Amerika’nın Utah Eyaletinin Salt Lake City şehrinden avukat Rulon S. Howelles’in İslâm Dini ve Hıristiyanlığın esasını teşkil eden meseleler hakkında Müslümanlarm düşüncelerini öğrenmek ve bir kitap hazırlamak maksadiyle İslâm ülkelerinde resmi din oteritelerine tevcih ettiği suallere, Maarif Vekâletinin Kasım 1955 gün ve 022/14536 sayılı yazısı üzerine Diyanet İşleri Reisliği Müşavere ve Dînî Eserler İnceleme Hey’etince hazırlanan cevablar.

Ankara / 1957

Soru 1: ALLAH. (Üstün varlık, mutasavvıt-orta seviyede bir Müslüman âlimin ne anladığını açıklayın. Aynı zamanda henüz gençlik çağında bulunan bir kimsenin ne anladığını izah edin)

CEVAB 1 :  Müslümanların âlimi de, câhili de, genci de, ihtiyarı da Rabbü’l-âlemîn olan Allâhu Teâlâ’ya şöyle inanır; Allâhu Teâlâ var’dır. Birdir. Varlığının evveli yoktur . Varlığının âhiri de yoktur.

Ne kendisi yaratılmışlardan birisine benzer, ne de yaratılmışlar kendisine benzer.  Varlığı, başka bir varlığa dayanmaz, kendi zâtı  ile vardır. Onun varlığı zâtının iktizâsıdır. Doğmaktan, doğurulmaktan, doğurmaktan, baba veya oğul olmaktan, zaman ve mekânda bulunmaktan münezzeh ve müteâlî olarak mevcuddur. Hiç bir vâsıtaya muhtâç olmaksızın, Her şeyi bilir. Her şeyi işitir. Her şeyi görür.  Hayat sâhibi’dir. Mutlak irâde ve mutlak kudret sâhibidir. Dilediğini yapar.  Kelam sıfatı ile de muttasıftır. Sese ve harfe muhtaç olmaksızın söyler. Peygamberler vasıtasıyla insanlara kiıaplar gönderir ve göndermiştir.

Bu sıfatların zıtları, Allâh’u Teâlâ hakkında düşünülmez, düşünülemez. Allahu Teâlâ, kâinatın şeriksiz ve nazirsiz yaratıcısıdır, yaratan, yarattıklarını yaşatan, öldüren, diriltecek olan, iyi kulları için ni’metler, kötü kulları için de azab hazırlayan O’dur.  Biz Cenâb’ı Hakk’ın âsârından kudret ve azametini, yüksek sıfatlarını düşünür, zat ve mâhiyetinden bahsedemeyiz. İşte, istisnâsız, her Müslüman’ın Allâhu Teâlâinancı böyledir. Şu kadar ki, müslümanların ilim sâhibi olanları, Allâh’a îman mevzuunda kanaatlerinı aklî ve naklî delillerle isbat edebilecek durumdadırlar.

SORU 2: EKAANİM-İ SELÂSE. (Buna Hristiyanların inandığı şekilde inanıyor musunuz?)

CEVAP 2 :  Hristiyanlar, umûmiyetle Teslîs’e, yani Allâh’ın hem üç hem bir olduğuna inanırlar. Ekaanim-i Selâse dedikleri bu üçüzlü ilâh telâkkîsinde ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı: Allâh bir cevherdir ki, kendinin üç uknumu (üç aslı) vardır; biri Baba, biri Oğul, diğeri de Rûhü’l-Kudüs’tür, derler.  Diğer kısmı ise; Uknûm’un biri Allah, biri Meryem, birisi de Îsâ olduğunu söyleyip, Îsâ aleyhisselâm’ın Allâh’ın oğlu olduğunu kabul ettikten sonra kendisinde nâsûtî ve lâhûtî iki tabîat bulunduğunu ve bu iki tabîatın da bir’e inkılâb ederek, Hazreti Îsâ’nın, nâsûtiyyetiyle muhdes ve mahlûk bir insan olduğuna, lâhûtiyyetiyle de Hâlık ve gayri mahlûk, ilâh olduğuna inanırlar.  İşte Hıristiyanların Ekaanîm-i Selâse dedikleri bunlardır.

Biz Müslümanlar ise böyle bir akîdeyi aslâ kabul etmeyiz. Bizim îman ve i’tikad ettiğimiz Allâh inancı, birinci suâlin cevabında da bildirildiği üzere aslâ teaddüt, tecezzi ve inkısam kabul etmez. Hıristiyanlıktaki Ekaanîm-i Selâse akîdesini kabul etmeyişimizin sebebini kısaca îzâh edelim.

Bilinmelidir ki, Müslümanlık, akla büyük bir mevki vermiştir. Bunun için, Müslümanlığın bütün îman esasları ma’kuldür, yani akla uygundur, ve onlarda akıl ve mantığın kabul etmiyeceği hiç bir esrarlı noktaya rastlanmaz. Ekaanîm-i Selâse akîdesindeki Allâh’ın hem üç, hem bir olması ciheti ise aklen açık bir tenâkuz teşkil eder.

Üç uknûm’dan birisi sayılan Hazreti îsâ’nın sonradan dünyâya geldiği kabul edildiğine göre kendisi doğmazdan evvel, mevcud kâinatın Allâh’tan hâlî olmasını îcâb ettirir. Çünkü Hazreti îsâ’nın, Allah’ı teşkil ettiği sanılan üç uknumdan birisi olduğuna ve Hazreti îsâ ortada bulunmadıkça ülûhiyyet camiaası da ‘bulunmayacağına göre Hazreti îsâ doğmadan Allâh’ın da bulunmaması iktizâ eder.  Üç uknumdan mürekkep ülûhiyyet camiasının vücudu, bundan cüz’ olan Hazreti îsâ’nın bulunmasına muhtac olması lâzım geleceğine göre böyle bir aczi de müstelzimdir. Allâhu Teâlâ’nın ise kadir-i mutlak olduğu müsellem bulunduğundan böyle bir acz ve ihtiyac bilbedâhe bâtıldır. Banun içindir ki, kilise mensublarındaıı bâzıları bu Ekaanîm-i Selâse’yi bir Allâh’da olan Vücüt, Hayat ve ilim sıfatlarının remzi olmak gibi tevil yoluna kaçmış olmalarına rağmen birçokları da reddetmişlerdir.

