İdeoloji ve Bilim
XX. yüzyılın son çeyreği çok buutlu bir bunalımın sarsıntılarıni yaşıyor. Çatlaklar giderek derinleşip ağırlaşıyor. Yığınlar dalgalanıyor. Üst seviyede tartışmalar, belli kavramlar etrafında: ilim, teknik, emperyalizm, silahsızlanma, iklim ve çevre kirliliği, tabii kaynaklar v.s. Buna tartışma demek de pek doğru değil. Mukayese ve anlamanın yerini tahminler ve iddialar, almış görünüyor. Gerek fert olarak insan, gerekse toplum olarak bir dram yada trajikomik bir “an”ı mı yaşıyoruz? Kaçınılmaz bir bunalımın yapıtaşları mıyız? Yoksa topluca bilinmez bir sona mı gidiyoruz?
Türkiye’de olanları dünya genelinden büsbütün ayrı ele almak güç, hatta imkânsızdır. Varolan toplum dinamiklerinden yükselen seslerin sebebi ve anlamları yakın tarih içindeki resmi yabancılaştırma çizgisinde yatmaktadır. Bu ihânet çizgisinin getirdikleriyle karşılaştı insanımız.
Kalabalıkların sapması bizi korkutmamalı. Bu kötü gidiş, hakikatin çoğunlukta oluşundan kaynaklanmıyor. Hz. İsa’ya. Galile’ye, Hallac-ı Mansur’a karşı olanlar kalabalıktılar, ama yanlışa batmışlardı. Ad, Semud ve Lut kavimleri de…
Bir “lanet’e mi çarpıldık, bir “kaçınılmaz sosyal determinizm “in içinde mi debeleniyoruz? Evet diyerek çıkamayız işin içinden. Bu bir kolaycılık, bir “ucuzculuk” olur. Böyle derken “sapan” ve “Saptıranların” bir “lanet “e uğrayacaklarını bildiren “haber”i göz ardı ediyor değiliz. Fakat buna sığınarak sorumluluktan kaçmanın erdemle, insanlık haysiyeti ile bağdaşmadığını da belirtmek gerekir. Ne yolumuz önceden kesildi, ne de aşılamaz bir engel kondu önümüze.
Herkes kendi başının derdine düşmüş, güdüler seviyesinde bir hayata “sürgün” edilmişse sorumlu biziz. Aynı çoğrafi ve iktisadi kaderi paylaşanlar, menfaatleri için birbirlerini kınyorlarsa suçlu biziz. Büyükler (!) keyf ve sefaları için uyutucu bir eğitim ve öğretim düzeni kurmuşlar, hız çağıdır diyerek insanlar koşturuluyorsa, sorumlu biziz. Yani hepimiz. Bunun adı “layığını bulmak” tır.
Türkiye’ye bakalım; yıllar yılı Batılılaşma hareketleri, halkımızın “gericilik”le suçlanışı, köydeki insana şapka giydirilmesi, alfabe değişimi, bir kısım halk önderlerinin kurulan mahkemelerle yargılanarak “halk düşmanı” denilerek asılışları ilim adına yapıldı. İlk bakışta yadırgatıcı bir söz belki. Ama son tahlilde bütün bu ve benzeri yıkımların, meselâ hukuk değişikliğinin, laik devlet anlayışının, ahlâkın bile “değişken” sayılışının ilim adına ortaya konduğu bir gerçektir. Daha doğrusu, bu değişimleri hazırlayan ve yürütenlerin dünyasındaki baskın fonu ilimcilik teşkil etmektedir. Çağdaş toplamlarda eski topluluklardaki eşya fetişizminin yerini “ilim” ve “ideoloji” kavramları aldı.
İdeolojiler gerçekliklerini ilimle belgelemek çabasında.. Öyle ki vahiy gerçeğinin bile ilimle doğrulandığına (!) şahit olunuyor.
Herkesin tek hakemi: ilim. Bütün hükümlerin gerekçesi: ilim. Bütün ihânetlerin dayanağı: ilim. Nerdeyse aşkların ve kinlerin de kıstası olacak. Şüphe edilemez, tartışılamaz bir tabu; ilim.
