Devlet-Eğitim ve Din İlişkileri
İnsanların tek başlarına karşılayamadıkları gereksinimleri karşılaması açısından, devlet vazgeçilemeyen bir kurumdur.
Devlet siyasi açıdan; yönetme gücüne sahip, ideolojik açıdan toplumsal düşünme biçimine yön veren, ekonomik açıdan da; üretim ilişkilerini düzenleyen; sosyal yaşamı ve onun kurumlarını yöneten onlara düşünsel biçim kazandırarak yönlendiren ve kaynakları dağıtma yeteneğine sahip kurumlaşmış güçtür.
Devletin ortaya çıkışı insanlık tarihi açısından, çok da eski olmayan yeni bir olaydır. Devletin biçimi sahip olduğu güçlerin niteliğine ve kimde olduğuna bağlıdır. Bu nedenle devletin yapısı; gücü nereden, hangi toplumsal sınıftan ve nasıl sağladığı soruları önem kazanmaktadır.
Devlet; kültürünü, varlığını sürdürmek ve gelecek nesillere aktarmak amacıyla sosyolojik olarak kendinden önceki varolduğu kabul edilen aile, eğitim, din, hukuk, sağlık, güvenlik gibi tüm toplumsal kurumları, siyasal kimlik kazandırarak yönetmedir.
Siyasal bir sistem olarak devletin varlığı, sahip olduğu toplum ideolojik ve ekonomik özellikteki güçlere ve güçlerin oluşturduğu sistem ve kurumlar için ideolojik, siyasi ve ekonomik davranış kalıplarının kazandırılmasının ve istendik amaçları gerçekleştirmenin en sistemli kurumudur.
Antik Yunanda devlet ve eğitim ilişkisini önemle vurgulayan düşünür Aristo’dur. Aristo’ya göre insan sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla düşünmek, düşünce üretmek ve mutlu bir vatandaş olarak yaşamak için eğitimle kazanılmış değerlere, erdemlere gereksinimi vardır. Bu nedenle eğitimin amacı, vatandaşlara gerekli erdemleri kazandırmak ve mutluluğu sağlamak olmalıdır. Aristo’ya göre orta sınıf, haiz olduğu faydalı değerleri ve ekonomik gücü nedeniyle en güvenilir sınıftır. Bu nedenle eğitimin, orta sınıf değerlerini yansıtması ve orta sınıfın değerlerine göre yapılandırılması oldukça önemlidir.
Hıristiyanlıkla birlikte eğitim sınıfsal olma özelliğini kaybetmiştir. Hıristiyanlık, eğitimi sadece belli sınıfların yararlanacakları bir hizmet olmaktan çıkararak tüm topluma yaygınlaştırmıştır.
Ne varki Kilise, zamanla siyasi alanda olduğu gibi eğitim alanında da gücünü, devlet lehine kaybetmiş, Batılı düşünülerden Bodin Grotius ve Hobbes’e göre siyasi gücün yönü devlet yönünde değişmeye başlamıştır. Ki o nedenle eğitimin, ulus egemenliğine dayalı siyasal bir sisteme dayalı olarak; ekonomik ve ideolojik güç sağlayacak biçimde devlet tarafından düzenlenmeli ve kontrol edilmelidir; demişlerdir.
İnsanı sonradan toplumsallaşan bir varlık anlayışıyla ele alan eğitimin amacı, insanı değişime ve farklı fikirlere açık iyi vatandaş olarak yetiştirmektir, O nedenle batıda Aydınlanma Döneminde eğitim, bir devlet hizmeti olarak ele alınmaya başlamıştır. Böylece Din adına yapılan Klise öğretisinden ayrı, insanın doğal gereksinimlerine de cevap verebilecek biçimde devlet-eğitim ilişkileri dönemi ortaya çıkmıştır. Ki zamanla bu eğitim, Kiliseye alternatif olarak farklı zihniyet temeline dayalı olarak kitlelere sunulmuştur.