SORU 3: HAZRET- î  îSÂ (Ulûhiyyetini kabul ediyor mu sunuz? Dininizdeki yeri nedir?)

CEVAB 3 : İkinci süâlin cevâbında da açıklandığı üzere Hristiyanların i’tikadına göre: Hazreti îsâ, (hâşâ) Allah’ın oğludur ve üç uknuumdan biridir. Beşer cesedi giyinerek Hz. Meryem’den dooğmuştur. Kendisinin yer yüzünde çok ibadet ettiği, bilhare Yahudiler elinden öldürüldüğü, öldürülmek istendiği zaman kaçarak gizlenecek bir yer aradığı, gizlendiği yerde tutularak asılırken şiddetli teessürler gösterdiği, ‘İlahi, İlâhî’ beni niçin terkettin diye Cenâb-ı Hakk’a hâlinden şikâyet ettiği,   Öldürüldükten sonra cehenneme inip Hazreti Âdem’le zürriyetinden olan bütün peygamberleri oradan çıkardığı, üç gün sonra ölülerin arasından kalkarak göklere çıktığı ve Kaadir-i Mutlak olan Baba’nın sağ tarafında oturduğu… iddia edilmektedir.

Biz Müslümanlar bu iddiaların ve akîdelerin hiç birisine inanmayız. Çünkü Hazreti Îsâ, Hıristiyanların da i’tiraf ettikleri veçhile, bir zaman yok iken, sonradan Hazret Meryem’den doğmuş, süt emmiş, yiyip içmiş, insanlar arasında. çocukluk ve gençlik çağını geçirmiş bir beşerdir. Demek ki hâdistir, mümkündür, mütegayyir’dir.

O halde, hâdis olan bir varlık için Kadîmlik, mümkün olan bir varlık için Vâciblik, mütegayyir olan bir varlık için tasavvur edilemez. Eğer, iddia edilği gibi, Hazreti İs â ‘da İlâhlık olsa idi, Hıristiyanların dediklerine göre kavimlerin en zaîfi ve âcizi olan Yahûdîlerin elinde âciz kalıp, kurtulmak için bir sığınacak yer aramak lüzûmunu duyar mı idi ? Sonra, çok ibâdet ettiği söylenilen Hazreti  İsâ’nın, şâyet kendisinde bir İlâhlık vasfı bulunsaydı, bu ilahın, kendi kendisine ibâdet etmesi gibi abes bir hareketi, ‘ ilahın kendisine isnâda kalkışmak olmaz mı idi ?

Hazreti Îsâ ‘ın ülûhiyyeti iddia ve öldürüldüğü de kabûl edildiğine göre, o halde ölümünden sonra kâinatın devam ve bekası, ilahsız nasıl mümkün olabilmiştir ?

Hazreti İsâ ‘nın Allâh’ın oğlu sıfatı ile Baba’nın (Allâh’ın) sağ tarafında oturduğu iddia olunduğuna göre, bu da kendisinin Allâh’tan ayrı bir varlık olduğunu kabûl ve aynı zamanda Allâh’ da bir mekân ve cihet isnâd etmek demek değil midir?

Eğer Hazreti Îsâ ‘ya uluhiyet’ atfı, İncil’lerde görülen Peder tabirinden ileri geliyorsa, bu tabir hakîkî ma’nâda olmayıp, mâlik ve hâfız manâsındadır. Bunu hakîkî ma’nâya almak yanlış yola sapmak demektir.

İncil’lerde Cenâb-ı Hakk’ın yalnız Hazreti İsâ’nın değil, insanların da pederi olduğu da yazılmakta,  nitekim Matta İncili’nde şöyle denilmektedir:

“Ne mübârektir sulh ediciler, zira onlara evlâdu’llah tesmiye olunacaktır.” (Beşinci Bab, 9. fıkra.)

“Tâ ki, semâvatta olan Pederinizin evlâdı olasınız. Zira kendi güneşini fenâlar ile iyilerin üzerine doğdurur. Hem sâlih ve fâsık kimselerin üzerine yağmur yağdırır.” (Beşinci Bab, 45. fıkra.)

Eğer pederlik, oğulluk, Hazreti İsâ hakkında hakîkî ma’nâda ise, insanlar hakkında da, hakîkî ma’nâdadır. O halde, diğer insanlar dahi Allâh’ın oğulları olmaları lâzım gelir. Oğulluğun Hazreti  Îsâ’ya hasr olunmasında bir münâsebet görülemez.  Eğer Pederlik, sâir insanlar hakkında mecaz ise, Hazreti î sâ hakknida da mecâz olmak îcâb eder. Hazreti îsâ ‘nın kendisinden önce gelen peygamberler gibi bir peygamberden başka bir insan olmadığı Matta İncili’ndeki şu fıkralardan da açıkça anlaşılmaktadır:

Ve Orşelim’e girdiğinde, bu kimdir? diyerek bütün şehir tahrik olundu. Halk dahi; bu, Celil’de ki vaki Nâsıret’den olan Îsâ peygamberdir, dediler.”  (Matta 21 inci Bab, 10 ve 11i fıkralar) .

“Ve onu Haça gerdikten sonra elbisesini kur’a atarak taksim ettiler. Tâ ki, Peygamberin; elbisemi aralarında taksim edip kaftanım üzerine kura attılar, diye buyurduğu kelâm itmam oluna.” (yirmiyedinci Bab, 35. fıkra).

“Ve vâki oldu ki, İsâ bu temsilleri bitirdikten sonra oradan hhreketle kendi vatanına geldikteı, sinagoglarında anlara tâlim eder idi. Şöyle ki onlar hayran olup bu hikmet ve mu’cizeler, bu’na neredendir.”

