Öğrenme ve Metot Meselesi
Dil ve düşünce, bilim ve eğitimle beslenir ve gelişir. “Söz” ışığından bilgi aydınlığı çıkarma yetisi olan “öğrenme”, bilgilenmenin ilk kapısıdır. “Bilgi”lenme kaynak ve alanları, “tanıma” araç ve aygıtları ve “bilgi işlem”in yol ve yöntemleri açısından ÖĞRENME, neredeyse tüm etkinliklerde yer alır. Bu nedenle öğrenmeyi konu alan bir yazının, bilim ve eğitim kadar felsefe ve dini de ilgilendiren yönleri olacaktır. Nitekim Çağdaş felsefe öğretileri, evren ilim ve incelemelerini fenne bırakarak, artık insan ilimlerine ve iletişime, dile ve düşünceye yönelmiştir. Bilindiği üzere din de, zaten kuramsal açıdan tamamen dil eğitimine ve kitap öğretimine dayanan bir etkinliktir. 1970’lerden beri aktif eğitim, öğrenci merkezli eğitim gibi çeşitli adlarla ortaya çıkan yeni eğitim anlayışı da, artık “öğrenmeyi öğrenme” tanımıyla gündemdedir.
Şunu demek istiyorum: nasıl ki bilim dili günlük dilin üstündedir. Aynı şekilde ondan yararlanan felsefe dili dahil dini dil de; bilim dilinin üstünde yer alır. Bu şu demek oluyor: Dil tabanı ve din tavanından oluşan İLİM binasını, ki bu bir bakıma hapishanemiz oluyor, bunu ellerimizle yapılandırıyor, funun ve hukuk duvarlarıyla örüyor, dillerimiz sayesinde de hikmet ve sanat kapılarından görebiliyoruz. Bu yazıyla, bilginin bu metriksini dillendirirken alt (dil) ve üst (din) yasak bölgelerde de biraz dolaşacağız.
Bu yazı biçim (uslüb) ve yöntem (usul) itibariyle belki size zorluk çıkaracaktır. Dil eğitimi almamış olsanız bile tarihi ve sosyal olayı hikaye eden kitabı rahatlıkla okuyup anlayabilirsiniz. Bir matematik kitabından yararlanmak için ayrıca matematik “dil”i bilmeniz gerekir. Sayıl veya sözel içerikli bir yazıda diliniz sizi fazla zorlamaz. Ama bir mantık kitabı ile karşılaşırsanız bu biçimsel ve soyut konu, insanı biraz sıkar. İçerikli de olsa felsefe kitapları dahi böyle bir üst-dille biçim verilmesinden herkese sevimli gelmeyebilir. Öğrenme üzerine olan bu yazı da, ne yazık ki böyle bir zorluğu taşımaktadır. Fakat yeni kurguladığımız şematik metotla öğrenmeyi kolaylaştırabiliriz.
Üstelik bir yazı, yüklem-le-me-de sözdizimsel eksiklikler ve yargıla-ma-da anlambilimsel yetersizlik taşıyorsa. Böyle biçim ve yöntem zarureti sunmak, dizim ve anlam mazereti ileri sürmek elbette üzücüdür. Ancak GERÇEĞE ulaşmakta, böylesi “zorluğu” itiraftan başka da elimizden bir şey gelmiyor…
Bir de şunu hatırlatmak istiyorum. Bu yazıda bilgi bombardımanı ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Sanki aksiyom mermileri aksiyon silahıyla atılıyor. Yeni tanımlar ve yabancı sözcükler belki dikkatinizi dağıtacaktır. Bu noktada geri çekilin. Artık sıra size gelmiştir. Eleştiri silahınızı itiraz parmağınızla tetikleyerek, tüm inkar (tanımama) redd (yadsıma) ve nefy (olumsuzlama) gücünüzü kullanarak, bütün tanımları tarayın ve tümceleri sorgulayın.. arta kalan ölü ve yaralı tümceleri atın… Böylece rahat eder, hatta keyif de alırsınız.
Ya da şu olabilir: Soyut konunun içeriksiz biçimselliğinin yoğun baskısı sizi sıkabilir hatta boğabilir. Hemen yazıyı-okumayı bırakın. Kendi içerikli dünyanıza dönün. “Odanıza çekilip somutluk lambası yakarak” sevimli ve alışık evinizde dinlenin. Zihninizin sakin ve gönlünüzün hoş olduğu başka bir zamanda tekrar yazıya dönebilirsiniz. Kendim de yazarken de bazen nefesim kesiliyor, başlıklar içinde (**) çift yıldız atarak yazıyı bırakıyorum. Sizde yazılanın kısalığına bakıp bir lokmada bitirmeye kalkmayın. Özümlemek için yavaş yavaş ve başlık başlık okuyun.
Birde bu yazdıklarımız yöntembilimsel kurgulara dayandığından bu kurgular tanımlara, bu tanımlarda deductif (tümevarımcı) tümceler üretmekte. Böylece tümcelerde kategorikliği, kategoriklikte (kalıpçılıkta ) de kesinlik ortaya koymaktadır. Bu kesinlik ise özgür ve yetkin bir okurun dayanamadığı ukalalıktan başka bir şey değildir. Elbette yazımda yanlış bir tespit, tutarsız bir tanımlama ve aykırı bir olumlama olabilir. Ki anlatımımın doğruyu kur-a-mama ve gerçeği yansıt-a-mama olasılığı her zaman vardır. Nitekim İslam alimleri her zaman kitaplarını “Gaybı Allah”dan başkası bilmez” yada “En doğrusunu Allah bilir” diye sözlerini de” diye noktalarlardı. Şimdi benim tümcelerin bu sözü kapatan (-ir, ır) gibi geniş zamanlı bir kiple, (dir-değil) gibi kesin yargılı yüklemle bitse bile siz onu, kitabın sonuna değil başına kaydettiğim (DAB:Doğrusunu Allah Bilir) gözlüğüyle okuyun.
Sözlükte öğrenme işi, “bilgi edinmek” diye tanımlanmış… “Bellemek te, yetenek ve beceri kazanmak” diye tanımlanmış… Öğrenmek, passif bir madde şeklinde bir bilgi “almak” mı dır, yoksa aktif bir mana da bilgi “edinmek” mi dir? Bu tartışmayı; “öğrenmek, bilgilenmektir” diyerek iki tarafı özdeş, dilsel bir totolojiyle kapamak istemezseniz, düşünsel sorgulamalarınızı ve dilsel çözümlemelerinizi sürdürmeniz gerekir.