Rousseau’nun eğitim anlayışı, insanın doğaya göre biçimlendirilmesi gerekir. Birey için gerekli eğitim, kişinin kendine duyduğu saygı ve bencillik, kendi sosyal değerlerini yükseltmek ve başkalarını kontrol altına almak için baskı uygulamaları sonucunda oluşan toplumsal bir olgudur. İnsanlar bu duygu ile birbirlerini araç olarak kullanırlar ya da ortadan kaldırırlar. Roussea’ya göre bu durum ancak toplumsal sözleşmeyle ortadan kaldırabilir. Toplumsal sözleşmede herkes yasalar karşısında eşittir.
Devletin Güçleri ve Eğitim ile Olan İlişkileri
Eğitim, bir yandan siyasi, ideolojik ve ekonomik davranışların kazanılmasına aracılık ederken diğer taraftan devlete güç sağlayan ekonomik, siyasi ve ideolojik değişkenler arasında bir iletişim aracı olarak görev yapmakta ve karşılıklı olarak siyasi ideolojik ve ekonomik çevreden etkilenmekte ve onları etkilemektedir.
Ancak farklı toplumsal sistemler, farklı kültürler ve gereksinimlere sahip olduklarından belirtilen etkileşimin büyüklüğü, uyumu ve yönü siyasi, ideolojik ve ekonomik güçlerin niteliklerine göre farklılık gösterebilmektedir.
Siyasal Bir Güç Olarak Eğitimin Gelişim Süreci
Eğitimin, devlete Siyasi, ekonomik ve dinsel güç sağlayan bir kurum olarak ilk defa Sümerler tarafından ortaya çıkmıştır.
Eğitimin, siyasal sistemin bir aracı olarak Platon tarafından sistemleştirilmiştir. Platon’a göre devlet, yöneticiler, koruyucular, çalışanlar olarak sınıflandırılmıştır. Her sınıf kendi özelliğini koruyacak biçimde bir eğitim almalıdır. Platon’a göre ideal bir devletin amacı yönetici bulunması gereken yiğitlik, ölçülülük, adalet, bilgelik ve yöneticilik erdemlerini kazandırmak olmalıdır. Platon, filozofların soylular arasından çıkabileceğini söyleyerek eğitimin sınıfsal temelini atan ilk düşünürdür.
Siyasi Gücü Haklılaştıran Düşünce Olarak İdeoloji
Siyasi sistemin yeniden üretimini sağlayan ve siyasi güç ile ekonomik gücü oluşturan kurumlar egemen ideolojiye bağlıdır.
Egemen ideoloji kuramına göre kapitalizm, ekonomik yapısını değere göre şekillendiren ekonomik bir sömürü sistemi değildir. Kapitalizm toplumsal olarak kendi kendini ideolojinin çeşitli formlarıyla yeniden üretilebilen bir sistemdir.
Egemen sınıfla ona bağlı sınıfları uyumlaştırarak ideolojik ve siyasi süreleri devreye sokarak yönetenlerin ideolojik düzeyde yetişmeleri dengelenmedikçe sistem kendi kendini sürdüremez.
Egemen ideolojiyle kuram, Antonia Gromsci tarafından ortaya atıldı. Gromsci’ye göre siyasi güç ilişkilerinin tanımlanıp ayrıştırılabileceği farklı alanları vardır. Bunlar;
a) Maddi üretim güçlerinin niteliğine ve alt yapıya ait olan alan
b) Farklı toplumsal grupların örgütlenmesi ve siyasi bilinç oluşturma alanı
c) Askeri güç ilişkileri olanı
Bu ilişki alanları içinde egemen sınıflar ile ona bağlı sınıflar arasındaki çıkarların birleşik ifadesi genel ve evrensel değerler olarak kendini gösterir. İdeoloji siyasi düzeyin incelenmesi ile kavranır.
İdeolojiler gerçeklik ve sahtelik ölçütüne göre değil, sınıfları ve sınıf bölümlerine bağımlılık boyun eğme konumları bağlamaktaki işlevi ve etkinlik derecesine göre değerlendirilebilir.
