5000 yıl önce Türk’ün yeryüzünde adı, şanı, devleti vardı. 2500 yıl önce Türk’ün devleti, ordusu, bayrağı, hükümranlığı vardı. Tarihî bilgi ve belgelere göre son iki bin yılın 1700 yılında Türk’ün cihanşümul devletlerinin bayrağı altında varlığını, kültürünü devam ettiren, huzur ve istikrar içerisinde  olan yüzlerce yabancı farklı kavimler yaşıyordu.

Devletler kuracak, devletleri yaşatacak ahlâk, bilgi ve kabiliyet Türk’ün DNA’sında mevcuttu. Süper devlet olduğu günlerde dünyada adeta  dünyada Birleşmiş Milletler görevi yapıyordu. Esir krallar, analarını Türk hakanlarına, sultanlarına himmet istemeye gönderiyorlardı. Bir selâmı şahane, bir haber gönderme; savaşları kesiyor, zalim kralları hizaya getiriyordu.

Türk’ün yaratılış, karakter, kültür ve ahlâkî özellikleri, İslâm ile şereflendikten sonra daha da katlanmış, devlet olarak daha da büyümüş, kıtalara hükmeder hale gelmiştir. Devlet denince Türk’ün devlet zamanı ve devlet nizamı “Devlet-i Aliyye” akla gelmekteydi. Afrika’da, Avrupa’da eskiden Türk bayrağı altında yaşayan kavimler, günümüzde Türk’ün devletini özlemle hatırlamakta, yine “Devlet-i Aliye” nin  kanatları altına girmeyi, dün olduğu gibi bu günde dört gözle beklemekte…

Türk milleti ve devleti, asla gayesiz yaşamadı. Her zaman Îlây-ı kelimetullah-Allah’ın dininin ve düzeninin hakim hale getirilmesi gayesi-hedefi istikametinde yaşadı. Türk milleti, yeryüzünün Allah ve Rasulü’ne ait olduğunu buyuran cihanşümul Peygamber’in, İslâm’ı tebliğ konusunda, kendini varis sayıyor, hedefi yüce olduğu için, düşmanlarının; kendisine saldırmasına imkân vermeyecek tedbirleri almakta, onlara; kendisine karşı birleşme fırsatı vermeden, içte birbirlerine düşmeden birliğini sağlamakta ve düşmana gereken dersi vermekte gecikmeyen bir millettir.

Anadolu’dan, İstanbul’dan, Avrupa kıtasından, Türk’ü geldiği topraklara, Asya içlerine gönderme planlarından hiç vazgeçmeyenler, Asya içlerini de Türk’e çok görecekler, bugün Afganistan’a yaptıklarının benzerini yapma peşindeler, ancak ne çeit yeni planlar yaparlarsa yapsınlar, hiçbirinde başarılı olamayacaklardır.

Türkiye’de ki azınlık okullarında öğretmenlerin en az üçte birinin misyoner, papaz, rahip ve rahibe olması ve onların gayretleri; Türk milletinin asla mayasının bozulmasına kafi gelmeyecektir. 1920’lerde Urfa’da Fransız işgalini meşrulaştırmaya çalışan Amerikalı misyoner Miss Holms’ün benzerleri ve yerli uzantıları, bugünde Hıristiyanlığın yayılması için insanımıza el uzatıyorlar, dış merkezli kulüpler vakıflar ve localar kuruyorlar bunları pıtrak gibi çoğalmakta. Hıristiyanlığın şirin gösterilmesi için sinema ve film piyasasındaki kuruluşlara kiliseler yüz milyonlarca dolarlar akıtmaktadırlar. Milletlerarası kuruluşlar eliyle değişik adlar altında yazılı ve görsel medyaya legal veya illegal paralar veriyorlar veya imkânlar sağlıyorlar. Kolejlerden kabiliyetli çocukları seçerek Batı ülkelerine ve ABD’ye götürüyorlar, devletimizin bursları veya kendi imkânlarıyla gidenlere çengel atıyorlar, key menler yetiştiriyorlar. Ülkelerindeki lâik alanları ve lâik eğitimleri %13’lerde, %15’lerde tutanlar, ülkemizde % 98’lere, % 100’lere çıkarılmasının planlarını projelerini yapıyorlar; bunları ülkemize dayatacak Legion d’honnour, comander nişanına sahip taşeron buluyorlar, % 2’lik dinî eğitim alanını da çok görüyorlar. Sadece Fransız Katoliklerinin dünyada 950 üniversitesine ve üniversiteler bünyesindeki 950 ilâhiyat fakültesine yenilerini eklemeye çalışanlar, ülkemizdeki dinî okulları ve Kur’an kurslarını, Kur’an öğretimini çok görüyorlar. Efsaneleri kaybolsa kıyamet koparanlar, zaman imbiğinde süzüle süzüle topluma köksalan değerlerimizi demokratikleşme, AB’ye uyum paketi ve BOP’a uygun yapılanma adına çiğniyorlar çiğnetiyorlardı. Akibeti belli olmayan AB’ye girme ümidiyle binlerce yıllık devlet geleneğimizi tırpanlamaya devam ediyorlar. Ülkenin ve devletin birliğine, anadilde eğitim ve yayın safsatalarıyla onlarca gedikten dinamit koyuyorlar, halâ da gedik bulup dinamit yerleştirmeye çalışıyorlar.