Çünkü, “ilim, öğrenmektir.” Ya da “ilim, bilgilenmektir.” Şeklinde bir tanım yapsanız, “iki şeye eşit olan şey, birbirine eşittir” kuralınca, ilim (bilim) e eşit olan öğrenmek ve bilgilenmek özdeş hale gelir. Sözlüksel tanıtımlar gibi “sözde” açıklamaların benzeri olur ya da dilsel çeviriler gibi “boş” anlatımları andırır. Bu totolojik ad-lamalar bize hiçbir veri ve içerik bağışlamaz, hiçbir bil-gi ve kurgu vermezler. Ama “ilim, ilim bilmektir.” (Bilmek, bilmeyi bilmektir.) şeklinde bir tanım yapıldı mı, bu tümce bize bilgi verir. Öylesine çok bilgi verir ki bu yazı, tamamen bu tümcenin şerhi ve izahıdır. Hele, “ilim, kendin bilmektir” denildi mi anlatım daha açık ve seçik hale gelir. “sen, kendin bilmezsen, bu nice okumaktır” ile tamamlanınca artık daha söyleyecek bir şey bırakmaz. Ama ne yapalım ki bir an-ma ve sus-ma yerine düşün-meyi ve konuş-mayı seçtik.
Temel bilgi işlemleri olan tesmiye ve terkip rabtını (değişken at-ma-yı ) içeren “Ad-lamak” ve ile tecrid ve tarif atfını (değer ata-ma-yı) içeren “Tanım-lamak” eylemleri, köken olarak (tan-ıma) ve (an-lama) işlerini çağrıştırıyor. Bel-ki de bilenin, ad tanıması ve bilinenin tanımının anlaşılması ile türetilen bilgi, böyle bilen ve bilinen ilişkisinden ortaya çıkan bir sonuç olmayabilir. Bizler, bel-ge, bil-gi, bul-gu ile ar-aş-tır-ma, sor-gu, kur-gu hecelerini anımsatan ol-guyu izleme kabiliyeti ve bil-giyi im-geleme istidadı ile dünyaya geldik. Bu yüzden iz-leç-i ve im-ge-yi “Bel-leme” işi daha dünyaya gelmeden önceki var olan bir “alim” sıfatımıza dayanıyor. Bu durumda bil-gi alma yada bil-gi edinme sürecinin temeli olan öğretme, kurumsal öğretimden önce insanda doğuştan var olan bir “yetenektir”.
Bu “ilim sahibi olmak” istidat ve kabiliyetine akıl, kalb, ruh, nefs, nüha, lüga, idrak, irade, mantık, meşiet, rey’, basar, nazar, rüyet, niyet v.b. çeşitli adlar verilebilir. Belki de bu adlar, bir ve tek olan aklın değişik yan ve çeşitli yönleridir. İşte bu konuda biraz kafa yormak istiyorsanız, çıkarımları izlemeye devam edebilirsiniz.
“Yapan bilir; bilen konuşur” olgusunun tam orta yerinde duran bilgi edinme süreci, öğretimle ve eğitimle, “kuram”-laş-tırılarak ve “kurum”-sal-laş-tırılarak “uygarlık” gerçekleştirilir. Öğrenme yeteneği insanın diğer yeteneklerini de tetikler. İnsanın dil hazinesi, düşünce kilidiyle açılarak, türlü türlü istidatlar, çeşit çeşit kabiliyetler, sözlü ve yazılı dil aracı ile kolaylaştırılan öğrenme yeteneği sayesinde açığa çıkartılır. “Yetenek”ler, uygulamalı eğitimle, bir meslekte beceri kazanmaya, belli bir alanda uzmanlıklara dönüşür.
Kuramsal ve bilimsel öğretim ile kurumsal ve uygulamalı eğitim, resmi yada sivil meslekleri ve mektepleri ortaya çıkarır. Deneme ve yanılma, araştırma ve geliştirme dahil bu olguların hepsini “öğrenme süreci” kapsamına alabiliriz. Öğrenme olgusunu da, iletişim ve etkileşim ile bağlantılı, düşünme ve konuşma ile ilişkili bir etkinliktir, diye betimleyebiliriz.
Öğrenme, dilin terimleri ve düşüncenin kavramlarının bileşkesiyle oluşan sözler, “Bilgi” denilen bir aydınlık küresi sunar bize. Bilinen verilerin gözlemleri ve bilenin ilkelerinin yorumları bu kürenin renk ve ışıklarıdır. Eğitim kurumunun ışıltılarıyla karanlığı gideren meşale (lamba) ile simgelenmesi, bilim etkinliğinin saydamlığı ile görüntüyü yansıtan “açıklık karesi”ne (aynaya) benzetilmesi bundandır. Şu da var ki aydınlatan küre ve yansıtan kare, durmuş bir ortam, donmuş bir yüzey değildir.
Şimdi bir başka açıdan dil ve düşünceye bakarak ÖĞRENME’yi görelim:
Dil, lisan/sarf işletiminin hasılatı olarak pratik yaşantı ve davranış ortaya koymak, düşünce ise kalb/sadr işleminin hasılası olarak nazari görüş ve tutum oluşturmaktır, denilebilir. Yani varid olan dahilat-ı sadrı ve reddiyat olan haricat-ı sarfı kasdettik. Maliyet masrafı ve Meksub ecir arasındaki fark, bizim karımızı ortaya koyar. Ticaret yönünden böyle olmakla beraber, siyaset yönünden de bize verilen yetki ile görülen görev farkı da, bizim rütbemizi ortaya koyar. Bu servetin miktarı ve makamın derecesi nedir ? Yani sadıran çıkan hasıla nedir ? Geometrik bir tanımla yürüdüğümüz yolda çizdiğimiz varoluş doğrultusu nedir? Allah’ın bildiği sadımızın içindeki zatımız nedir? Sadıra içinde şuuur, şuurun içinde nefs, akıl, kalb ve ruhtan mürekkeb dört latife, latifelerin içinde sır, sırrında içinde ve bütün masrafların üzerine yazıldığı ZAT nedir ? Şuurun ukdesi (düğümü) mi yoksa el ve ayaklar ile göz ve kulaklar ortasında bulun fuadımız (gönlümüz) mı? Bütün bunları genel geçer bir yöntembilimle yapılacak insanbilimle ortaya çıkarabiliriz. Böylece dil yapımızı ve düşünce işlevimizi daha iyi anlayabileceğiz. Öğrenmeyi öğreneceğiz.