Söylem olarak İdeloloji
Söylem kuramına göre nesnel olarak adlandırılan toplumsal davranışlar dil ile adlandırılıp, anlamlandırılır. Dil toplumsal davranışları adlandırarak düşüncenin oluşumunu sağlar. Toplumsal bütünlüğü meydana getiren davranışlar dil içinde var olduğundan insanın sosyalleştiği yer olarak önem kazanır. Dil belli sayıdaki sesler ve düşüncelerden meydana gelen toplum tarafından kullanılan bireyler tarafından yaratılamayan ve değiştirilemeyen bireylerin dışından kalan fakat kendi içinde kurallara sahip olarak bilimin nesnesini oluşturur.
Her dilin içinde bulunan gramer, fikirleri ifade etmek için bir iletici araç olmakla kalmaz. Dil kendi kendine fikirleri şekillendirir. Kişinin düşünce faaliyeti, algılarının analizi, fikir dağarcığındaki taşıdıklarının sentezi için bir program ve rehber sağlar. Fikirlerin meydana gelişi bağımsız bir süreç değil gramerin parçasıdır. (Mardin Şerif, Ankara 1982, sayfa 94)
Bartness’e göre dünya sadece insanların sorunların ve olguların dünyası değil aynı zamanda göstergelerin dünyasıdır. Toplumsal olan her şey var olmaya başladığında kendisinin bir göstergesine dönüşür. Toplumu anlamanın yolu göstergelerden geçer. Göstergeler düz anlamlarının yanında yan anlamlara da sahiptir. Örneğin “bayrak göstergesinde ses imgesi olan b,a,y,r,a,k ile görsel imge olan kumaş parçası birleşir ve bayrak göstergesini oluşturur. Ancak bir araya asılmış bayrak imgesi milliyetçi bir tutum, etnik bir savaşa verilen destek, ulusal bütünleşme gibi gösterilenlerin gösterisi durumuna düşer. Bortnes’e göre yan anlamlar düzeyinde ortaya çıkan ideoloji dilin özelliği sayesinde düz anlamlara bağlanarak doğallaştırılmaktadır. Dilin işlevi ideolojiyi doğallaştırma, egemen sistemin çıkarlarıyla bağdaştırmadır.
İdeolojik Sistemler
İdeoloji devletin ilk ortaya çıkışından günümüze kadar güç olarak farklı biçimlerden ortaya çıkmıştır. İdeoloji siyasi gücü biçimlendirmesi ekonomik eylemleri haklılaştırması bakımından liberalizm,sosyalizm, milliyetçilik ve mukaddesatcılık (Dine bağlılık) gibi şekillerde siyasal sistemlerin üretilmesine olanak sağlar.
Günümüzde etkisini korumayı sürdüren ideolojiler, farklı biçimlerde gruplandırılır. Deenommol; ideolojileri gericilik, devrimcilik, tutuculuk olarak, Gutek; milliyetçilik ve tutuculuk olarak. Kışlalı ise ideolojileri sosyalizm-komünizm, tutuculuk, faşizm ve milliyetçilik olarak sınıflandırmaktadır.
İdeoloji-Eğitim İlişkileri
İdeolojiler eğitim kurumlarında ortaya çıkmaktadır. Eğitim amaçlarının oluşmasından ve uygulanmasında ideolojiler belirleyici bir özelliğe sahiptir.
Tüm toplumlarda eğitimin içeriğini ve amaçlarını ideoloji belirler.
İdeolojilerin eğitim kurumlarından oluşmasının Rönesansla başladığı söylenebilir. Kentlerin ve ticaretin gelişmesiyle ortaya çıkan uluslaşma ve modern devletin, kendi çıkarlarını gerçekleştirebilmesi için ortak bir kültüre sahip bireylere ihtiyacı vardır. Bu da okulların devlet tarafından desteklenmesine neden olmuştur.
Tutuculuk
Tutuculuğun en ayırt edici özelliği egemen bir grup yada toplumsal sınıfa göre şekillenen kurumların ve değerlerin korunması ve sürdürülmesidir.