“imdi O’na bunun cümlesi neredendir? Diyerek, O’nun hakkında sürçerler idi. Fakat Îsâ onlara; ‘Bir peygamber kendi vatanından ve kendi hânesinden gayrı yerde i’tibursız değildir, dedi. Ve orada âmânsızlıkları sebebiyle çok mu’cizat icrâ etmedi.” (Matta 13 üncü Bab; 53, 54, 57 ve 58. fıkralar).

Biz Müslümanların Hazreti Îsâ hakkındaki i’tikadımıza gelince : Hazreti İsâ, ancak peygamberlik mertebesini hâiz mümtaz bir beşerdir. Anadan, babasız ve hârikulâde olarak, Allâh’ın, “Kün!” emri ile doğmuş olması kendisinin ilâhlık vasfını hâiz bulunmasını aslâ istilzam etmez. Bu belki Allâhu Teâlâ’nın bütün tabîat ve hilkat üzerinde hâkim bulunan kudret ve irâdesil?in azametine delâlet eder. Nitekim Hristiyanlarca da kabul olunduğu veçhile, Hazret i Âdem, hem habasız, hem anasız yaratılmıştır.

Daha önceki peygamberler gibi, Hazreti  İsâ ‘ya da Allâh tarafından peygamberliğini te’yid için, hastaları ilâçsız iyi etmek ve hattâ Allâh’ın izni ile, ölüleri diriltmek gibi mu’cizeler verilmiş ve kendisine ilâhî emir ve nehiyleri bildiren ve tebdil ve tahrife uğramıyan hakîkî İncil âyetleri dahi vahy edilmiştir.

Hazreti İsâ, kendisinden önce gelen bütün peygamberleri ve ezcümle Hazreti Mûsâ’yı ve O’na verilmiş olan Tevrât’ı tasdik ettiği gibi, kendisinden sonra gelecek olan, Âhir Zaman Peygamberi, Hazreti Muhammed AIeyhiselâm’ı da tebşîr ve tasdik etmiştir.

Hz. İsâ, kavmine: “Allâhu Teâlâ  Hazreti benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Yalnız O’na ibâdet edin; en doğru yol budur” demiş ve helâl ve haram olan şeyleri bildirmiştir. Kendisinin ilâhlıkla ve ilâhî oğul’lukla hiç bir mğnâsebeti yoktur. Hazreti  Îsâ , kendisine ve vâlidesine yapılan bu çeşit isnadlardan âhirette Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda şiddetle teberri edecek ve bunların ancak sonradan uydurulmuş kuru bir isnad ve iftirâdan ibâret olduğunu söyleyecektir.  İşte biz Müslümanlarm Hazreti Îsâ hakkındaki nakle ve akle dayanan inancımız bundan ibârettir’.

Soru 4: RUHÜ’L-KUDÜS. (Ekaanîm-i Selâse’ye İnananlar için Rûhü’l-Kudüs “Üç” ten biridir. Sizin dininizde buna benzer bir şey var mı ? )

CEVAP 4: Üçüncü süâlin cevâbında da yazıldığı üzere Hristiyanlar ,Rûhü’I-Kudüs’ün Allâh ile zatt bakımından bir olduğunu onun Allâh’tan (Baba’dan) çıkıp Îsâ ‘nın cesedine hulûl ile birleşmiş bulunduğunu iddia edegelmişlerdir. Müslümanlık inancına göre ise, Allâhu Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarmda aslâ şerik kabul etmeyen tek ve müteâl bir Vâcibü’l-Vücûd olduğundan, herhangi bir varlığı O’na eş ve ortak saymağa imkân yoktur. Müslümanlık, Allâh’a ibâdet ederken, ibâdete karışacak riyâyı bile Tevhîd’e aykırı görmüş ve bunu gizli şirklerden saymıştır. Binâenaleyh Müslümanlıkta Hıristiyanların i’tikad ettikleri gibi, bir Rûhü’l- Kudüs mevcut değildir. Ancak Allâhu Teâlâ’nın halk edip Hazreti  Âdem ‘den itibâren, peygamberler de dâhil olmak üzere, bütün insanlara nefh eylediği beşerî ruhlardan başka peygamberlere ilâhî vahyi tebliğ eden ve Rûhü’I – Kudüs denilen bir meleğin varlığına da inanırız.

Şu halde, ruhlar da ve Rûhü’l -Küdüs de mahlûkdurlar. Hiç bir şâibe ile lekelenmek ihtimâli olmayan, her emniyete şâyan, mukaddes, tertemiz ruh demek olan Rûhü’l -Kudüs , büyük meleklerden biridir. Ona Rûhü’l – Emîn de denilir. Nasıl ki, kuvvet ve kudreti bakımından kendisine CebrâiI, günahtan ve beşerî  vasıflardan ârî bulunduğu için de Rûhu’l -Kudüs denilmiştir. Hazreti  İsâ ‘nın rûhunü  Hazreti  Meryem’e nefhaya me’mur olunan Cebrâil Aleyhisselâm ‘dır.

Bu Rûhü’l- Kudüs’le te’yid olunan yalnız  Hazreti İsâ değildir. Resûl-i Ekrem Muhammed Mustafâ Sallalâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e de Kur’ân-ı Kerim’i, Rabbü’l-Âlemîn’in emri ile bu Rûhül – Kudüs indirmiştir.  Binâenaleyh sâir mahlûklar gibi bir mahlûk  olan Rûhü’I -Kudüs’ü Allâh’ın zâtından bir parça saymayı, nasıl imkân dâiresinden uzak görürsek onu bir beşer olan Hazreti Îsâ’mn varlığına bürünmüş saymayı da o derece yersiz ve manâsız buluruz. İste biz Müslümanların Rûhu’I – Kudüs, hakkındaki inancımız bundan ibârettir.

SORU 5: SÜNÛHAT. (Yüce Allah veya semâvat ehli ile diinyâdaki insanlar arasındq şimdi veya her hangi bir zamanda yapılan irtibat-iletişim. Eski zamunlarda olduğu gibi bugün de doğrudan doğruya siinûhat vâki oluyur mu?)

