Yaşayan her varlık, kendi cinsi ile sesli veya sessiz (tavır ve davranışla) anlaşmak ihtiyacındadır. Beşer de­diğimiz insan cinsi de, birbiriyle anlaşmak ihtiyacında olup yaratılışından beri kendisine verilen ilahi emanetler (Sözle veya yazı ile meramı ifade kabiliyeti) sayesinde bu ihtiyacını gidermektedir.Ne varki zaman içerisinde bir­birinden ayrılan insanların konuşmalarında vukua gelen farklılaşmalar, giderek anlaşmayı zorlaştırmış ve neticede grupların birbirini hiç anlamıyacağı ölçüde dil farklılıkları ortaya çıkmıştır.Yapılan araştırmalara göre, her ne kadar dünyadü çeşitli diller ve yazı stilleri mevcut ise’de, esasda bütün dillerin ve yazı stillerinin aynı kökten çıktığı ve son­radan farklılaştığı belirtilmektedir. Yine yapılan araş­tırmalara göre, lisan olayının asıl sebebi değişik çevre şart­ları; değişik yaşayışlar ve davranışlardır. Nitekim göçebe toplumlarda mücerret kavram cihetiyle oldukça fakir bir lisanla meramın ifadesi ile yerleşik toplumlarda zengin bir lisanla meramın ifadesi, bir bakıma söz konusu ger­çeğin isbatıdır.

Öte taraftan günümüzde oldukça kısa zamanda bazı li­sanlarda (Türkçe başta omak üzere çoğu şark dillerinde) şahid olduğumuz değişiklerde gözönüne alındığında, dün­yada bu kadar çok değişik lisan olmasının, zamana bağlı nedenli tabii bir olay olduğu kolayca anlaşılır. Bu tesbitler esasen tarihi kayıtlarda da açıkça belirtilmektedir.

Kim ne derse desin lisanların değeri kavram zen­ginliğiyle ölçülmektedir. Şüphesiz kavram zenginliği de toplundarın kültür mirasıyla yakından ilgilidir. Bir lisan, göçebe dili olmaktan zengin ve yerleşik toplum dili se­viyesine gelmiş, kültür ve medeniyet cihetiyle dünyada önemli sayılacak bir mesafe almışsa, kimsenin bundan ra­hatsızlık duymaması gerekir.Zira bu, yüzyıllar süresince ortaya çıkan tabii bir gelişmedir. Burada ku-şaklar arasında anlaşmayı koparacak bir tehlikenin olması veya olacağı ih­timali düşünülemez.Fakat iş zoraki müdahaleye var­dığında işte o zaman değil kuşaklar arasında bağın kop­ması ihtimali, aynı kuşağa mensup olanların dahi birbirleriyle irtibatının kopması ihtimali her an mevcud olabilir. Bu tehlike, kim ne derse desin, bir lisanın top- yekün varlığını devam ettirip ettirememe meselesidir. As­lında Türkçe’ye son yıllarda yapılan müdahalelerin te­melinde yatan gerçek budur.

Bilindiği üzere devletin alet edilmesiyle,güye öz- türkçecilik yaftası altında lisanımıza suni ve zoraki mü­dahalelerde bulunulmuş (Önce eski Türkçe yazı stili de­ğiştirilmiş, güya bununla batı medeniyetine çabuk ulaşılması hedeflenmiş ve latin alfabesi ile bunun ger­çekleştirileceği umud edilmiş, ancak bir türlü bu hedefe ulaşılamamıştır.) ve kısa zamanda Türkçeye mal olmuş arapça farsça kelimeler dışlanmıştır, (bir çoğunun yeri tam doldurulamamış veya arapça ve Farsça kelimelerin yerine Moğolcadan, Rumcadan hatta Ermeniceden ve diğer batı dillerinden kopya edilme uydurukça kelimeler konul­muştur.) Kısacası öteden beri yaşama mücadelesi veren bu dile Türkçe demek bile çok görülmüş, sanki tarihte Os­manlIca diye bir dil varmış gibi,binbir emekle ge­lişen,zenginleşen Türk diline Osmanlıca adı verilmiştir. (Oysa ne arapça, ne farsça, ne de başka dillerde osmanlıca adı altında bir dil tanınmamakta, bu dil doğrudan Türkçe yani Türk dili olarak bilinmektedir. Zira Osmanlıca de­nilen bu eski Türkçe de pek çok yabancı kelime bulunsa da ve bir imparatorluk dili haline gelmiş olsa da, bu dil Türkçe sözdizimi (sentaks) yapısını koruduğundan Türk dili niteliğini asla yitirmemiştir. Bunun için ona “Os­manlIca” denmesi hiçbir ilmi esasa da dayanmaz.) şüp­hesiz asıl amaç, Türk kültür lisanına, “yaklaşılması sa­kıncalıdır” imajının verilmesidir. Ki bizim tedbirli münevverlerimiz de, sağolsunlar “biz eskimiş olan Türkçeden yana değiliz, yaşayan Türkçeden yanayız” diyerek bir uyanış belirtisi göstermiş bulunmaktadırlar. Tabii bunada uyanmak denilirse.

A.K