Liberalizm
Bireysellik, gelişme, temsili kurumlara güvenme ve sosyal değişme, liberalizmin temel kavramlarıdır. Buna göre bir işletmeyi yöneten özel kişiler kendi çıkarları için hareket etmelidirler. Bunlar kendi aralarında kendi aralarında serbest rekabette karşılaşırlar. Ulusal bir ekonomide herkes kendini, en yetenekli gördüğü ekonomik faaliyet alanında çalışmalıdır. Dış ülkelerle olan ekonomik ilişkiler de serbest değişimi kabul eder. Bu ideolojiye göre devlet ekonomi işlerine hiçbir şekilde karışmamalıdır.
Sosyalizm
Sosyalizm-toplumculuk, toplum yararını bireysel yararlar üzerinde tutmak ve toplumu bu amaca göre örgütlemektir. Sosyalizm en temel kavramı eşitliktir.
Milliyetçilik
Avrupa’da XIX yy.’da feodal (belirli bir coğrafyada, belirli bir topluluğun; egemen bir aile veya grup tarafından yönetilmesi) temel üzerine kurulmuş siyasi birliklerin bağımsız olma ve endüstrileşme sürecinde Liberalist anlayış çerçevesinde milliyetçilik önem kazanmıştır. Milliyetçilik ideolojisinin ortaya çıkması ulus olgusunun ortaya çıkmasından (Dini, ırki ve dil birlikteliğine dayalı kimliğin ön plana çıkmasından) sonradır.
Avrupa’da ekonomik ve siyasi olarak, feodal yapının oluşturduğu kapalı tarım ekonomisinin sarsılmasıyla ve ticaret ve sanayinin gelişmesiyle feodalizm yıkılmaya başladı. Ticaretin yapılabilmesi için güvenli yollara olan ihtiyac , ister istemez ortak dil, coğrafi bölge ve ortak kültürel yapıya dayalı siyasi sistemler in ortaya çıkmasına sebep oldu. Ki bu durum, biz duygusuna dayalı milliyetçilik ideolojisini oluşturmuştur.
Milliyetçilik, milletin ve devletin mutlak bir değer olduğunu kabul eden anlayıştır. Buna göre bireyler devletin büyüklüğünü bağlayıcı yönde devletin gereksinimlerine uygun davranmayı kabul eden bir ideolojidir..
Bilimin tekniğin, tenkidin yıktığı ideolojiler ve disiplinler içinde, yıkılmayan tek idoloji milliyetçiliktir. (Arık, İstanbul 1907, sayfa 29)
Marksist teoride millet olarak kalmak, milleti ayakta tutan değerlere sahip çıkmak gibi ideolojik kabul yoktur. Marksist kapitalizmin önemli vasıflarından biride ticaret uygulamaları dolayısıyla millet sınırlarını kaldırmak olarak belirtilir. Böyle olduğu halde, Marksist-Leninist ideolojinin hakim oluğu bütün memleketlerde devlet vardır ve bu devlet bazılarında kesin olarak bazılarında nazari olarak hükümrandır. Marksist motifler içinde de olsa millet hayatı vardır.
Milliyetçiliğin Cemiyetleri toplayıcı özelliği vardır, Milliyetçiliğin demokrasi ile kaynaştığı noktalardan biri, tekellerin şahsiyete erişmesidir. Milliyetçiliğin benimsediği gaye sürü cemiyet değil, her biri şahsiyet haline yükselmiş şuurlu tekellerden doğan millettir. (Arık, İstanbul 1947, sayfa 36)
Her milliyetçilikte statik ve dinamik unsurlar vardır. Toprak, dil, din, tarih soy gibi unsurlar milliyetçiliğin statik unsurlarıdır. Dinamik unsurlar ise milliyetçinin milleti için gerçekleştirmek istediği şartlardır. Daha doğarken bulduğumuz yurdu siyasi bütünlük bakımından en ileri hale götürmek gözümüzü içinde açtığımız coğrafyayı örnek bir vatan haline getirmek gibi istekler. Dinamik unsurlar, milliyetçinin bütün insanlıkla, temasını onun milletler arası aleme katılmasını temin eden değerleri meydana getirir. Böylece milletlerden tam olarak doğmasından sonra milletler arası aleme hazırlar.