CEVAP 5 : Sünühat’dan kasıt zihne ilahi veya beşeri bir kaynaktan defaten gelen ilham denilen bilgi ise, bu eski zamandan beri, bugün de, yarın da, her zaman insanlarda vaki olmaktadır. Bu ilham denen olgunun, dini mahiyeti olabileceği gibi olmayabilir de… Nitekim, peygamberimiz’den önceki  peygamberler zamanında bazı salih kulların kalplerine Allah tarafından, peygamberlerin tebliğ buyurduğu şeriat ve diğer ilahi emirlere uygun olmak şartıyla bazı ulvi mazmun ve manalar  vürud ettiği gibi, Peygamberimizin ümmetinden de bazılarına aynı şartlar dairesinde gerek evvelce,  gerekse günümüzde böyle mazmun ve manalar vürud etmiştir ve edebilir.

Sünühattan kasıt, melek vasıtasıyla veya başka iletişim yoluyla (içe doğma, hipnotik telkin gibi), insanlara tebliğ edlmek üzere sadece insanlardan seçilmiş olan peygamberlere; Allah’tan gelen vahiy ise, İlk vahiy Hazreti Ademe’e; son vahiy de Hazreti Muhammed Aleyhisselama vaki olmuş ve vahiy kapısı peygamberimizden sonra kapanmıştır. Peygamberimizden sonra her hangi bir insana vahiy gelmesi mümkün olmadığından, İlahi ve semavi bir irtibatın olabildiği iddiası da mesnetsizdir. Kuru bir iddiadan ibarettir.

SORU 6: CENNET VE ÇEHENNEM. (Elle tutulur belirli yerler mi dir, yoksa bir düşünce mahsülü fikirlermi dir. Cennet ve cehennemin mevcut yaşam yerleri olduğuna mı, yoksa ceza ve mükafatın verildiği yer olduğuna mı inanıyorsunuz? Bir kimse ölmeden önce kendisinin veya hayatta bulunan başka bir kimsenin her hangi bir hareketi-teşebbüsüyle günahlarından kurtulabilir mi?)

CEVAB 6:  Biz Müslümanların inancına göre cennet ve cehennem elle tutulur, maddeten belirli yerlerdir. Nerede bulunduğu Allah tarafından bildirilmemiş olmakla beraber halen mevcuttur. 

Cennet, Allahu Tealaya şerik koşmaksızın  iman ve ibadeteden ve Allah’ın bütün emirlerini tutup, sakının dediği şeylerden sakınan ve her ne sebeble olursa olsun Allah’ınafvına nail insanların yaptıkları iyiliklerin mükafatını görecekleri ebedi saadet yurdudur.

Cehennem ise Allah’ı tanımayan veya Allah’a iman etmede ve ibadettte şerik koşan, Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen insanların kötülüklerinin cezasını çekecekleri azap yeridir. Yoksa Cennet ve Cehennem, yapılan herhangi  bir iyilik ve kötülükten dolayı vicdânen huzur veya Azap duymak demek olmadığı gibi mevhum bir mükafat ve cezâ şartı da değildir.

Kâinatın yaratıcısı olan Allâh’ın, mutlak adâlet sahibi olduğu muhakkaktır. Adâlet ise, bir şeyin layık ve müstahak bulunduğu hâle konulması demektir. Bu da mükâfat ve mücazata taalûk eder. Binâenaleyh cisim ile ruhtan mürekkeb olan insanların şu madde âleminde işledikleri her iyiliğin veya kötülüğün karşılığını dünyâda görmedikleri, tecrübe ve müşâhede ile sâbit olduğuna göre, bunun, her hak sâhibine hakkının verileceği ve İlâhî adâletin tamamiyle tecellî edeceği bir âhiret âlemine, bir umûmî muhâsebe ve cezâ gününe bırakıldığı bedihî, binnetice Cennet ve Cehennemin aklen de kabûl ve teslimi zarûridir.

İslâm akîdesine göre hiç bir şahıs başkasının günâhını yüklenemiyeceği gibi hiçbir kimse de başkasının günâhını bâgışlama veya bağışlatma salâhiyeti mevcud değildir. Herkes ancak günah  işlediğinden kendisi mes’uldür. Şu var ki, günahkâr bir insanın dünyâda iken günâhının uhrevî cezâsından kurtulması için bir takım çâreler vardır.

Eğer işlenilen günah Cenabı Hakka karşı işlemişse  o günahtan dolayı şiddetli nedamet ve  pişmanlık duymak ve bir daha işlememek azmi ile ona tövbe etmek ve afv için de  Allah’a  yalvarmak lâzımdır.  Fakat  işlediği bu günah, Namaz, Oruç, Zekât ve Hac gibi terk edilmesi süretiyıe vuku bulmuş ise, yapacağı teybeler yukarıda zikredilen şartlar (nedamet, azim ve af dileme) ile beraber terk ettiği ibâdetleri kaza etmek sûretiyle yerine getirmekle de mukayyeddir. Bununla beraber köprü ve çeşme yaptırma gibi umumun menfaatlarma yarıyan ve sadaka-i cariyeden sayılan işleri sağlığında işlerse, dînimizde, bunların, günâha keffâret olacağı da bildirilmiştir. Eğer işlenilmiş olan günah, herhangi bir şahsın hakkına tecavüz ise, o günâhın işlenmesinden tevbe etmekle beraber, uhrevî cezasından alâkalı şahıs ile veya ölmüşse veresesiyle helâllaşmak süretiyle kurtulmak mümkün olabilir.

Binânaleyh Müslümanlıkta bir kimsenin herhangi bir din adamı önünde günâhını i’tiraf etmesi, kendisini günahından temizliyemiyeceği gibi, Allâh nâmına günah bağışlama selâhiyeti de hiç bir kimseye verilmemiştir.

Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak tarafından Ahirette Resul-i Ekrem efendimize, diğer peygamberlere ve onlara İttibâ eden evliyâ-yı kirâm’a, hakkında şefaat edebilmek müsaadesi buyrulacağına inanırız.