Buraya kadar yaptığımız kurgulama, betimleme, tanımlama, dillendirme dile-getirme-lerindeki yüklemlerini nazara aldığımızda sadr-ı sarfı işinin kompleksliği “ortaya çıkar”. Ayrıca göz önüne alınan değişim ve deyişim, göz ardına atılan dönüşüm ve bilişim düşünüldüğünde, öğrenmenin ve öğrenmeyi öğrenmenin ne derece karmaşık süreç olduğu, kendiliğinden “anlaşılacak” tır. Bu anlaşılan kara kutuyu açmak ve “açıklamak” ise daha da zordur.
Öğrenmede; Öğrenilen konuya ilişkin bilgi birikimi ve arada alınan temel eğitim yanında, öğrenilen bilgiyi işlemede;
(1) Dikkat ve takip,
(2) Heyecan ve soğukkanlılık dengesi,
(3) Hads ve zeka kapasitesi ile
(4) Aks i tesir ve refleks desteği, her işte olduğu gibi, öğrenme etkinliğinde önemlidir.
Bunlar hayat-i şuur’un dört atlısını teşkil etmektedir.
Görüldüğü kadarıyla öğrenme işinde, ortada “ad”lar ve “tanım”lar var. Bu şu demek: dilsel hatt-lar ile terimler üretiliyor; düşünsel hadd-lar ile kavramlar üretiliyor. lafızlar ve mefhumlar. Grafik çizgi/hatt (-) lerden şekiller, şekillerden lafızların remizleri çıkarılıyor, geometrik uç/hadd (.) lardan suretler, suretlerden isimlerin resimleri çıkarılıyor. İşte ilmin grameri.. İlim, bu ikisini fark etmeyle başlar. Metni manadan, manayı maksaddan. nazmı mazmundan, mizanı izandan ayırt ettiğimizde doğuştan gelen ve yaratılışta var olan “Alim” sıfatımızı ortaya çıkarmış oluyoruz.
Şimdi de “ilim” im’ine [Arapça ilim (bilgi) ’den türeyen talim (öğrenme)] değinelim. Noktaların tam bir muamma olan geometrik tanımını değilde grafik tanımını yapalım. Nokta bir uç, bir izdir. Bu iz, izleyene, hem kendini izlenimini verir, hem izleyenini bildirir. Varlıklar ve olaylar, doğal izlerdir. Yapıtlar ve örgüler yapay izlerdir. Ürünler ve ödevler dönel izlerdir. Bunlar elle tutulan ve gözle görülen şekil (biçim) lerdir. izlerle biçimler yaparız.
Yukarıda diziler bir şiir değil, biçimsel anlatımı kolaylaştırmak içindir. Bu anlatım, öğrenmenin yapısını anlamak için bir kurgulama bir deneyim idi. Akşamda yaptığım bu tasarım yatsıda DEĞİŞTİ. Bana kızacaksınız ama Unuttunuz mu? değişimin öbür tarafı DEYİŞİM İDİ. Bu revizyonu bu düz yazıda göstermek yerine ekli “İlim-Bilim” şemasında yapacağım. Bu değiştirme ve düzeltme işinde kolaylık sağladığı için şemaları tercih ediyorum. Sizde kullanırsanız düz yazının satırlarında sıkışmaz, şemanın satır ve sütunlarında kolaylıkla dolanır rahat edersiniz.
Öğrenme de Terim Kavram İlişkisi
Terimler için değişken at-amalar geçerli.. kavramlar
için değer atama-lar yürürlükte..
Değişkenler hattlardan müteşekkil şekiller, değerler
haddlerden mutasavver suretelerdir.
Terimleri deyimlendircek yani rabt edecek lüga yani lisan
gerekir.
Değerleri değiştirecek yani vasıfları atf edecek nüha
yani kalb lazım.
İlim ikidir, biri lisanda olan ilim ki bu Allahın
ademoğluna bir hüccetidir, diğeri kalbde sabit olan ilim ki asıl faydalı
olan ilim budur.
Birincisiyle konuşur ve düşünürsünüz, ikincisiyle susar ve anarsınız.
Ama ne yapalım ki biz ikinciyi seçtik, Rabbimiz sonunu hayr etsin.
Özetlersek:
Terimlere şekiller ile yapılır.(ŞEKİL:Resm-i remz-i vaz-ı rabt)
Kavramlar suretler ile yapılır. (SURET: İsm-i vasf-ı farz-ı atf)
Ama bundan önce şunu sorabiliriz,
bilmenin ve öğrenmenin addan başka diğer koşulları nedir ?
Tecrid ve tesmiye öğrenmenin temeli.
Tecrid, tarif ve tezat ile yapılan soyutlamadır.
Tesmiye ise , temas ve temsil ile yapılan adlamadır.
O zaman talimin dört koşulu var; ikisi, ismi oluşturan temasın resmi ve temsilin remzi
ismin ikisi de tecridi oluşturan tarif ikilisi ve tezat çifti.
Tarif, anlam çıkaran fehm-sorusu
Tezat, amaç çıkaran fıkh-yanıtı.
O zaman konuşmanın bir öğesi ve düşünmenin bir birimi olarak bir olarak bilgi;
Adın somut çizgisini indirmek ve bindirmek,
Tanımın soyutun uçlusunu yüklemek ve çözmek olacaktır.
Ama gel gör ki günlük dilin adlardaki terim ve kavram ayırımı, kimse ve nesne içinde örgülü. Bu örgüyü çözmek, günlük dil için gereksiz hatta zararlı. Bilimsel dilin de tanımlarındaki değişken ve değeri, deyim ve değiştiren içinde örtülü. Bu örtüyü açmak, bilim için zor, hatta olanaksız. Örgüyü çözmek ve örtüyü açmak biçimsel çalışmalardır. Üstelik içerikli çalışan günlük dil ve bilim için örgü ve örtü ile uğraşması, kendi uzmanlıkları dışında kalmaktadır. Bu işi de hikmet ve din yapar.