Milliyetçiliğin önem kazanmasını sağlayan en önemli unsurlardan biride kültürel kimlik kavramıdır. Kültür bir millete kendi benliğini kazandıran maddi manevi değerler bütünüdür.
Kültür milletin dili, edebiyatı, tarihi, sanatı, inananları ahlak değerleri; örf adetleri, yaşayan müesseseleri olduğu için terk edilmesi yerine yenisinin konması mümkün değildir, ya da böyle birşey düşünülemez. Bünyesi sağlam olan kültür kendi tabiatına uymayan fikirleri şekilleri tasviye eder.
Türk Milliyetçiliğin Doğuşu
Bir akım olarak Türk Milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmak üzere oluğu Türk Aydınlarınca hissedilmeye başladığı bir dönemde bu çöküşü engellemek için aranan çarelerden biri olarak ortaya çıkmışı, daha ziyade Türkçülük adı altında tanımlanmıştır. (Oba, Ankara 1995 sayfa 11)
Tanzimatla açılan batılılaşma döneminde batıdan gelen fikirlerin etkisiyle hissedilen “kendine dönme”, “kendini arama” devri Türk Milliyetçiliğinin kültürel esaslarını biçimlendirmeye başlamıştır. Edebiyatı Cedide grubu İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal Osmanlılık fikri çerçevesinde hürriyet kavramını işlemeye başladılar. Bu devirde Ahmet Vefik paşa, Ahmet Cevdet Paşa ve Süleyman Paşa gibi tarih yazarları Türkçülük akımına yol açan kültürel hareketi hazırlayanlarından olmuştur. Türk Milliyetçiliği Tanzimatla birlikte başlar. Rusya’da Kırım ve özellikle Kazan Türklerinin belirli bir ferah seviyelerine ulaşmalarından sonra Çarlığın baskısı altında Türklük bilincine varmaları ve bunlar arasından bazı aydınların İstanbul’a gelerek Milliyetçilik fikirleri yaymaları, Balkan Savaşı’nın sonucu, Türkolojiye dünyada ilginin artması, Türklerin islamiyetten önceki tarihlerde ışık tutan yayınların belirlenmesi Türk Milliyetçiliğinin oluşmasından önemli etken olmuştur.
Türkler tarih sahnesinde en büyük rolleri oynayan uluslardan biridir. İlk Türk devleti olan Hunlardan Osmanlı İmparatorluğununa kadar çeşitli Türk Devletleri kurulmuştur. Türkler maddi ve manevi unsurlar arasından denge kurmayı başarmışlardır.
Milliyetçiliğin dünyaya yayılışı, Fransız Devrimi ile olmuştur. Türk Milliyetçiliği aydınların öncülüğüyle İttihat ve Terakki Partisinin Osmanlı Devleti’nin yıkılışını engellemek için bir ülküye bağlanmasından doğarak 1913’ten itibaren de resmen devlet tarafından ideoloji olarak kabul edilmiştir. (Obalı, Ankara 1995, sayfa 16)
Türkçülük akımı, çarlık Rusya’sının yıkılması üzerine Türk Ocaklarının “Büyük Türk Birliği” fikri ile Turancılık şekline dönüşmüştür.
Türk Milliyetçiliğinin sistemleşmesinde en önemli rolü 1911 yılında çıkmaya başlayan Türk Yurdu Dergisi oynamıştır. Daha önce kurulan Türk Derneği ve yayın organı Türk Derneği Dergisi, kısa süre sonra Türk Ocağı ve onun yayın organı Türk Derneği Dergisi, kısa süre sonra Türk Ocağı ve onun yayın organı Türk Yurdu Dergisi şeklini almıştır. Türk Milliyetçiliğinin gelişmesinde en büyük rolü Ziya Gökalp bu dergideki yazılarıyla sağlamıştır.
Laiklik
Yunanca Laikas kavramından gelir, Orta çağ boyunca kilise devlet çatışması süresince kilisenin karşısında yer alanlar için kullanılmıştır. Laiklik Türkçe’ye Fransızca Laique, Laic, kelimesinden gelmiştir.