Günahlarından dolayı tevbe etmeden ölen bir müslüman için, hayatta bulunan akrabası veya herhangi bir din kardeşi tarafından duâ edilir, onun günahına keffâret olmak ve sevabı ona bağışlanmak üzere sadaka verilir, onun nâmına hayır ve hasenat yapılırsa, Allâh’ın afvına mazhar olması umulabilir. Fakat Cenâb-ı Hak o müslümanı dilerse afv eder ve dilerşe günahı nisbetinde ta’zîb ve te’dîb eder.

SORU 7: BU DÜNYAYA GELMEDEN EVVELKİ HAYAT. (bir ferdin yer yüzündeki hayatından önce her hangi bir şekil içindeki hayatı. Kim böyle bir hayata sahib olmuştur? Eğer olan varsa, kadere inanıyor musunuz? İnsan rûhu muayyen bir vücuda girmeden önce her hangi bir varlığa mâlik mi dir? Bir insan ne yaparsa yapsın eceli gelmeden ölmeyeceğine inanıyor musunuz?)

CEVAB 7 : Biz Müslümanlar, rûh ile cisimden mürekkep bulunan her ferdin madde âlemi olan dünyâya gelmeden önceki hayatı rûhî olup cismânî olmadığına ve ruhların da cisimlerden önce yaratılmış bulunduğuna inanırız.

İnsan idraki, ruhun hakikat ve mahiyetini kavrayabilecek  bir kabiliyette olmadığı için, ruhani hayatın da ne şekilde ve nerede cerayan ettiği dinimizde açıklanmamıştır. Onun için ruhun hakikat ve mahiyetini Allah’ın ilmine havele ederiz. Bununla beraber yakınen inanırız ki, Allahu Teala’nın emri ve takdiri veçhiyle her insanın ruhu kendi bedenine tealluk eder. Bedeni vazifesi sona erince o ruh Allah’ın tayin buyurduğu yere gider ve başkaca bir cisme hulul etmez.

Müslümanlık, Hindliler’de ve cahiliyet devri Arapların ‘da görüldüğü üzere; ruhların devamlı doğup duran insanların ve hayvanların bedenlerine daimi surette ve lalettayin girip çıkmakta bulunmaları gibi Tenasüh inancına asla yer vermediği gibi hazreti İsa’nın ruhu hakkında da bir nevi tenasühe kayan Hristiyan itikadına da inanmayız.

Biz Müslümanlar, ruhların bedenden ayrıldıktan sonra tekrar hayatta bulunanların hissedemeyecekleri bir mahiyette aynı bedene tealluk edip, bir takım sorgulara ma’ruz kalacağına inandığımız gibi, dünya ve ahiret arası olan bir alemle (berzah alemiyle) irtibatlı  kabir alemi denilen alemde; düyada ki amellerine göre kıyamete kadar beklediklerine de inanırız.

Kader hakkında ki inancımıza gelince, Allâhu Tealanın bütün olacak şeylerin; olmadan önce ne zaman,  nerede olacağını, nasıl olacağını, en ince teferruatına kadar bilmesi ve olacakları ezelde tayin ve takdir etmesine kader denilmekte, zamanı gelince tayin ve takdirin halk ve icadına da kader denilmektedir. Müslümanlık’da Kader ve Kazâ’nın her ikisinin bir ma’nâya alınarak yukarıda tafsil edilen hususların Ezel’de tâyin ve takdîr buyrulması şeklinde şeklinde de tarif edildiği de görülmektedir.

Binâenaleyh biz Müslümanlar kâinattaki her hâdisenin cenâb-ı Hakk’ın irâdesiyle, Kazâ  ve Kader’le viicûda geldiğine inanırız. Bununla beraber, insanların mükellef ve mesul oldukları bir takım işlerde, sa’y ve hareketin de kaderde bir hissesi ve alakası vardır. Cenâb-ı Hak insanlara bu hususta bir irâde ve kudret vermiş ve bu iki kudreti insanların işliyecekleri işlerini takdîr ve yaratmada sebeb-i âdî kılmıştır.

Müslümanlık’da insanların bir işi işlemeyi veya işlememeyi tercih edebilme meleke ve kabiliyetlerine cüzi irade denilir. Kudret de insanın yapacağı işin her cüzü meydana gelirken insanda hasıl olan kuvvettir. İnsanın kudret denilen kuvvetini istimal ederken, işlemek veya işlememek olan cüzi iradesini iki şıktan birine  sarf ve tercih etmesine kesb veya cüzi irade, Allah tarafından o işin meydana getirilmesine de halk ve icad denir. O halde bir iş kesb bakımından insana, icad ve halk-yaratmak bakımından Cenab-ı Hakka racidir. İşte Cenab-ı Hak, insanları bu cüzi iradelerinde serbest bırakmış olduğundan ilahi kaderi ve kazayı onların cüzü iradelerine raptetmiştir. Bunun içindir ki insanların işleri, az önce denildiği üzere takdir ve halk edilmiş olmak yönünden Cenab_ı Allah’a, tercih ve kesb etme yönünden de insanlara raci bulunmuştur. O halde insanlar, yaptıkları işleri mecburi olarak yapmadıkları gibi, yaptıklarının da yaratıcısı kendileri değildirler.

Ecel, ölümün geldiği vakit, Allahu Teala tarafından tayin ve takdir edilen zaman, demektir. Her hangi bir şekilde ölen veya öldürülen kimsenin eceliyle öldüğüne inanırız. Ecel gelmeden ölünmeyeceği gibi, ecel geldikten sonra da bu dünyada kalınmaz. Çünkü Cenab-ı Hak kullarının ecellerini, daha onlar dünyaya gelmeden önce ezelde takdir ve tayin edilmiştir.

Bununla beraber hayatımızın ne zaman ve ne şekilde sona ereceğini bilmediğimizden, her türlü tehlikelerden sakınmakla memur ve mükellef bulunduğumuz gibi gerek şahsımıza ve gerek başkalarına karşı kötü irademizden ve hareketlerimizden dolayı mesulüz.

Dolaysıyla kendisin ve başkasını öldüren kimse emr-i ilahiye muhalefet ederek cüzi radesini kötüye kullanmış olmasından dünyada ve ahirette cezaya muüstehak olur.

