T.C devletinin, dünyanın en verimli denizleri arasında; en bereketli topraklarına, en zengin bitki örtüsüne ve en zengin yer altı kaynaklarına sahip bir coğrafya üzerinde olduğu bir gerçek…

Ancak bu güzel ülkede, devletin yönetim şekli ve siyasi rejimi, her ne kadar Cumhuriyet ve Demokrasi olarak adlandırılsa da, devletin kurucu zihniyetinin, vatandaşa tahakküm ederek iktidarı elinde tutma şeklinde anlayış içerisinde olmasından, malesef uzunca bir süre halk, huzur ve güven içerisinde yaşamamıştır.

T.C devletinin kuruluşundan beri halk; yargı mensupları da dahil sivil ve askeri bürokrasinin tahakkümü altında yaşamıştır. Bu bürokrasi tahakumu bir türlü yok edilememiş, günümüze kadar devam etmistir. Şüphesiz devlet otoritesini koruma babında, devlet görevlilerinin disiplinli-buyurgan bir tavır içinde olmaları, bir yere kadar meşru görülse de, yani kanun hakimiyetinin ve devlet otoritesinin sağlanması için böylesi tavrın ortaya konulması bir yere kadar haklı görülse de. Kanun hakimiyeti ve devlet otoritesi sağlanmış-oturmuş bir ülkede; devlet görevlilerinin haddi aşıp, şu veya bu sebeple tahakküm olarak nitelenebilecek davranışlar ortaya koymaları elbette mazur görülemez, görülmemelidir. Öyle bir devlet görevlisi düşünün ki; ezilmeyen halkın uysal olmayacağı kanaatiyle ezmeyi marifet saymakta ve bu nedenle mizacı uygun olmasa bile vatandaşa bed muamele yapmaktan çekinmemektedir.

Değil devlet görevlilerine karşı gelinmesi veya görev yapılmasına engel olunması; yapılan muameleye ve buyruğa karşı en ufak bir itirazın olması halinde bile derhal ağır bir fatura odetilmektedir. Hatta değil itiraz, devlete karşı hak aramak dahi cezalandırılmaya sebep olabilmektedir.

Öyle bir devlet yapısı düşünün ki, bir sebeple vatandaşın devlet kapısına yolu düşse, hemen karşısına bir fatura çıkmakta (normal gelir vergisi dışında, işin yapılacağı kurumun mensuplarına gayri meşru hediyeler, rüşvetler verilmekte). O pay ödenmeden iş yapılmamakta… 

Özellikle Kanun gücünü temsil eden ünüformalı görevliler yani Zabıta, Polis, Jandarma da, aynı şekilde sanki bunların eşleri, çocukları, anneleri, babaları, kardeşleri, yakın akraba ve dostları vatandaş değilde, ülke halkını savaşla esir etmiş galiplermiş gibi, kendilerini vatandaştan soyutlamakta, Ola ki ellerine düşsen, başına ne işler, ne çoraplar örülmekte… Aşağılanmak bir yana, her an haysiyet cellatlığı ile karşılaşılabilinmektedir… Hatta bazen öylesine telafi edilmez ağır faturalarla karşılaşılmaktadır ki, altından kalkmak mümkün olmamaktadır.

