ki yarım asırlık hakimiyetlerine Selahaddin Eyyübi’nin ordusunca son verilmiştir. Kudüs ve civarı şehirlerdeki hakimiyet sona erdirilmiştir. Sonuçta çok miktarda can ve mal kaybıyla Haçlılar ülkelerine geri dönmek zorunda kalmişlardir. Bu yenilginin, gerçek sebebinin; daha önce belirtildiği üzere müslümanların ilim ve teknikte üstün olmalarından kaynaklandığını görmüşler, krallar ve yöneticiler; Bu üstünlüğü elde etmek için Endülüs başta islam ilim merkezlerine, tahsil yapmalari için öğrenci gondermeye başlanislardir. Tahsillerini tamamlayarak geri dönen oğrenciler; 13. Yüzyıl sonrasında gerek düşünce hayatında, gerekse bilim ve fen alanında, kralların ve yöneticilerin desteği ile Klise taassubunu kıracak faaliyetlerde bulunmuşlar ve özellikle fen ve tıp alanında, islam medreselerine benzer kurumlar oluşturmuşlar, bu kurumlar vasıtasıyla felsefe, fen ve tıp bilimleri üzerinden Klise taasubunu kırmışlardır. 14.yüzyıl itibarıyla Avrupa’da Klise mekteplerine parelel fen ve tıp mektepleri oluşturulmuştur. Ki bu öğrecilerin ilim hayatında ön almalarıyla ister istemez dinde reform teşebbüsleri olmuş, iç savaş benzeri mevzi çatışmalardan sonra ilim ve felsefeye açık aklı ve menfaati esas alan yeni bir mezhep (Protestanlık) ortaya çıkmıştır. Kuzey ve orta Avrupa’da prens ve krallar ile birlikte kısım papazlarla birlikte halk, bu mezhebi benimsemiştir. Bu akım daha sonra Rönasans adı altında sanat ve edebiyatta da gelişmelere yol açmış, ki esasen düşünce hayatı bakımından, tüm Hristiyan aleminde bu akımın tesiri olmuştur.
Bu dönemlerde Avrupada mezhep savaşları olurken, islam aleminde, en parlak ve şevketli bir dönem yaşandigı görülmektedir. İslam aleminde Vahyin ve dinin saflığı bozulmadığından, medreselerde dini ilimleri yanında fen, tıp ve sosyal ilimler (tarih, dil ve edebiyat, mantık) ve matamatik tedris edilmekteydi ve devletin yönetim kadroları; ufukları açık örnek insanlardan oluşmaktaydı. Askeri bakımdan da oldukca güçlü, insan kaynakları ve ekonomik bakımından yeterli seviyede idi. Devlet, ikta sisteminin sağladığı kolaylıkla vergi toplanmasında ve savaşlarda asker toplanmasında hiç bir zorluk çekmiyordu. Ne zamanki 16. Yüzyılı sonlarına doğru, ikta sistemiyle birlikte medreselerde tıp,fen ve sosyal ilimler aleyhine değişiklikler olmuş, ehliyetsiz ve dine lakayt kadrolar yönetim kademelerine geçmiş; Osmanlı devleti başta, Orta Asya, Hindistan, Kuzey Afrika gibi İslamın egemen olduğu coğrafyalardaki irili ufaklı müslüman devletlerde fen ve teknolojide gerilemeler olmuş ve buna karşilik İngiltere başta batı Avrupanin denizci devletlerinin saldırılarına maruz kalınmıştir. Sonuçta değil savaşlarda yenilmek, islam devletleri bir bir sömürge olmak durumunda kalmıştır.
İslamın dünyada ki egemenlik zafiyeti ve kaybı, esasen dünyayı; tarihte hiç görülmemiş felaketlere düçar etmiş, Avrupa devletlerinin teknolojik üstünlüğü; onların birbirleriyle sömürge yarışına itmiş ve dünya çapında büyük savaşlar yapılmıştır. 20. Yüzyıl başlarında ve ortalarında peş peşe yapılan dünya savaşlarında kısa zamanda milyonlarca insan ölmüştür. Öyleki; yapılan savaşlarda teknolojik üstünlüğü haiz ABD, yeni keşfedilen Atom bombasıyla Japonya’da, 5 dakikalık zaman diliminde savunmasız masum sivillerin yaşadığı iki şehri bombalayarak kadın çocuk ihtiyar demeden yüzbinlerce insanı katlederek savaşın galibi olmuştur. Bu savaştan sonra büyük devletler, Atom bombasını, birbirlerini tehtit silahı olarak kullanmışlardır.
İslamın öteden beri muhafızı ve süngüsü olan Türkler; Orta Asya’da ve Balkanlarda istiklallerini yitirmiş olarak kendi kabuklarına çekilmişler, Ancak Türk-İslam aleminin bin yıldan beri, beyni ve merkezi durumunda olan Anadolu Türkleri, sömürgeci batı devletlerine karşı büyük bir direnç göstermişler ve istiklallerini muhafaza etmişlerdir. Her ne kadar yüz yıl kendi kabuğına çekilmiş, bu arada batıya korku salmış olma özelliğini kamufle etmiş olsa da, 21.Yüz yıl başlarından itibaren tekrar dünya sahnesinde kendini göstermeye, bilim, teknoloji ve ozellikle savunma sanayi başta olmak üzere ekonomik ve sosyal alanda yavaş yavaş güçlenmeye başlamıştır. Bu gelişmenin tersine ABD ve Avrupa ülkeleri, 21.Yüzyıl itibarıyla dünyada zengin ve başat devlet olmaktan yavaş yavaş uzaklamaya başlamıştır.
Kısacası dünya üzerinde son iki yüzyılda hiçbir ahlaki değer tanımaksızın egemen olan ABD ve Batı Avrupa devletleri, üstünlüklerini orta doğuda Türkiye ve Müslüman müttefiklerine, uzak doğuda da Çin, Hindistan, Pakistan’a kaptırma durumuna düşmüştür. Ne var ki; bu zalim devletler, üstünlüklerini kaptırmamak için her yola başvurmaktadırlar. Öyle ki; bu uğurda insanlığın başına kıyamet savaşları bile çıkarabilirler.
Kim ne derse desin, 2022/23 yıllarında; insanlığı böyle bir tehlike beklemektedir, denilebilir. Yani tevhid kaynaklı dinlere mensup Yahudi ve Hristiyan aleminin ittifakı ile dünyanın başına kıyamet kopabilir.
Evet! Tevhid kaynaklı son din İslamı, büyük bir tehlike beklemektedir.
A.K