SORU 8: BU HAYATIN MAKSADI. (Bu dünyadaki hayatımız için dininizin gösterdiği gaye nedir?)

CEVAB 8 : Gaye bir işi işlemeden evvel o işten ne gibi neticeler husûle geleceğini düşünmek ve tasarlamaktır. Buna: illet-i Gaaiyye ve Garaz da denilir. Bu düşünce evvelce zihinde bulunmayan bir işi ve âkibetini zihinde tasarlamak demektir ki, insanlara hâs kılınan ve bilgisizlik ifâde eden bu hâl,  alîm olan Allâhu Teâlâ hakkında aslâ tasavvur olunamaz. Binâenaleyh insanlara izâfe edilen iş’de gaye aranır, Allâh’a izâfe edilen işde de hikmet aranır. Dünyâya getirilişimizde de? Allâhu Teâlâ’nın bir garaz ve gayesi değil, fakat hikmeti vardır. Biz Müslümanlar, kâinatta hiç bir şeyin boş yere yaratılmadığına, aksine her şeyde Allâh’ın bir hikmeti bulunduğuna ve bütün kainatın insana müsahhar ve insanın menfaatine elverişli bir durum- da yaratıldığına inandığımız gibi bu kadar şerefli bir mevkie yükseltilen insanın da; Rabbü’l – Âlemîn olan bir Allâh’a her türlü eksiklik şâibelerinden ârî,  hâlis bir îmân ile ibâdet etmek, Ahir zaman peygamberi vâsıtasiyla buyrulan emir ve nehiyler dâiresinde hareket etmek ve hayatta meşrû şekilde çalışıp kazanmak ve sıhhat ve hayatını tehlikeden korumak ve herkes hakkında dâimâ iyilik düşünmek gibi bir takım vazîfelerle mükellef bulunduğuna ve namzet bulunduğu âhiret saâdetine liyâkatini de ancak bu vazîfeleri yerine getirmek sûretiyle isbat edebileceğine inanırız.

SORU 9: ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT. (İnsanlar bu dünyadaki şekillerini muhafaza edecekler mi? Öldükten sonra hayat nerede devam edecek? Dininize göre, Mahşer gününde insanlar ne hal ve şekilde bulunacaklardır? Hususî bir vücûda mı sâhib olacaklar,yoksu başka bir halee mi girecekler ? )

CEVAB 9 : Müslümanlık’da, bir insan öldükten sonra ferdi hüviyetini ancak rûhî olarak taşıyacaktır. İnsan kabre konduğunda, rûhu cesedine taallûk ederek, bir takım sorguya çekildikten sonra yeniden dirilişe kadar toprağa karışmış olarak  dünyada kalacaktır. Ruhu da dünyadaki ameline göre mükafat veya azap görecektir.

Müslümanlıkta îmanlı olanlar Mahşer’de insânî bütün güzelliklerini muhâfaza edeceklerdir. İmansızlar ise başka bir maddeye girmeyip, aynı insani huvviyetleeri ile Mahşerde bulunnacaklar ise de tipleri ve şekilleri korkunç ve çirkin hale gelecektir. Bu suretle Mahşer’de görecekleri muâmelelerden  imanlılar Cennet’de ve îmansızlar Cehennem’de yer alıp. dünyâdaki hüviyetleriyle birbirlerini tanıyacaklardır.

SORU 10: DOĞRU ŞEKİLDE İBÂDET EDEBİLMEK İÇİN HUSUSİ BİR TEŞEKKÜLE VEYA GRUBA DÂHİL OLMAK LÂZIM MIDIR? (Bu hayat’tan kurtulmak “necat bulmak” için ne yapmak lâzımdır? Dininizin akidelerine göre yaşayamayan bir insan ne olur? Bu dünyada mı ceza görür? Eğer bu dünyâda ceza görmezse öldükten sonra cezalandırılır mı?)

SORU 11: MÜSLÜMAN OLMAYANLARIN DURUMU. (Sizin inandıklarınıza inanmayanların durumu. Müslümanlık ilkelerine inanmayanların bu dünyâda veya Ahirette kayıpları ve zararları dininize göre nelerdir. )

CE VAB 10 ve 11: Allâh’a ibâdet îmanla mukayyetdir. Bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın Varlığını, Birliğini, kudret ve azametini bütün kemâl sıfatlariyle berâber kendi kendine anlayıp icmâlen îmân edebileceğinin aklen imkânı kabul olunabilirse de Allâh’a ibâdet bahis mevzuu olunca mutlaka ilâhî ta’lîme ihtiyaç vardır. İşte bu ta’lîm, Müslümanlık’da kemâlini bulmuş, İslâmiyet gerek îman ve gerekse ibâdet usûlünü bütün teferruatiyle tesbit ve takrir etmiştir. Kısaca Müslümanlık iki grub esaslardan mürekkep bir dindir.

A-Müslümanlığın îman esasları  olarak; Bütün kemâl sıfatları dâiresinde Allâh’a, Allâh’ın Meleklerine, Allâh’ın peygamberlerine vahiy ile kitablar indirdiğine, Allâh’ın insanlara gönderdiği peygambere, Ahiret gününe, Kader’e, hayır ve-şer her şeyin yaratıcısı Allâhu Teâlâ olduğuna, öldükten sonra dirilmeye şeksiz ve şübhesiz îman ve i’tikad etmek ve bunları dil ile de söylemek.

B-Müslümanlığın ibâdet esasları olarak da;Allâh’dan başka Tanrı olmadığına ve Hazret – i Muhammed aleyhisselâm’ın Allâh’ın Resûlü olduğuna Şehâdet etmek, Namaz kılmak, Zekât vermek, Hacc etmek, Ramazan orucunu tutmak,

Bu hususlar bir Müslüman’ın, müslümanlığının alâmetleridir. Farz olan beş vakit Namaz tek başına da, bir îmâm’a uyularak da kılınabilir. Cemaatle kılmak da büyük sevab ve fazîlet vardır. Cum’a ve Bayram namazları câmiden ve câmi ittihaz olunan yerlerden başka yerde imamsız ve cemaatsiz kılınmaz.