Nedir ilim? Doğuşu, yapısı ve değeri üstüne eğilmek gerekmez mi? Şimdiye kadar ilgili yayınlar ilim övgücülüğünden öte gitmemiştir. Yıllardır Cebir kelimesinin “El-Cabir” adındaki bir Müslüman matematikçiden geldiği, Pascal Kanununu bir Fransızın bulduğu, mikrobun İbn Sina tarafından keşfedildiği, Batı’lıların akıl hastalarını cin çarpmış saydıkları bir devirde atalarımızın müzikle tedavi ettikleri anlatılır bol bol. Ve bunlar bir ilerilik-gerilik, bir şan-şeref iddiasına dayanak yapılır.
Neyi hallediyor bunlar? Böylesi yaklaşımlar bir hayranlık veya aşağılık duygusunun pekiştirilmesinden başka bir işe yaramıyor. İlim kelimesinin arapça olduğunu, Rönesans için gerekli şartların İslâm ülkelerindeki “ilim adamları”nın eserlerinin tercümeleriyle oluştuğunu ifade ederek bir destan sayfası açmak gerçekten neyi çözümler? Batının “modernliği “ni bile bu tercümelere bağlayarak neye hizmet edilebilir?
Hiçbir gerçeği çarpıtıp abartmadan bu konu üzerinde durulmalıdır.
Duyular ve Akıl
Duyuların itibarı, temelde ilmin kurtuluşa götürebileceği umuduna kaynaklık ediyor. İlk eğitimden itibaren duyulara güven duygusu verilerek işe başlanıyor. Belki ampirik anlamda bilginin oluşumunu açıklamak için gerekli bu.
Fakat iş burada kalmıyor, kafalar eşyaya yöneltilerek, dikkat onda yoğunlaştırılıyor. İnsan duyuların dünyasına mahkum ediliyor. Ona âdeta akıl yürütme, hayal kurma bile çok görülüyor. Zihni olaylar iyiden iyiye yasaklanıyor. Daha doğrusu maddeye yapışık, derinliği olmayan bir hayat imkânı tanınıyor! Öyle bir kafa çıkıyor ki ortaya, düşünmek ve sormak değil, yaşamak önemli sayılıyor, onun için Felsefe tarihinde Condillac’ın “heykel adam” teşbihi duyulara güvenin oldukça müşahhas bir misalidir. Bunda, bilginin oluşumu için duyular yeter şart olarak alınır. İnsan doğuştan hiç bir yetiye sahip değildir. Bilinenler hep duyuların algılayışı sonucudur. Böyle bir sensualism’ in (duyumculuğun) elbet tutulur yanı yoktur. Beynin fonksiyonu nasıl görmezden gelinir? Hiç bir gücü, rolü olmayan bir et parçası değil ki o. İdrak edilenin bilgiye dönüşümü söz konusudur. Beyinde bir “yansıtma” ve “terkip” gücü vardır. Maddenin maddeye çarpmasından bilgi meydana gelmez.
Bir de şu var; duyulara itibar yalnız sansualizmin bir hususiyeti değildir. Rasyonalistler kadar marksisler de son tahlilde aynı anlayışı paylaşırlar. Birincilere göre doğuşta var olan yeti (akıl) de duyuların gücünden ötürü, başka deyimle duyulardan kalkarak fonksiyonunu icra eder. Aklın her şeye yetenekli olduğu iddiası, zımnen duyulara olan sınırsız güvenin uzantısıdır.
Marksist anlayış akıl vb. güçleri şartlarla açıklar, insanın tabiatla kendisi arasındaki çelişkiyi (!) yine akılla aşacağını, kaldıracağını söyler. Bu mantıkta tam bir paradoks vardır: aklın gücü sınırsızdır, ama bu şartların ürünüdür. Hem hâkimiyet hem mahkumiyet…
Temayı sürdürerek agnostisizme (bilinemezciliğe) varılamaz. Çünkü en iptidai denemelerimiz bile duyuların rolünü göstericidir. Ne var ki bakmak görmeye, işitmek de duyup anlamaya yeterli değildir. “Aklı olduğu halde fikretmiyenler, gözü olduğu halde görmeyenler, kulağı olduğu halde duymayanlar ve kalbi olduğu halde hissetmiyenler”in varlığını belirten “haber” bunu vurgulamaktadır.