Dine gelince; din de günlük dil, bilim ve hikmet için umumi bir hocadır. Bilim dinin asistanı, hikmet de doçentidir. Hikmet yani felsefe artık çağımızda içerikli bilgileri, matematik temelli fizik kimya biyoloji (FKB) gibi evren bilimlerine bıraktığından, biçimsel konularla ilgileniyor. Mantık temelli psikoloji, sosyoloji ve linguistik (PSL) bilimlerinin konusu olan dil de, iletişim ve bilişim gibi sorunlara el atmış olduğundan. Haliyle felsefe de, etkinlik okulunda Yöntembilim doçentliğine aday görünmektedir. (Felsefe, hem nedenselliği hem amaçsallığı bütünleştirebildiğinde yani bir nevi “birleşik kuram”ı gerçekleştirebildiğinde tam HİKMET haline gelebileceğini düşünüyorum.) Günü gelip ustalaştığında hak ve hakikat hükümlerini verme, hayır ve hüsün derslerine başlama yetkisi alacaktır.
İşte o zaman öğrenmenin anatomi ve fizyolojisi olan dil ve düşünce daha da açık ortaya konulacaktır.
Gerçek o ki, lüblerimizin dışında olan ukdelerimiz, düğümlerimiz var. Örneğin beyin bir düğümdür, receptör ve sensör duyum ve manüpletör ve motor üyelerimiz arasında. Yürek bir düğümdür, temiz ve pis kan arasında. Mide bir düğümdür ağız ve anüs arasında. Fercimiz bir düğümdür ovum ve sperm arasında. Bedenimiz dört düğümden müteşekkil büyük bir düğümdür. Bu maddi düğümler gibi manevi düğümler olan “latifeler” var ki bunlarda bir nevi zar-layan, zor-layan ve, sor-gulayan yanımızdırlar.. Bu latif orta birim ve ara yüzlerden biri, dil ve düşüncedir,
Şu açık ki, düşüncenin kabli ve fıtri, umumi ve külli müşterek bir kökeni var. Ne kadar vaz’i ve sun’i bulunursa bulunsun, bütün dillerin evrensel bir kökü olmalı.. Hele dilin, düşünce ile yakın ilişkisini nazara alırsak İster “ilim” sözcüğü ister “öğrenme” kavramı, hangi dil ve kültürde olursa olsun, hepsi bilme yumağının ve ilim düğümünün bir tarafını tanımamıza ve adlandırmamıza, Dilin ve düşüncenin kökenine inmemize de yarar.
Ancak bu örgüyü açma deneyiminde, “doğru”luğun eğitim ve sınavına dayanmak işimizi basitleştirecek, “gerçek”liğin yönetim ve yarışına katlanmak, yolumuzu kolaylaştıracaktır. Böylece doğruyu ve gerçeği öğrendiğimizde İnşaallah iyinin ve güzelin “Öğretmeni” olacağız.
İdrak ve fehim, an-lık ve anlamak-lık bizi her şeyin, her şahsın adandığı anlamı ve edindiği amacı konusunda bizi sorgulayan yeteneğimizdir. Hiçbir nesne ve hiçbir kimse kendini bu sorulardan kurtaramaz.
Ni-çin (için ne:niçin ?) ve ne-ye (ne yerden ne yere ?) olduğunu anlamadan;
Amacının ne olduğunu sormadan;
Ne-den (eden ne:neden ?) ve na-sıl (asıl ne ?) olduğunu açıklamadan;
Anlamının ne olduğunu aramadan;
önce öğrenmenim tanımını oluşturan iki yanın ve dört etkinliğin genel bir betimlemesini yapalım:
DEĞİŞİM, etkileşim ve iletişimdir.
Etkileşim, (müessere) sürekli bir tanımadır.
İletişim, (muhabere) almaşık bir bilmedir.
DEYİŞİM, düşünme ve konuşmadır.
Düşünme (tefekkür), kesintisiz bir arayıştır.
Konuşma (tezekkür), karşılıklı bir yakınlaşmadır.
Şimdi ilmin bir başka yönüne bakıyoruz. Ki bu bakışa göre ilim, marifeti fark etme ve kıymetin kadrini bilmedir.
Tefrik etme (ayırtına varma) özgür bir marifetle sonlanır. Takdir etme (değer biçme) ise içten bir muhabbetle. Öğrenme, bu ayırt etme (karşıtıyla fark edip şuuruna varma) ve değer verme (yokluğuyla kadr edip kıymetini bilme) ile başlar. Biz bir şeyi izafiyet aynasında karşıtıyla ayırt ederek tanırız, o şeyin değerini, nisbet ipinin kesilmesinde yokluğuyla anlarız.
İşte birisi nazari temsil ve diğeri ameli tecrübe.
Ancak bu tanıma yaşantısı ve anlama deneyimi, sürekli etkileşim ve iletişimle gerçekleşmektedir. Bunun adına dahi deneme-yanılma, araştırma-geliştirme demekteyiz.
Nesneleri, adlarla (isimlerle) tanıma değişen canlı bir süreçtir.
Kavramları, tanımlarla (tariflerle) anlama gelişen diri bir işlemdir.
Terim, tümce ve söz “dil birimleri” ve kavram, tanım ve önerme de “düşünce bölümleri”dir.
Bir başka açıdan düşünmeyi ele alalım:
Her türlü;
analiz (çözümleme/:tahlil) ve sentez (bireşim/:terkib);
tümevarım (istintaç/istihrac) ve tümdengelim (istikra/istinbat)
işlemlerinin dayandığı teşbih, temsil, izah, irca gibi
mukayese (karşılaştırma) ise esemeler
“usavurma bütünleri”dir.
Hatta esinlenme, sezinleme de belki usa-vurma=es-e-me’ye katılabilir.
Karşılaştırılan kavramları ne yaparlar ? Hocaya sormuşlar hocam eski ayları ne yapıyorlar? Mübarek demiş, kırpıp kırıp yıldız yapıyorlar! Şimdi sizde sorabilirsiniz, karşılaştırılan kavramları ne yapıyorlar ? Ortalığı dağıtmayacağım, ben. Derim ki terkip (tamlama), tasnif (bölümleme), tertip (kesimleme), telif (anlatım) yapıyorlar. Demek ki mukayase (tahlil/analiz) ve tasnif (terkip/sentez) aklın iki temel fonksiyonu!
“Çalışmayan” akıldan dolayı dil donduğu ve düşünce durduğu zaman, bu birim ve bölümlerle, dil ile gerçeklik, düşünce ile olgu ilişkisi kurulamaz. Bu nedenle bireylerde topluma ve zamana; toplumlarda dünyaya ve evrene uyum kabiliyeti düşer. Kendini tanımayan bireyler ve haddini bilmeyen toplumlar zamanın değişim ve gelişimine intibak edemezler. Bir dostumun güzel bir sözü var: “Kendini bil, haddini bil ve değişimi kavra!” Her halde ilk ikisi marifetle, sonuncusu da ilimle ilgili.