Zekât ve oruç şahsen îfâ edilen mâlî ve bedenî birer ibâdettir.

Hac, hâli vakti yerinde bulunan ve müslümanıarın ömürlerinde bir def’a, muayyen zamanda, Mekke’de muayyen mekânda, muayyen şartlar dâiresinde îfâ edecekleri bir ibadettir.

Bütün bu ibâdetlerin kabûlü için her hangi bir teşekküle veya grupa dâhil olmak îcâbetmez ise de, bu ibâdetıeri dînimizin ta’rif ettiği şekilde yapabilmek için onları öğrenmek ve doğru bir şekilde îfâ etmek zarûreti vardır. Bunun içindir ki, Müslümanlığın, dinî ve dünyevî bütün hükümlerini Kur’ân-ı Kerîm’le Peygamberimiz ‘in Hadîslerinden istihrac ve tesbitte gösterdikleri şâyân-ı hayret muvaffakiyet ve ihtisaslarından dolayı Müslüman din âlimleri arasında Mezheb İmamları olarak: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî , Hanbel î diye tanınan ve îmân ve ibâdet esaslarında aralarında herhangi bir ihtilâf bulunmayan dört büyük zattan birisinin, bu husustaki dînî anlayışına tâbi’ olmak ve dinde onun öğreticiliğini kabul etmekte kolaylık ve fayda mülâhaza edilegelmiştir.

Allâh’ın Kitâbını, Resûlullâh’ın Hadîslerini bu Mezheb İmamları kadar anlamak kudretinde bulunan bir Müslüman için, bu Mezheb İmamlarından birine tâbi olmak ihtiyâcı bahis mevzuu değil ise de, anlayışı ne kadar kuvvetli olursa olsun, bu dört büyük İmâmın anlayışından daha anlayışlı ve bütün ictihad şartlarını hâiz bir şahsın ortaya çıktığı görülmediğinden, Müslümanlar bu dört büyük Mezhebten her hangi birine bağlı kalmışlardır.

Bu hayatta necat bulmak için ne yapmak lâzım geleceği soruluyor. Biz Müslümanlar dünyâ ve âhiret saâdet ve selâmetini ancak Allâh’ın ve Resûlullâh’ın hâyat verici emirlerine tâbi olmakta buluruz.

Allâhu Teâlâ dünyevî ve uhrevî kurtuluş yollarını insanlara gönderdiği peygamberleri vâsıtasiyle göstermiştir. Binaenaleyh Allâh’a ve Allâh’ın en son gönderdiği Âhir Zaman Peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inanan ve O’nun yapınız, dediği şeyleri yapan ve yapmayınız, dediği şeylerden sakınan ve insanlarla muâmelesinde doğru hareket eden bir kimse için bu hayatta da, âhiret hayâtında da felâh ve necat muhakkaktır.

Dînimizin akîdelerine göre yaşamıyan bir insanın ne olacağı mes’elesine gelince: Eğer bir kimse yukarıda sıralanan îmân esasarına şüphesiz olarak inanır ve kabul eder, Namaz’m, Zekât’ın„ Hacc’ın ve Oruc’un Allâhu Teâlâ tarafmdan emir olunduğunu; Allâh ve Peygamberimiz tarafından bildirilen her şey’in hak ve hakikat olduğunu kabul ve tasdik eder de bunların îcâbını yerine getirmekte ihmal gösterirse, dînimiz- de o kimse günahkâr bir mü’min ve müslüman sayılır. Allâh’ın afvine nâil olamazsa, âhiret’de bu ihmâlinin cezâsını çektikte’n sonra îmânı sebebivle Cennete girer; bu gibi kişilerin dünyâda da maddî ve mânevî ba’zı sıkıntılara ve felâketlere uğraması mümkündür. Fakat Müslümanlığın yukardaki esaslarından olan bir tânesini veya herhangi bir farzı inkâr veyâhut AlIâh’ın haram kıldığını helâl i’tikad eden kimsenin Müslümanlık dışındâ kaldığına da biz Müslümanlar kanaat ve hükmederiz.

İslâm Dîni’nden bu şekilde çıkan veya dünyâda İslâm câmiasına dâhil olmak istemiyen kimsenin âhiret’de sonu gelmeyen bir azâba uğrayacağına ve böylelerinin dünyâda dahi maddî ve mânevî bazı felâketlere uğramalarının mümkün bulunduğuna inanırız. Binâenaleyh Hazret- i Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin tebliğ buyurdukları dînin aslı Müslümanlık olduğuna ve Peygamberimiz vâsıtasiyle tebliğ buyrulan Müslümanlığın ise, kendisindep önce insanlar tarafından yapılmış olantahrifâtı izâle ve dîni aslî şekline irca eylediğine ve kıyâmete kadar bütün beşeriyetin dünyevî ve uhrevî saâdetlerini sağlayan mütemmim ve mükemmil hükümleri de muhtevî bulunduğuna göre dünyâda ve âhirette selâmet ma’nâsma gelen, Müslümanlığa inanmayanların dünyâ ve âhiretteki şahsî kayıplarının, ve zararlarının neler olabileceğini de akl-ı selim sâhiplerinin takdîr ve tahminlerine bırakırız.

SORU 12: İNSANIN ALLAH İLE VE ÜLÛHİYETLE MÜNÂSEBETİ. (Nisbî bir yakınlık var mıdır? Her ferd bu dünyâdaki hayatına başlarken mi yaratılıyor?)

CEVAB 12:  İnsan Allâh’ıp şerefli bir mahlûku ve kuludur. Allâh’a karşı kulluk vazîfesini yerine getiren her insan Allah yanındaki şerefini yükseltmiş Allâh’a ma’nen yaklaşmış olur.  Ancak bu yaklaşmanın en üstün derecesi kendilerine tahsis buyrulan mertebeleri i’tibâriyle Allâhu Zü’l-Celâl’in her şekle girebilecek kabiliyette yarattığı Melâike-i kirâm ile, insanlara gönderdiği Peygamberlere ve Peygamberlerin ümmetlerinden olan Velîlerine bahşolunmuştur.