Laiklik siyasi açıdan siyasi gücün dinsel temele dayanmaması, inanç özgürlüğü temelinde din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Laik bir sistemin özellikleri, devletin dininin olmaması, devletin yasal toplumsal ve siyasal yapısının dinsel kurallara dayanmaması, dinin kamu hizmeti olarak değerlendirilmesi,lafta da olsa, kişisel inanç özgürlüğünün korunmasıdır.
Türkiye’de Laikliğin evreleri:
1. 1 Kasım 1922 Saltanatın Kaldırılması
2. 3 Mart 1924 Halifeliğin Kaldırılması
3. 3 Mart 1924 Şeriyye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması
4. 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunlarıyla öğretimin birleştirilmesi
5. 30 Kasım 1925 Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
6. 1926 Medeni Kanunun kabülü
7. 1928 Anayasa’da yapılan değişikle ‘devletin dini İslam’dır” deyimi anayasadan çıkartılıyor
Tanzimattan sonra eğitimde batı örnekleri alındığı için Laikliğin, o zamandan itibaren siyası,sosyal hayatımız girdiği söylenebilir.
1928 anayasasından sonra 1946’ya kadar din öğretimsiz, öğretim tecrübesini yaşadı. 1946’da çok partili hayata geçilmesiyle meclis grubunda oluşturulan bir komisyonla ilkokul öğrencilerine ihtiyari din dersi verilmesi kabul edilerek, güya laiklik yumuşatıldı.
Din
hayatın, kültürleşmenin ve yönetmenin dayanağı olarak yüzlerce yıllık bir etkinliğe sahip olan din, ideoloji gibi olmasa da, toplumsal yapıyı kaynaştırıcı ve düzenleyici bir işlevi vardır.
Din, toplumsal sürekliliği sağlayan, yönetimi haklılaştıran, inanana; ebediyeti haiz başka bir dünya hazırlayan, toplumsal bir kontrol aracıdır. Bireylerin gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik denge kurmanın yollarından biridir.
Din, uygarlıkların bir parçası olarak, onlara varlık ve kimlik kazandırmıştır. Din, kültürden ayrı bir otorite olarak ortaya çıkmayıp, toplumda ortak kültürün tamamlayıcı bir parçası olmuştur.
Devlet öncesi toplumlarda, güç sistemi, dinsel inanç ve eylemlerle bağlantılıydı. Doğa üstü güçlerin ve birden çok tanrının varlığını inanılıyordu.
Din vasıtasıyla toplum, güçlü bir örgütlenme içine girmiştir. Rahiplerin oluşturduğu dinsel sınıf, toplumdaki farklı grup gereksinimlerini doyurmak ve anlamlaştırmak amacıyla inanç sistemlerini geliştirince, kişinin geleceği egemen dinsel sınıflar ya da yöneticilere bağlı hale gelmiştir.
Ya yöneticiler dini ya da dinsel gruplar yönetimi ele geçirerek inanç adına yönetimin, zaman zaman ise yönetim adına inancın gerekçelerini oluşturmuşlardır.
Dinsel gelişim sınıfsallık özelliğini korurken yerellikten, evrenselliğe giden bir yol izlemiştir.
Toplumsal gelişme sürecinde uluslaşma gelişirken, din evrenselleşmeye doğru bir yol izlemiştir.
Din toplumsal birliğin sağlanmasında etkin bir rol üstlenirken, aynı zamanda gruplar arası ve sınıflar arası çatışmanın da kaynağı olmuştur.
Bu bilgilere dayalı olarak din olgusunun insanlığın tarihiyle başladığını, toplumsal yaşamdaki gelişmelere dayalı olarak biçimlendiği, toplumsal hayatı düzenlediği ve yönettiği, fakat gereksinimleri doğrudan karşılama sürecinden soyut inanç sürecine doğru bir gelişme gösterdiği söylenebilir.
Din-Eğitim İlişkileri
Din, eğitimsel amaçların oluşturulmasına ve uygulanmasına etki eden bir değişkendir. Din eğitim ilişkilerini toplumsal gelişme sürecine dayalı olarak, iki dönemde incelenir.
a) İlkel Toplumda Din-Eğitim İlişkileri:
İlkel toplum sürecinde din ve eğitim içiçe olmuştur. Sınıf temeline dayanmayan eğitim ailede veya grupta rastlantılara bağlı olarak gerçekleştirilmiştir. Eğitim, dinsel tören ve ayinleri içeren toplumsal bir olgu olmuştur.