Öğrenme istemi ve aydınlanma dileği, “taleb-i ilim” den ve “murad-ı irfan”dan ortaya çıkacaktır.. Öğrenmeden bilgi ve bilgiden sevgi doğar. Bilgi, merakın karşı-konulmaz aydınlanma şevkidir. Sevgi ise aşkın dayanılmaz ışık arzusudur. Bunlar, iyilik güdüsü ve güzellik dürtüsüdür. Fakat zamanla karartan gaflet ve gabavet, (zeka düşüklüğü) talebe-lik ezbercilikle özdeşleşmiş. Keza körelten ülfet (alışkanlık) ve ünsiyet, murid-lik taklitçiliğe dönüşmüştür.
Oysa “talebelik” yada “müridlik” pasif bir öğrenme yada edilgin bir bilgilenme değil aktif “tanımlama isteği” ve etkin bir “tanıma dileği”dir. Belki de öğrenci ve öğretmen, bu öncü “ÖĞREN-İ-Cİ-LİK” ve örnek “ÖĞRET-İ-Cİ-LİK” ile özgünleştiği ve özgürleştiği zaman , öğrenmeyi öğrenme, öğrenilmiş ve öğretilmiş olacaktır.
Şimdi biz öğrenme üzerine bir eseme (akıl yürütme) sürdüreceğiz, usavurmalarla dil gerçeğini “tanıma”ya çalışacağız ve düşünce tasarlama olgusunu “bilme”ye uğraşacağız.
Sorarım size, düşünme ile düşünme anlaşıla bilinir mi ?
Dil ile dil anlatıla bilinir mi ?
Ve insan, insanı bile bilir mi ? kişi benini tanıya bilir mi ?
Eğer monolog ise konuşmamız, hayır, değilse, evet.
El elin aynasıdır derler. Ellerinizi yüzünüze tutunuz belki kendinizi görebilirsiniz. Ama başkalarını el! sayıyorsam; hala kendi kendimle konuşuyor, hala kendime yabancı, hala monologumu sürdürüyorum demektir..
Şu da var ki öğrenme adına yaşanan gerçekliği, bulmak için, onu durdurduğumuzda yaptığımız tanımalar, sadece bir haritadır. Bilgilenme denilen akan olguyu yakalamak için dondurulduğunda , kurduğumuz tanımlama-lar, sadece bir fotoğrafdır… Ama ilim haritası ve irfan fotoğrafı, inzal rengi ve irsal boyası sürüldüğünde canlanır.
Etkileşim adını verdiğimiz cansızlar arasında bile süregelen ve sevgiyle yürütülen fizik çarkının, dengelenme ilişkileri etki ve tepki alış ve verişlerine yada öğe-ortam giriş ve çıkışlarına indirgediğinde elimizde termo-dinamik yasaların boş adları kalır. Fakat inayet varsa taallüm cehaletten kurtulur.
İletişim canlı ve cansız akıllı yada akılsız her varlık alanlarında geçerli bir olaydır. Etkileşim fizik ilişkileri gösterirken iletişim psik ilgilere dayanır. Dolanım ve akımın düzenli olması iletişimin aşamalarının düzenli akımından kaynaklanır. Eğer iletişimi, zaman ve mekan kadrosunun bir fonksiyonu olarak tanımlarsak, sibernetik dilinin psik bir makinesi sayılır.. eğer hidayet beyin denilen cesedin makine merkezini özgürleştirirse taarrüf inkardan sıyrılır.
Düşünme denilen ayıracı, sözdiziminin kalıplarına sıkıştırdığımızda yaptığımız “çeviri” (terceme) ile karşımıza çıkan semiotik yasaların kuru bir iskeleti olacaktır.. Amma halis bir tefekkür nübüvvetle beraber canlanır.
Konuşma adını verdiğimiz bütünlüklü işlemi anlama adına, ilmin masasına yatırıp onu parçalara ayırdığımızda, yaptığımız “eviri” (tevil) ile sadece diyalektiğin anatomisini buluruz. Buna rağmen nazar ve niyet hasbilik taşıyorsa tezekkür tekellümü bulur.
Ama buna mecburuz: canlılığı anlamak için fizyoloji uğruna anatomiden, anatomi uğruna fizyolojiden vazgeçmek zorundayız. Çünkü kalıbın yetersizliği kalbi köreltir. Kalbin vüsati dahi kalıba sığmaz. Bu nedenle de gör-ün-me ve gös-ter-me birlikte ikisi gerçekleşemez! Birini öne almağa (obje) , öbürünü gölge de bırakma (fon) zarureti var.
Şimdi, bu; de-ğ-iş-im ve de-y-iş-im şu, de–me-k (O)-luyor ki ;
Biz, varlıkları ve olayları anlamak için onu yapı ve işlev olarak iki yana ayırırız.. Dil varlığı ve düşünce olayına da aynı işlemi uygulamaktayız.
Öğrenirken biz biçim ve tasarım ayırımı yapmıyoruz. Terim ve kavramı birbirinden ayırt etmek uzmanlık ister. Günlük dilde değişken ve değer ayırımı pek yapmayız. İmgeyi kavramla karıştırmayan insan sayısı azdır. Doğal ve toplumsal ortamda ana dili ve temel düşünceyi birlikte elde ediyoruz. Konuşurken dil, düşünürken de dil kendini göstermez. Ama değişim ve deyişimin ortak “de” birikimini “iş” deneyimini taşıdığımızdan, taşıdığımız bu yükü araştırdığımızda yada bir bilimde uzmanlık kazandığımızda “terimler” (istilahlar) oluşturmaya başlarız. Değişkenler ve değerler birbirinden ayrılmaya başlar. Artık bazı kelimelere günlük dil dışında özel anlamlar vermeye başlarız. Öğrenmenin oluşumunu öğrenmek için “öğrenme”yi, tanımlamadığımızda yada kurguladığımızda, onun bir biçim (beyan/sentaks) birde tasarım (maan/semantik) tarafı olduğunu anlıyoruz.