Sekiz yüz küsur senelik Endülüsü, Endülüs’teki müslümanları bütün vahşi usulleri kullanarak yok ettikleri gibi, aynı metotları uygulayarak Türk milletini ve Türk devletini yok etmeye kararlılıklarını bütün imkânlarıyla gerçekleştirmeye devam ediyorlar. Dinin, sosyal ve ahlâkî vicdanı geliştirmediği yerde dünyevileşen, dünya menfaatlerine kapılan insanı, menfaatsiz harekete geçirmek mümkün olmadığı gibi, onu frenlemek de mümkün değildir. Hatta, dinin sosyal ve ahlâkî vicdanın, oto kontrolün gelişmediği, yerleşmediği toplumlarda kanunlarla insanları idare etmek de mümkün değildir. Kanunlarla verilen dünyevî cezalar, hapishaneleri suç geliştirme teknik okullarına çevirir, suç işleme tekniğini ve oranını yükseltir. Dünyevî cezalar sadece azgınlığı artırır. İnsanlığın başlangıcından bu yana, zaman zaman toplumun bir atıfeti olarak uygulanan genel afların toplumun sağlığını bozmasını, afda değil, ferdin sosyal ve ahlâkî vicdanının dinî duyarlılıkla geliştirilmemesinde aranmalıdır. Dinî duyarlılığın zaafa uğradığı; sosyal ve ahlâkî vicdanın din eğitimiyle geliştirilmesinin ihmal edildiği Kıbrıs’ta Anayasa, kanunlar, vatandaşlık bağı ve hukuku, kısa bir süre önce yaptıkları savaş Kıbrıslıları kendi devletlerine ve kendi milletlerine bağlamaya yetmediği gibi, dünkü düşmanlarıyla ve bu gün hâlâ düşmanlığa devam edenlerle iş birliğine, sarmaş-dolaş olmaya itmektedir. Bir çuval fındığa kavuşma hayaliyle, pusuda bekleyen kediyi unutup ortaya çıkan fareye benzemektedirler. Dinî duyarlılık, Allah’ın kitabını, kitabındaki emir ve hükümleri, Hz. Muhammed s.a.’in sünnetini, sünnetiyle ortaya koyduğu emir ve hükümleri sahiplenmek ve benimsetmektir. En azından bu hükümleri hafife almamak ve uygulayanlara saygı göstermektir. Allah, kendisinin ve Rasulü’nün emir ve hükümlerini insanlar unutmasın, devamlı dinî duyarlılığa sahip olsun diye kısım-kısım günlük, aylık ve yıllık ibadetler halinde düzenlemiştir. Bunlarla da yetinmemiş, insanların çevrelerinde olup bitenlere kör, sağır ve dilsiz kesilmemeleri için uyarıda bulunmuştur. Yeryüzünde canlıların en kötüsünün, hak ve hakikate, çevrelerinde olup bitenlere karşı sağır ve dilsiz kesilerek, akıllarını kullanmayanlar olduğunu belirtmiştir. Dünyada, çevrelerinde olup bitenlere karşı kör kesilenlerin, âhirette kör olarak haşredileceklerini ve daha beter bir durumda olacaklarını hükme bağlamıştır. İnsanların, sadece zulüm ve haksızlık edenlere isabet etmekle kalmayacak olan felaketten korunmaları için zulüm ve haksızlıkla mücadele emredilmiştir. İnsanların, bizzat kendi fiil ve davranışları sonucu karalarda ve denizlerde, gelişmiş şehirlerde ve kırsal alanlarda bozulmaların olacağını ve anarşinin doğacağını, bunların sonuçlarından bazılarının, kendilerini sıkıntıya sokacağını ihtar ederek insanları uyarmaktadır. Şafağın sökmesinden itibaren yatsı namazı vaktine kadar, günde beş defa bağımsızlığımızın ve hürriyetimizin sembolü olan ezan okunarak, Allah’ın, Allah’ın büyüklüğünün, Hz. Muhammed s.a.’in peygamberliğine şahadetin, namazın ve kurtuluşun hatırlatılması ibadetle alakası olmayan sıradan müslümanların, hatta müslüman olmayanların ruhunda, gönlünde meydana getirdiği etki, ya onları, ibadete, ya da imana sevketmektedir. Camilerin beş vakit, camilerdeki son cemaat yerlerinin devamlı açık olmasının, savaşta dal gibi yiğitlere, barışta servi gibi gelinlere benzeyen minarelerin şehirlerimizin her yanından görülmesinin hepimize bir güven, bir iç huzuru verdiğinin farkında olmayanımız var mı? Cuma ve bayram namazlarının coşkun kalabalıklarının; bir kısım cemaat arasındaki yakın dayanışmayı, bir kısmındaki göz aşinalığının, tatlı tebessümlerinin insana sağladığı ruhî rahatlığa Allah’ın evinden başka yeryüzünde ulaşılabilecek bir mekan biliyor musunuz? Dünyadan ebedî âleme göç edenimize, cenaze namazından daha asaletli bir uğurlamayı ortaya koyan bir din, bir inanç sistemi mevcut mudur? Bunların hepsinin ciddi manada farkında olan Türk milletinin, bağımsızlık mücadelesine ilk adımı attığı yerlerin başında cami gelir, ki bu mücadeleye en önde omuz verenlerin çoğunluğunu da müftüler, imamlar, müezzinler, kayyumlar teşkil etmiştir