Animist toplumda, doğada insan ruhuna benzer ruhların varlığı inancına, ruhların özellikleri ve bu özelliklere göre yaşama, Natüralist toplumda doğa olayları hakkında bilgili olma, Totemci toplumda totemlerin özelliklerini, totemlerle ilgili yasakları, cezaları bilmek önemli olmuştur.
İlkel toplumlarda, törenler, dualar ve benzeri etkinlikler öğretim sürecinin en önemli bölümünü oluşturur. Ayinler, dinsel eğitimin gerçekleştirilmesinde en önemli yeri tutarlar. Dinsel eğitim örgütlü değil, sadece kurallara bağlıdır. “Din eğitimi” gibi bir kavram söz konusu değildir.
b) Uygar Toplumlarda Din-Eğitim İlişkileri
Rahiplerin-Din adamlarının, hem din adamı, hem de yönetici olmaları nedeniyle karmaşıklaşan toplumda, toplumsal hayatı düzenleyen, çoğunlukla da dinsel uygulamalara dayanan kuralların belirlenmesi ve uygulanmasında eğitimle yönetimin bir aracı olarak kullanıldığı söylenebilir.
Sümerler, örgütlü eğitimin ilk temellerin atıldığı uygarlıktır. Eğitim, başlangıçta tapınak kayıtlarının tutulması ve saray işlerini görecek elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik, mesleki bir özellik göstermekteydi.
Sümerler’de tapınak, öğretimin merkezi olarak okul görevi görüyordu. Rahipler-din adamları, öğretmen rolünde, öğrencilere Sümer Dili’ni öğretmenin yanında ticari nitelikte sözleşme düzenlemeye kayıt tutmayı öğretiyorlardı. Eğitim olanağından yararlananlar, ekonomik olarak güçlü ailelerin çocuklarıydı.
Mısır Eğitimi, pratik bilgilerin öğretilmesine ve devlet hizmetine görev alacak memur yetiştirmeye yönelikti. Okur -yazar olmak ya da devlet kademesinde memur olmak, kişilere önemli bir statü sağlamıştır.
Hindistan’da eğitim; dinsel bir özelliğe sahipti. Dinlerin özelliklerine göre eğitim, üç aşamada incelenir: İlk dönemde eğitim örgütlü değildir. Eğitim, ailenin bir görevi olarak, cinsiyet temeline dayalıdır. İkinci dönemde, kast örgütlü değildir. Eğitim, ailenin bir görevi olarak cinsiyet temeline dayalıdır.İkinci dönemde, kast sistemine dayalı sınıfsal bir özelliğe sahip olan Brahmanizm’de eğitim örgütlü hale getirilmiştir. Brahmanizm de eğitimden yararlanma hakkı belli sınıflara ve cinslere tanınmıştır.Üçüncü dönemde, Brahmanizm’e tepki olarak Budizm ortaya çıkıyor.Budizm’de Eğitim, kast sistemindeki sınıfsal yapıyı ortadan kaldıracak ve çocuğun, ailenin ve özel mülkiyetin korunmasını sağlayacak özellikte olmaktadır.
Çin ‘de Eğitim de, dini anlayış temeline dayalıdır. Kinizm’de eğitim, yaşlılara ve ölülere saygının devamını sağlayıcı bir özellik taşımaktadır. Burada eğitim, tören ağırlıklı ve itaate dayalıdır.
Taoizm de, eski din anlayışlarına karşı çıkan bir dindir. Taoizm’de bireysel hak ve özgürlükler ön plandadır. Eğitim, iyi verici, sadık, dürüst ve alçak gönüllü bireyler ve yöneticiler yetiştirme amacına yöneliktir.
Konfüçyüs düşüncesinde, aile toplumun temeli, devlet ise ailenin genişletilmiş bir formu olarak en yüce varlıktır.
A.K