Ana (ulusal) dilden ve temel düşünceden başka diğer ulusal dilleri, aletleri, yolları, usulleri, içerikleri öğreniyoruz: Bu noktadan sonra şunu da görüyoruz: biçim tasarım doğuruyor, tasarım biçimi doğuruyor.. hatlarla gerçeklik imgeleniyor, hadlerle imgeler gerçekleniyor.. dil düşünceyi yazıyor, ifade ediyor, düşünce dili okuyor, ibare ediyor… düşünce fâni ediliyor.. hakikat insan mantıkiyle nutka geliyor, inşanın meşieti hakikatle gidiyor.. insan feda ediliyor. Hasılı; izler imleniyor, imgeleniyor, imgeler simgeleniyor.. simgeler belleniyor, bellenen bildiriliyor, bildirilen biliniyor.. bellek ve bilek aygıtları, evren ve kitap kaynakları, yöntem ve biçem araçları… Bu düğümleri felsefe birer birer akılla çözmeye, Bu karmaşayı din kalble açmaya çalışıyor.. Akıl ilkeleri ve insan ülküleri, evren verileri ve insan bulguları elbette kolay çözülmez. Dil ve düşünce, süre ve uzam, anlam ve amaç, varlık ve olay, yapı ve işlev; bütün bu indirgemeler.. başlama ve bitme aşamaları, öğrenme ve bilgilenme yanları ve yönleri, standart ve patentle bir süreçleri, sorum ve çözüm bir işlemleri; bütün bu betimlemeler.. genişleyen ve ilerleyen dil ve düşüncenin kilidini açmaya ve zembereğini bulmaya çalışıyorlar. Çağdaş felsefeyi takip ettiğinizde, sizin bu konuda arka-planınız oluştuğunda sizde bu tartışmaya katılacaksınız. Bu bir nevi insanın insanı açması, belki insanın kendi kendisini açmaya çalışması gibidir.. Ama bu uzun bir yol, şu da var ki eğitim sistemi ve kültür ortamı bir gün yapacak bu yola kısaltacaktır.
Ama aceleniz varsa size daha kısa bir yol önerebilirim. Hem acele de etmelisiniz. Zaman her zaman aleyhimize çalışır. Hatta hiçbir şey yapmasa da bizi ecele her saat her gün her yıl daha da yaklaştırdığından yolun kısalmasını beklemeden acele ederek lehimize çok şey yapabiliriz: Bunlardan biri de yüzümüzü aynada görmek!
Başkasıyla konuşurken onun yüzünü görür kendi yüzümüzü görmeyiz. Söyleyen dilimiz ve dinleyen kulağımızın farkında bile değiliz. Ama aynaya karşı konuşursak yüzümüzün, dilimizin ve kulağımızın farkında oluruz. Aynen öylede, insan sadece kendi dilini bildiği ve yabancı bir dil öğrenmediği zaman ne “dil”in nede “düşünce”nin farkında olur. Bunları birbirinden ayırt edemez. Ama yabancı dil öğrense, bir ayna bakmak gibi dili ve düşünceyi görür. İnsan gördüğü şeyi öğrendiğinden dil ve düşünce vasıtasıyla öğrenmeyi de öğrenir. O zaman çağdaş felsefeyi takibe imkan ve zamanınız yoksa, yabancı bir dil öğrenerek, öğrenmeyi öğrenme kısa, verimli ve yararlı bir yol açmış olursunuz. Hem bu yol, sadece hakikate değil menfaate de götürür. Çünkü bu asırda geçim yarışının önemli koşullarından biridir yabancı dil.
Eğer müslüman iseniz zaten, yabancı dil olmayan hatta yüksek soyunuzun dilinizden daha yakın olan yüce dininizin dilini öğrenmelisiniz. Bir söz ki iki ana amaç için söylenir, ya bir şeyi bildirmek istenir yada bir şey yaptırmak istenir. Şimdi siz Fatiha ile sorduğunuz ve zammı sure ile ne cevap aldığınızın farkında değilseniz sözün bu temel işlevinden yoksunuz demektir. Siz namazda Olağanüstü Açıklamaları Okumakla görevinizi yerine getiriyor ama dil bilmediğinizden iletişim kuramıyorsanız; yararını ve coşkusunu bulamıyor, bolluğunu ve tutkusunu yaşamıyorsunuz demektir. Bu az bir kayıp aynı zamanda az ayıp değil her halde..
Bir yabancı dil bilmeyen, sadece o dilin harf yada sadalarından ibaret MADDE’sini bilir. Kutsi bir mahiyeti yoksa onun için, yazılar karalamalar sesler gürültülerdir sadece. Yabancı dili az bilen isim ve fiilleri, özne ve yüklemleri ile tümceleri ayırt eder. Dilin bazı sözlerini çevirebilir, bazıları çeviremez. Üçünü derecede, tercümanlık (sözdizimlsel çeviri) ve mütercimlik (anlambilimsel çeviri) yapacak düzeyde olanlardır. BEYANI açıklayan tercüman, dilin belirtileri olan rakam ve harfleriyle uğraşır. Daha üst düzeyde olan ve MAANI anlayan mütercim ise, dilin simgeleri olan kök ve ek sözcükleriyle uğraşır. Ama her ikisi de dili “hece” leri tanır. Ama dile hâkim değildir. Dördüncü seviyede, yabancı dili ana dili gibi konuşacak ve düşünecek seviyede dilin fehmiyle ve fıkhıyla MANASINI bilinler gelir. Şimdi kitabının n dilinde bu seviyelerin birinde bulunmak müslüman için büyük bir mutluluktur. Çünkü orada yaratanı ile yarenlik eder. Bu seviyelerin en altı olan maddesini bilmek ve kitabını yüzünden okumak bile büyük bir bahtiyarlıktır. Çünkü dilin manasını maddesi taşır. Naklin maddesi ve manası, aklın dili ve düşüncesiyle iletişim ve etkileşim kurduğunda, öğrenme yolunda ömür günlüğünüzün yazarlığını başlamışsısınız oluyorsunuz.
Hele birde bilgisayar kullanıp, hele bir de bir proğramlama dili öğrendiğinizde artık sizin hızlı bir koşunun ucu görünmüş olur. Artık zamanı kısaltacak araçları edinerek onunla yarışıyor olacakısınız. Zaten bu ve sonraki yıllarda başka türlü ayakta kalmak mümkün olmayacaktır.. Bu treni siz kaçırdıysanız, bari çocuklarınıza kaçırtmayın. Yaşlıysanız sizin için azalan zamandan dolayı belki hıza çocuklarınızdan daha çok ihtiyacınız var demektir. Bilgisayarı öğrenmekle geçireceğiniz altı aydan sonraki zaman, belki geçmiş altmış yıldan daha bereketli bilgilere ve sonuçlara ulaştıracaktır. Belki altmış yıllık, bilgi, birikim ve deneyim; bu hızlı, kolay ve ucuz araçla, size ve başkalarına daha yararlı ve karlı hale gelecektir. Çünkü bu, ilk oku emrine uyarak, öğrenmenizi canlı ve gelişiminizi diri tuttuğunuzun ve aynı zaman beşikten mezara kadar “bilgilenme” farzını yerine getirdiğinizin resmidir.