Hz. Peygamber’in devlette teklik ilkesini etnik ayrılıkçılara ve dost postuna bürünenlere çiğnetmemeliyiz. İdealsiz, hedefsiz milletlerin yeryüzünde yaşama şansı yoktur. Bizi idealsiz, hedefsiz, duyarsız bırakarak dünyevileşen sürüler, halk yığınları haline getirip gütmek isteyenleri, sağduyumuzu, bilgi, beceri ve kabiliyetlerimizi harekete geçirerek ters-yüz etmeliyiz. Lâikliğin din olmadığının, dinin yerini dolduramayacağının dinin fonksiyonunu göremeyeceğinin, bir misyonunun da olmadığının, milleti bir arada tutmaya yetmeyeceğinin, yalnızca bir disiplin-uygulama olduğunun; yeterli İslâmî kültürle donatılmamış, Müslüman-Türk çocuklarını sağanak şeklindeki hıristiyanlaştırma çalışmalarına karşı koruyamayacağının bilincinde olmalıyız. Sayısız yurt dışı seyahatlerimde laikliğin beşiği olan ülkelerde, forsunu açarak trafiğe çıkan bir papaza selâm durmayan asker ve polis görmedim. Kendilerince unvanı olan mahalle papazlarının devlet resepsiyonlarına âla-yı valâ ile kabul edildiği günümüzde, hangi mahalle imamına, hangi salatin camii müezzine bu izzet ikram yapılmaktadır. Belki yarın, belki yarından da yakın gireceğimiz ateş çemberinde, sırtsırta olacağımız, arkalarında saf bağlıyacağımız bütün milletin öğütlerini dinlediği ölüme meydan okutacak ruh aşısını yapacak, şehitlerimizi uğurlayacak insanlara Hıristiyan dünyasının papazına gösterdiği saygı ve samimiyeti göstermek devlet-i ebed müddetin harcını çelikleştirecektir. Bizim nesil, ciddî bir savaş çemberinden geçmediğinden, düşman balyozu yemediğinden, millet olmanın ne manaya geldiğinin farkında olmadığı için, millî birliği parçalayıcı davranışlar basite irca edilerek önemsenmemekte çatlak sesler çıkmakta; kucak açıp yurt yuva edindirdiğimiz bazı gruplar, kendilerini imtiyazlı sayan kapalı toplumlar gibi hareket etmekte, geleneğimizin isimlerinden vazgeçerek çocuklarına yabancı isimler koymakta, kendi gruplarının üyelerini öne çıkarmakta; birliğimizi sağlayan dinimiz aslî unsurları pasifize etme aracı, imtiyazlılara perde olarak kullanılmaktadır. Medyada ve çarşılarda dilimize yapılan tasallut ise, yarım asır sonra, dilimizi tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir seyir takip etmektedir. Devleti ve milleti koruma mekanizmalarının başında olanların epeyce bir kısmının samimiyetsizliği ve makamlarını yalnızca geçim aracı olarak kullanmaları bu sıkıntıları büyütmekte ve yaklaşan felaketi çabuklaştırmaktadır. Kanser gibi bütün ülkeyi saran yabancı merkezli sivil toplum kuruluşlarının varlığı ise, yakın bir gelecekte içinden çıkılmaz sıkıntılar doğuracaktır. Bugün devlet, millet ve ülke, her zamankinden daha fazla öz verili, samimi, duyarlı, önünü gören, fedakâr, millet malını koruyan, başarılı, işini, planlı yapan ve zamanında bitiren, millet evladını kapısında bekletmeyen, millete zulüm ve haksızlık etmeyen dinî duyarlılığa sahip idarecilere muhtaçtır. Mevcudu muhafaza etmek için bu da yeterli değildir. Türk milleti Tarihten gelen misyonuna sahip