Çağdaş insanın trajik durumunu bu kadar net anlatmak gerçekten güç. Yalnız bu tipi belli bir zaman kesitinde düşünmek yanlış. “Haber”, açıkçası vahiy umumi bir kafa tarzını, insan tipini işaretliyor. Artık mikro-fizikten psikolojiye kadar uzanan alanda çalışanların çoğunluğu duyuların gücünün sınırlı olduğu yönünde karar kılıyorlar. Bunların gücünü artırıcı âletler kullanılıyor. Belli uzaklık ve küçüklükten ötesi, renkler skalasmda belli bir sınırın ardındakiler görülemiyor. Yine belli frekansın altında ve üstünde kalan titreşimler işitilemiyor. Pratikteki duyu yanılmaları ise herkesçe biliniyor.
Halk arasında kullanılan bir söz var; “cahilin aklı gözündedir.” Anlamlı ve öğretici bir ifade. İlkin, idrakin en basitine işaret ediliyor. Sonra, bu tipin düşünme ve kavrayış gücünden yoksun olduğu, onun bir şeyin varlığına inanabilmesi için görmesi gerektiği anlatılıyor. Bir de ince bir alay var sözün bütününde.
En küçük ampirik deneylerle yanılmayı, unutuşu, anlıyamayışı çözülmeyişi, her şeyin bilinemediğini yaşarken nasıl olur da duyulan yüceltiriz, kendimizi bunların çerçevesine sıkıştınnz? İdrak gücünün dışında, ötesinde kalanı nasıl inkâr ederiz?
Öyle görünüyor ki, ilme güvenin gücü duyulara gereğinden fazla gösterilen itibarla artmakta. Çağdaş insanın dramım bu güven duygusundan ayrı düşünemeyiz. İfrat ve tefrit aşağı yukarı insanın karakteristiği oldu. Sanki ortası yok. Duyuları yüceltmenin sebebi biraz da bu olsa gerek.
Batılının ilme sığınışını anlamak zor değil. Başka çaresi kalmadı ki. Nereye gitsin, ne yapsın umut kapısı? Tarih mi, yaşandı; kilise mi, yıkıldı; eski Yunan veya hümanizma mı, geride kaldı, yetmedi. “Bunalım çağı”na geldi dayandı, Batı’lı insan. Güvensiz insan nasıl yaşar, mümkün mü bu? Hayır, bir dayanak arayacaktır mutlaka. Sıkıntının bile felsefesini yapmak işe yaramıyor artık. Geriye kalan; ilim. Bu sebeple onlan mazur görmek gerekli. Kendimiz için öyle mi ya?
Sorunun tutarlı cevabı yakın geçmişte yaşanan cebri değişimlerde yatıyor. Yapılan açık; farklı, hatta karşıt iki kültür ve dünyanın insanları bin yddır mücadele halindeler. Devrimler süreci (1923 hareketi), bu iki kültür ve dünyayı aynileştiriyor. Böylece bin yıllık Doğu-Batı mücadelesinin mesnedi kaldırılmış oluyor. Adına da “kurtuluş” deniyor.
Oysa ne utanılacak bir tarihe, ne de sorulamızını cevapsız bırakan bir inanç bütününe sahiptik. Arayışın, soruşun, karşılaştırmanın ibadet sayıldığı bir toplumun çocuklarıydık. Bir yazarın deyimiyle “güneşi cebimizde kaybetmiştik.” Kendi dünyamızın sürgünleriydik. Yeniden bulacaktık onu, bir yabancı gibi. İnsan tarihi trajedinin böyle korkuncunu yaşamış başka bir toplum yazmıyor. Şekspir ve İbsen aciz kalır bu trajediyi sergilemekten.
Eşya ve olaylar Batı’nın uzantısıymışız gibi ele alındı. Bir türlü ideolojik şemaların cenderesinden çıkılamıyor, bir şablonculuktur gidiyor.
Fakat insan yanlışta sürgit dayanabilir mi? Bu “Kabil Kompleksi” ne dayanabilir mi insanımız, özellikle aydınımız? Yeni sesler “yanlışı tesbit ile doğruları kesin olarak” yükselten sesler az da olsa duyuluyor artık. Gerçekler şemalara sığmıyor, çatlatıyor onları. Giderek her şey aslî anlamına indirgenecek, “sıfır ve sonsuzluk” arasındaki insana çıkışın yolu aralanacaktır. Bu bir bakıma, insanımıza kendi hafızasını iade anlamını taşımaktadır.
Saadettin Elibol