. Öğrenirken, yaptığım bir kurguya göre, hem düşünerek aklın delaletini (görüngüsünü) tevil (evirme yani tahkim, teşbih, temsil ve mecaz) ederiz. Hem konuşarak naklin işaretini (göstergesini) tercüme (çevirme yani tasvir, irca, tefsir ve izah) ederiz.
Fakat bu iki yandan birisini yaparken diğerini “göz arda etme” zorunluluğu duyuyoruz. Dikkat ediniz ki yaptığım, sekizi bir diğer sekizi öbür cümlede olmak üzere on altı, tanımlar öznel ve tartışmaya açık. (Artık deyişim de değişime alıştınız sanırım şimdi yine değişim karşısındasınız. Zaten yazının başında demiştim siz benim dır-dır-larıma, ir-ır-larıma bakmayın. Nitekim kendi yaptığım revizyona -düzeltmeye- göre “düşey” hakikatlerin işaretlerini tercümede ve mahiyetlerin delaletlerini tevilde, kullandığımız “yatay” mantıki tefsir ve riyazi temsile göre kurgulama değişmektedir.
Başkalarının deyişim-ler-in de ki değişim-ler de az-çok böyle, – isterlerse itiraf etmesinler bu böyledir onlar düşüncelerini değiştiri-yorlar ve geliştiri-yorlar – İnsan düşüncesinde evrimden dolayı fen ve sanat, hukuk ve hikmet yetke ve otoritelerin katkılarıyla değişir ve gelişir. Yoksa standartları patentler takip etmezdi! İnsanlar her iş, işlem ve işletimlerini tam ve tüm bir standardizasyona bağladıkları zaman bütün çekişmeler sona erer ve hür türlü kargaşa biter. Bu çok zor. Zaten gerçekleşse yaşamın çelişkisi bitince yaşamda durur. Terslik, karşıtlık ve çelişki, savaş ve barışla yürüyen yaşamın kanunudur. Gerçeğe ulaşmak için mecbur olduğumuz ve yukarıda sıraladığımız “iki yana yaslanmalar” bundandır. Bu olan bir “normal” durum Amma bir de bunun dışında, bilerek yada bilmeyerek, herkes kendi kemanını çalmıyor, başkasının borusunu “öttür”meye çalışıyorsa oluşan tutarsızlık, aykırılık ve çatışma bir dinleti değil gürültüdür. Ne zaman patenti destekleyen bir standart yoksa ortaya böyle her zaman uğultu çıkar, seyirciler de rahatsız olur..
Öğrenirken, aklın ve naklin tearuzunu önleyemiyoruz. Ücretin ve hizmetin muarazasına engel olamıyoruz. İşte sol ve sağ yana yaslanmalar, garb yada şarka çekilmeler bundandır. Felsefe ve dinin çatışması dahi bundan doğar.. Biz illeti ve akibeti uzlaştırmaya ve izafeti ve ıtlakı barıştırmaya çalışıyoruz.
Hasılı öğrenirken etkinliklerin iki tarafını hiçbir zaman biraya getiremiyor, birlikte tutamıyor, beraber bulunduramıyoruz. Başarılı olmayınca vahdeti ve selameti bir yana çekilmekte, felsefenin soluna veya sağına veya dinin garbına veya şarkına yaslanmakta buluyoruz. Bu geçici ve kandırıcı bir çözüm. Kalıcı ve kanıtçı çare var mı ?
Hazır bir sistem bulup rahatlamak, yapılmış bir çözüm görüp dinlemek “İSTEMİYORSANIZ” İşte size… Öncü ve Kant’çı bir hitap… Önder ve Kur’an’cı kitap.. Külli ve cüzi “alanlar”ın ayırtına varan, sıdk ve şüphe yi ayıran usul“yöntem” adresi:
Nasıl “Ömür biter yol bitmez” ise bunun gibi “Marifet biter, taallüm bitmez” diyebiliriz. Çünkü; Bilgi meyvesi yenilenir ve fakat eskir, öğrenme ağacı yinelenir ve fakat tazelenir. Bu nedenle geniş zamanlı genel ve kesin bilgilerimizi içeren anlatımlar çoğu zaman düzeltilmeye muhtaç kalır.
Şunu da unutmamak lazım: Her şeyi sonuna kadar tartışmaya açmak, kadar, her tartışmadan kaçmakta, hastalıklı bir durumdur. Bu iki aşırı uç yanında herkesin “tartışamaya” açık ve kapalı alanlarını duyarlı ve özenli bir şekilde seçiminden yana olmak hem aklın doğasına aykırı değildir, hem seçim özgürlüğüne uymaktadır. Çünkü aklında değişmez ilkeleri, kalbin sürekli ülküleri var. Bir de buna dinin yani naklin muhkem “salt” bölgesine ve aklın zorunluluk belirten “gereklilik” alanına ilişkin olmayan inançlarını eklersek, herkese, pergelinin sivri ucunu koyacağı bir zemin hakkı vermiş oluruz. Yoksa doğruluk ve gerçeklik arayışı, zorunluluk ve gereklilik dayanağı olmadan her kafadan bir ses çıkmasına, eleştiri de denmez. Böyle tartışma da olmaz. Olsa olsa egemen din ve sistem, ideoloji yan yana ontolojik bir dizimi, geçerli ve yürürlü doğma ve paradigmaların kronolojik ard arda bir sıralaması olurdu. O zaman hakikati hikaye ve teliflerden ayırmanın imkanı olmaz, hakkı rivayet ve dirayetlerden ayırt etmenin bir yolunu bulamaz, lafzı ve remzi kelamdan temyiz etmenin , temsili ve tefsiri ilimden tefrik etmenin ölçütünü koyamazdık.