T.C devleti’nin kuruluşundan itibaren devlet otoritesini sağlamak için vatandaş cenahından gelen veya gelmesi muhtemel olan şiddete, anarşiye, isyana v.b hareketlere yönelik tahakküm-baskı, bir yere kadar haklı görülebilir. Ancak devlet otoritesinin sağlanmasından sonra bu tavrın sürdürülmesi, elbette vatandaşlık hakkına-hukukuna tecavüz olarak kabul edilmelidir. Nitekim büyük önder (!) Atatürk; T.C devleti’nin kuruluşundan sonra otorite ile tahakküm arasındaki farkı anlamayan bazı devlet adamlarını, yaptıkları icraatları nedeniyle görevden almıştır. Ki bu işin böyle gitmeyeceğini düşündüğünden olsa gerek, vatandaşa itibarı esas alan bir yönetimin devlete hakim olması için uğraşmıştır. Bu anlayıştan hareketle önce din hizmetleri ve eğitim hizmetleri siyasetten arındırılmış, daha sonra da kısmen yargı hizmeti ile askeri hizmetler siyasetten arındırılmış, bürokrasi mengenesinin halkı ezmemesi için yeni kanun ve kurallarla yetkileri daraltılmıştır. Ne yazık ki, onun ölümü sonrası bürokrasinin  halkı ezmesi ve siyasete yön vermesi daha da şiddetle devam etmiştir.  Atatürk’ün ölümünden sonra, işbaşına gelen İnönü meşrep sivil ve askeri bürokrasi; otorite olma ile tahakküm arasındaki farkı kasten görmezden gelmiş, doğudaki isyanlar ve irticai faaliyetler gerekçe gösterilerek, her fırsatta devletin asık yüzü ve sopası ile vatandaş sindirilmiştir. Bu dönemde, Türkiye coğrafyası adeta askeri kışla haline sokulmuş, sivil halka-vatandaşa da, toptan er muamelesi yapılmıştır. Esasen bu tahakküm-baskı-zorba zihniyet, zamanla devletle ilgili her alanda temel prensip olarak ele alınmış, ne yazık ki, günümüze kadar bu anlayış devam etmektedir. Ki otedenberi görülen siyasi partilerdeki lider tahakkümü, devlet adamlarının vatandaşı ezme tahakkümü, yargı mensuplarının vatandaşı hak aramaktan yıldırma tahakkümü, sivil halk üzerinde kolluk kuvvetlerinin korkutma-işkence tahakkümü, sivil idare üzerinde ordunun askeri vesayette bulunma tahakkümü v.b tahakkümler-baskılar ve zorbalıklar; maalesef halen devam etmektedir.

Şüphesiz tahakküm ile otorite tesisi, birbirinden farklı şeylerdir. Otorite olusturma da; sevgi, saygı, güvene ve disipline dayalı kanuni yaptırım gücü-buyurganlık söz konusudur. Tahakkümde ise korkuya, tersine; zora, menfaate ve keyfiliğe dayalı çoğu kez kanuni olmayan yaptırım gücü-buyurganlık söz konusudur. Ne var ki, aradaki bu farkı ayırt edemeyen devlet görevlilerinin çoğu, güya devlet otoritesini sağlamak adına baskı ve tahakkümde bulunmakta ve ister istemez devleti töhmet altına sokmaktadırlar.  

Bu nevi baskı ve tahakkümler, öyle veya böyle neden olmaktadır? Diye bir değerlendirme yaptığimizda; kendine güvenen, aklı ve vicdanı hür vatandaşların olmadığı yani iyi bir eğitimin verilmediği; yaşayan örf ve adetlere göre hukukun tanzim edilmediği, insanların geçim derdine düştüğü yani fakirliğin ve aczin olduğu;  madden ve manen yeterince gelişmemiş toplumlarda ve ülkelerde böyle durumlarla karşılaşıldığı anlaşilmaktadir. Yani böylesi ülkelerdeki devlet görevlilerinin vatandaşlarına tahakküm de bulunduklarını görmekteyiz…

Nitekim ülkemizde 2.dünya savaşı sonrası yıllarda kendilerini vazgeçilmez gören İnönü meşrep yönetici kadrolar, halkin düştüğü bu durumu fırsat bilerek, zamanın moda ideolojisi olan Marksist-Leninist tahakkümkar-zorba yönetim anlayışını benimsemislerdir.

Bu tek parti yonetiminin idare tarzına karsi Celal Bayar ve arkadaşları itiraz ederek muhalefet cephesini oluşturmuşlar, dünyada konjoktorun uygun olmasıyla halkı ezen despot devlet anlayışı kaldirilamasa da, yumuşatilmasini sağlamışlardır.