çıkmalıdır. Devlet geleneği bile olmayan, dün ortaya çıkan çevremizdeki veya dünyadaki devletler planlı projeli misyonlarını dört elle sarılarak uygulamaya koymaktadırlar. Biz de, ya aklın, ilmin,    teknolojinin ve tarihin gösterdiği yolda, misyonumuza normal yoldan sahip çıkarak yaşama, gelişme ve bekamızı teminat altına alma becerisini göstermek zorundayız. Yahut da, takdir hükmünü icra edecek; olaylar bize epeyce zayiat verdirdikten sonra, aklın gösterdiği misyonumuza sahip olma mecburiyetinde olacağız. Anadolu’yu kutsal incil ülkesi görenler PKK’yı Finanse edenler, Türkiye’nin parçalanması için bütçelerine ödenek koyanlar, zemin siyah  Laikliğin, Türkü, İslâm’ın ordusu olarak görmelerine mani olmayacağını da biliyorlar. Anadolu Türkünü ortadan kaldırmadan Ortadoğu’ya sahiplenemeyeceklerini de biliyorlar. Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Romanya’ya, Kıbrıs Rum kesimine, Irak’a, hatta Gürcistan’a kurdukları üslerdeki füzelerin hedeflerinin Rusya, Çin olmadığını biz biliyoruz. Onların yakın çevremizdeki üslerine ve organizasyonlara karşılık, acilen ciddi, caydırıcı organizasyonlar kurmamızın icrasına geçmeliyiz. Milli bekamızın söz konusu olduğu yerde, kısa vadeli ekonomik kayıplar, ekonomik tehditler bu organizasyonun icrasına mani olmamalıdır. Bir avuç Yahudi, İsrail devleti ile değil, dinî ve ırkî duyarlılığı sebebiyle yeryüzünde kurduğu dinî, malî, siyasî ve sosyal organizasyonlarla ayakta durmaktadır. Batı emperyalizmi, malî ve siyasî gücünü, geniş hinterlandını Hıristiyan misyonerlerine borçludur. ABD’nin, halen dinamizmi Evangelistler’den kaynaklanmaktadır. Elimizde mükemmel bir değer, İslâm bulunmasına rağmen, topyekün millet olarak bu kutsal değere yeterince sahip çıkmadığımız, için, yarı mefluç haldeyiz. Gittikçe artan sosyal yaralarımızın, tedavisi, ferdî eksikliklerimizin giderilmesi, kısa zamanda kalkınma hamleleri yapıp diğer ileri milletlerin önüne geçebilecek güce mutlaka kavuşmamız gerekmektedir. İslâm’a, İslâm’ın kaynaklarına, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Muhammed alehissalatı vessalamın sünnetine; Türk’ün zaman imbiğinde süzülerek gelen örf ve adetine, geleneğine sıkı sarılmamız; Türklük ve müslümanlığın izzet ve şeref kaynağı olduğuna yürekten iman etmemiz yegane amacımız olmalıdır. Türklüğün adeta İslâm’ın eş anlamlısı olarak kullanıldığını dosta düşmana yeniden ilan etmeliyiz. İslâm dininde “Cemaat”ın birlik manasına geldiğini, cemaatleşmenin birliği bozma vesilesi olamayacağını, ibadet yeri olarak caminin yeterliliğini ve mükemmelliğini; fitne ve ayrılık ateşi yakmaya müsait yeni ibadethaneler ihdas edilemeyeceğini, camide birliğin korunması gerektiğini istisnasız herkese anlatmalıyız. Tarihini incelerseniz eğer, Anadolu girdabında hep dini bütün kavimler yaşama imkânı bulmuştur. Millet olarak hayatiyetimizin İslâmî duyarlılığa, İslâmî duyarlılıkla, yetiştirilmiş nesilelerin varlığına bağlı olduğunu bugün kabullenmezsek, yarın çok geç olacaktır.

Kemal ATA