Zaten yöntembilimi anlamayan ve bu yüzden kullanamayan bazıları, yöntembilimsel ve biçimsel kurgularımı, gerçeklerden uzak, şahsımın bilgi “zenginliğine” dayanan rastlantılı bağlamlar olarak görebiliyorlar. Tevazu göstermiyorum, gençliğimden beri okumama rağmen birikimin normal kültürlü bir insanın okumasından fazla olamaz. Yöntembilim çalışmaları yüzünden okuma özürlü olarak ta sayılabilirim. İtira ediyorum; genel kültür yönünden ortalamanın bayağı altındayım. Benim şemalarıma kurgulama ve uydurma ayıp olmazsa ve dobra konuşan kimselerse “düzmece” diyenler; kendilerinin içerikli bilgilerinin de böyle düzenler ve dizgeler olduğunu, günlük yada bilimsel bilgi seviyesinin üstüne çıkamadıklarından, göremiyorlar. Oysa genel geçer seviyede yapılmış genel evren tasvirlerinin bilim tarihinde üç kez revize edildiğini (yer merkezli, güneş merkezli ve merkezsiz izafiyet kuramlarıyla) hatırlasalar bana hak verecekler. Demek her yorum, her kurgu, her görüş; nesnel ölçüm ve veriler yanında kimsel ilke ve ülkülerde içerirler. Ama tamamen düzen-leme ve dizge-leme, uyar-lama ve tutar-lama değildir. Çünkü zorunlu tümel ilkeler, gerekli genel ülküler ve salt ortak inançlar vardır. Tek-benci bir dünya ile yetinemeyip ve şuur aynamızdaki yansımaya sığınıp kurutulamayız.
İlkeler, ülküler ve inançlar dışında, izafetleri belirten dır’lı-değil’li total (tümel) tümcelerin ve ir’li-yor’lu geniş zamanlı kategörik (kesin) yargıları değişecek uçlar ve gelişecek noktalar olarak görmek gerekir. Çünkü makul yada muhal uçlarda yer alan mümkün kestirmelerin, muhtemel yüklemelerin, takribi ve tahmini i sonuçların ve mütebeddil ve muvakkat hedeflerin hikayesi bizi doyurmaz.
Veriler, bilgiler, tanılar, tanımlar; birikerek ve birbirine eklenerek açılır ve genişlerler, çoğalır ve artarlar.. Fakat alışmışız bencil ve kesin konuşmaya, acele edip hemen kestirip atmaya.. İlkesiz verilenmeye.. gözlemeden yorumlamaya.. tasar yapmadan karar vermeye.. düşünmeden dile-getirmeye.. dinlemeden yargılama.. bilgilenmeden buyurmaya.. Elbette bütün bunlar kararsızlık, belirsizlik, kuşkuculuk, boş vericilik, umursamazlık değildir.. inançtan doğan ve yolumuzu çizen kesin ve sarsılmaz ilke ve ülkülerimiz var. Fakat bunları bilgilerimizi donduran ve düşüncelerimizi kısıtlayan; alışkanlık, saplantı ve önyargı gibi durdurucu ve tutucu etkilerden nasıl ayırmalı ? Belki de kuru, sıkıcı ve bellekçi pasif öğrenmeden, duru, canlı ve işlemci aktif öğrenmeye geçmek çare olabilir. Hatta bu tür bir “aktif öğrenicilik”e yönelmek, “öğrenmeyi öğrenmeye” çıkmak için bir çare bile olabilir. Ama en kestirme yol öğretmenlik ve öğrencilik sırrını çözmektir. Bileni ve bilmeyeni bulmak öyle zor ki! Çünkü bu yol, Sokrates’ın şu paradoksunda gizli; “Bilmeyene öğretemezsin!
İşte kanıtı! Şer eksenin başı olarak nitelendirilen bir insan “Reform karşıtlarına meydan okuyacağız. Terörün müttefiklerine karşı duracağız. Dostlarımızdan daha yüksek standartlar bekleyeceğiz.” Diyor. Politik, ekonomik ve kültürel özgürlükleri ile basın ve işçi haklarının ilerletilmesin stratejisinin takipçisi olduğunu söyleyen kişi, “Ben Tanrı’nın bütün kalplere, özgürlük içinde yaşama arzusu yerleştirdiğine inanıyorum. Bu arzu on yıllarca zalimler tarafından ezilse bile tekrar ayaklanacaktır.” Şimdi bu sözleri, benim gibi imzalamaz mısınız ? İnanıyorum ki imzalarsınız. Ancak.. ne demişti Ziya Paşa “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Demek ki “bilmek” (irfan) yetmiyor, yapmak lazım. Peki yapmayı nasıl “öğreneceğiz” (ilim). İşte bu yazının, bu konunun, bu konuşmanın bütün derdi de bu. Fakat biliyoruz ki bilen, “konuşur”. Ben yada sen KİM yapmışsa bilir, bilirse konuşur. Bu işte bütün sermayemiz dile-getirme ve düşe-götürme’lerimizdir. O zaman yukarıdaki ünlü “bilmeyene öğretemezsin.” sözü, “Tanımayana anlatamazsın ve yaşamayana aktaramazsın yada köre gördüremezsin ve sağıra işittiremezsin” mi olur ? O zaman sorun; anlatmak, aktarmak, görmek ve işittirmek değil, problem; tanımak, yaşamak, kör olmamak ve sağır olmamaktır.
Gerçekten takipçi olmak ve hayır ekseninin başı olmak. Hayrı takip etmek. İşte bütün mes’ele “bu” nu yapmak.
Peki dile getirmeyi unuttuğumuz ve düşe götürmeme yanlışına düştüğümüz hayrın içeriği “ne” dir ? yaşadığımız min’dir!
Bize yalancılığı göz ardı etmemizi ve gerçekleri örtme yanlışımızı takip eden “kim” dir ? anladığımız men’dir!
İşte şu min ve bu men kim ise, biz o’yuz.
Daha da açarsam, (ben, sen ve o) kimseler ve (bunlar, şunlar ve onlar) nesneler. En genel izafiyet ve bütün nisbetleri taşıyan bu nesne-kimse olgu ve olanaklarının üstüne çıkabilirsek, ki iman ile çıkıyoruz ve bu düşüncenin de ve dilin de üstüne çıkmak demektir, işte o zaman, sorunu çözeriz. VE o zaman, zaman aleyhimize çalışmaz.
İlim, görünene ve gizlenene ilişkin olmak üzere iki tabakalıdır. İlim, dünya ve ukbaya dönük olmak üzere iki cihetlidir. Ama hangisi olursa olsun, bilme ve öğrenmenin değişimi ve gelişimi üç aşamalıdır; yapmanın deneyimi, bilmenin birikimi ve konuşmanın evrimi.
Mustafa BUĞÇAM