Ki o dönemlerde İnönü meşrep yöneticiler, işçi sınıfı hakimiyetini esas alan Marksist-Leninist ideolojiyi tersine çevirmişler ve sivil-askeri bürokrasiyi egemen kılan bir devlet anlayışını ikame etmişlerdi. Yani gerçekte işçi sınıfı ile özdeş konumu haiz esnaf-köylü- işçi ağırlıklı vatandaş; sanki burjuva sınıfıymış gibi potansiyel düşman görülmüştür. Şu veya bu sebeple (özellikle irticai faaliyetler, şeriat devleti kurulması yani karşı devrim endişesine kapılınarak), vatandaş yani millet madur edilmiştir. Ne yazık ki; vatandaşa karşı uygulanan bu tahakküm-baskı politikası; T.C’nin kuruluşunda sağlanmış olan millet-devlet-ordu bütünlüğünu zedelemiş ve ister istemez, bu bütünlükten, millet kopma noktasına gelmiştir. Maalesef daha sonraki iktidarlarca da, bu İnönü meşrep anlayis devam etmiştir. 1950’lerdeki iktidar değişikliği, devlete hakim olan bu anlayışın sahiplerini biraz ürkütmüş olduğundan olsa gerek, 1960 ihtilali yapılmış ve bu anlayışa yeni bir ivme kazandırmıştır. Aynı şekilde 12 Eylül Askeri ihtilali ile bu anlayış zamanın şartlarına göre tahkim edilmiştir. Öyle ki 12 Eylül İhtilali sonrasında Asker veya sivil devlet görevlisi olmak önemli bir imtiyaz sahibi olmakla eş anlamlı olmuştur. Artık devletin safında olmaktan başka bir çare kalmamış; tahakküme uğrayan vatandaş olmaktansa tahakküm edenlerden olmanın hesabı içine düşülmüş ve devlet kapısına kapak atmak üzere kitlesel olarak büyük bir hücum olmuştur.

Ne var ki, yaratılışı icabı insan, tahakküm etse de, tahakküme maruz kalsa da, bir müddet sonra karakter bozulmasına uğramaktadır. Bu anlayış ortadan kaldırılmadıkça da bir düzelmenin olmayacağı bilinmelidir. Son zamanlarda AB’ne uyum dolaysıyla devlet yapısında bazı hukuksal ve kurumsal değişimlerin yapılmasından olsa gerek, devlet-vatandaş ilişkisinde biraz müsbet yönde farklılık olmuşsa da, bu farklılık henüz öze intikal etmiş değildir. Arzu edilen, devlet cenahında vatandaşa tepeden bakan, kızan, bağıran hatta döven asık suratlı devlet görevlisi yerine, görünüşte de olsa vatandaşa kızmayan, bağırmayan, surat asmayan, hatta yerine göre buyurunuz diyebilen devlet görevlisinin yer almasıdır. Ancak bu kez tehlike, içten pazarlıklı, iş yapmayan, oyalayan, devamlı kendine yontan farklı bir tahakküm anlayışının ortaya çıkmasıdır. Ki bu durumda yapılması gereken şey; reform niteliğinde eğitim ve murakabe programının uygulamaya konulmasıdır.  Yani hangi makam ve mevkide olunursa olunsun, devlet görevlileri, buyurgan değil buyurun diyebilen bir anlayışa sahip kılınması gerekir. Şüphesiz bu da; okullarda (ilk, orta ve yüksek eğitimde), vatandaşa tahakküm etmek için değil hizmet için devlet görevlilerinin var olduğu bilincinin verilmesi ile mümkün olabilir. Ayrıca vatandaşın devlet hizmetine yönelik şikayetlerinin sıkı takibi yapılmalı, bunun için farklı bir kurum oluşturulmalıdır. Aynı şekilde devlet görevlilerinin nasıl bir hizmet anlayışı sergilediklerinin, yasama ve yargı erkince takibi yapılmalı, değil görevlerini suistimal edenler, vatandaşa eziyet edenler, şu veya bu şekilde tahakküm edenler için cezai müeyyidelerin olduğu yeni kanunlar çıkarılmalıdır.

“Bilindiği üzere Türkler; tarih boyunca kurdukları devletlerde; misyonu gereği, başta yargı dairesi olmak üzere, bürokrasi ve askeri dairelerde konumu ve mevkii ne olursa olsun görevini suistimal edenler, meşruiyet sınırı dışına çıkanlar; hiç müsamaha edilmeksizin en ağır şekilde cezalandırmışlardır.”Bu misyondan uzaklaşıldığında; bilinmelidir,ki devlet kötü yönetilmektedir.

Ali KÖMÜRCÜ