Cenâb-l Hak maddîlikten münezzeh olduğundan bu yaklaşma ma’nevî olarak vahiy ve ilham suretiyle kendilerine vukubulan tecelliyât-ı İlâhiyedir, cismânî ve maddî değildir.

İşte Müslümanlık Allah ile kul arasındaki makul münâsebetleri akla ve nakle dayanarak bu sûretle en kat’î şekilde tesbit ve tâyin ettiğinden inşan’ın Allâh’a bu sûretlerin dışında herhangi bir sûret ve şekilde fi’lî ve nisbî bir yakınlığı kabul edilemez.

Her şeyin tek yaratıcısı olan Allah, insan da maddî unsurlardan, evvelâ ana rahminde bir damla su, sonra o suyu bir kan pıhtısı hâline getirmek, sonra onu bir et parçası yapmak ve et parçasını kemiklere kalb etmek ve kemiklerin üzerine et giydirmek ve en sonunda o’nu bir insan yavrusu olarak tasvir ve önceden yarattığı rûhunu onun mini mini bedenine nefheylemek ve muayyen zaman gelince  onu annesinden doğdurtmak sûretiyle dünyâya getirdiğine gene akla ve nakle dayanarak inanır da bu-nun dışında akla ve nakle uymayan akîde ve nazariyeleri reddederiz.

SORU 13: BA’SÜ BA’DEL-MEVT. (Bir İnsan öldükten sonra ferd olarak ne oluyor? Âile bağlılıkları olacak mı? Ne şekil alacağımıza inanıyorsunuz? Her ferd geçmiş ameli hakkında kime hesap verecektir?)

CEVAB 13: Müslümanlık’da İnsanların ölümlerinden tekrar dirilecekleri güne kadar, bulundukları âleme Kabir âlemi denir, yani Berzah âlemi. Kıyâmetten i’tibâren devam edecek olan ebedî hayâta da Ahiret hayâtı denir.

Biz Müslümanların bu husustaki inancımız şöyledir: Her insanın ölümünü müteâkip, rûhu cesedine  taallûk edecek, Münker ve  Nekir adında iki Melek gelip, ona: Rabbin, Peygamberin kim, dînin, kitabın nedir? diye soracak, muvâfık cevab verenlerin yerleri mânen ve rûhen birer cennet bahçesi olacaktır. Cevab veremiyenler ise, tafsîli din kitaplarımızda beyan olunan şiddetli ve âhiret’e kadar devam edecek olan bir sıkıntı içinde kalacaklardır. Ahiret’de ise herkes dünyâ’da işlediği amel ve hareketlerinden yalnız Cenâb’ı Hakk’a hesab verecek, hiç bir kimsenin en küçük bir iyiliği ve kötlüğü karşılıksız kalmayacaktır.

Neticede insanlar amel ve îmanlarına göre Cennet veya Cehennem’de yer alıp, Cennet ehli olanlar, bir birlerini tanıyacaklar ve âilevi nisbet ve irtibatlarını devam ettireceklerdir.

SORU 14: DİNİNİZE GİREBİLMEK İÇİN NE YAPMAK LAZIMDIR? (Müslüman olmayan bir kimse Müslüman olmak için ne yapmalıdır. Dininizde kadın ve erkek aynı haklara sahipmi dir? Değilse kadının durumu nedir?)

CEVAB 14: İslâm dîni insan fıtratına ve akli selime uygun yegâne ilâhî dindir.  Bütün tebliğ eyledikleri, dinin mükemmel ve mütemmim bir şekli olduğundan her akl-ı selîm sahibi, bu mübarek dinin Kitâbını ve onu bütün beşeriyete tebliğ buyuran Âhir Zaman Peygamberinin hadislerini (Sözlerini, işleri ve hallerini)) tetkik edip onuncu suâlin cevâbında sıralanan iman ve ibadet esaslarını kendisi bilfiil okuyup bilmekte veya bir ilim adamı tarafından kendisine bildirilmekle tasdik ve ikrar edecek olursa Müslüman olur. Dünyada Müslüman muâmelesine tâbi tutulur.

Müslümanlığa girebilmek bir merâsime ihtiyaç yoktur. Müslümanlık, kadını cemiyetin yarısı sayar. Onu fıtratının ve hayattaki vazifelerinin gerektirdiği haller müstesna olmak üzere hemen her konuda erkekle eşit tutar. Müslümanlık, kadının erkekle olan münâsebetlerini yardımlaşma ve müsâvat esâsı üzere tanzim etmiştir. Erkeklerin meşrû surette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Şu kadar ki, erkekler aile reisi mevkiindedirler.

Müslümanlık kadına saâdet ve itmi’nan sağlayan ve onun halk olunduğu vazîfeyi hakkıyle edâ edebilmesine imkan sağlayan, bir takım hak ve vazîfeleri erkeğe; âile nizâmının ve ictimâî esasların yerleşmesi için erkekleri,  kadınlar üzerine bir takım hak ve vazîfelerle farz kılmıştır.  Müslümanlık dînî vazîfelerin îfâsmda erkeği ve kadını bir tutmuş, dînî ve ictimâî hayatta kadınların haklarını tanımış, kendilerinin âhirette erkekler gibi mükâfatlandırılacaklarını da va’d etmiştir, Müslümanlık kadını; kız, ana ve zevcelik hâllerinde her birisinde beklediği takdîr, riâyet ve adâetin son dereresine kadar tatmin etmiştir.

Müslümanlık, uhrevî saâdet yurdu olan Cennet’in, anaların ayağı altında bulunduğunu bildirmek sûretiyle anneliğin kadrini ve şerefini en yüksek dereceye çıkarmıştır. Kız çocuğunu da hor ve hakir görmeyi veya onların helâkine sebep olmayı men’etmiş ve bu gibi kötü hareketleri takbih etmiştir. Müslümanlık, kadına hayat hakkı, nafaka hakkı, kocasından veya ebeveyninden veya akrabasından mîras hakkı tanımıştır. Müslümanlıktan evvel, istenildiği kadar kadın almak serbest iken, erkeklerin böyle sayısız kadınlara sâhip olması gibi bir âdeti ortadan kaldırmayı istihdaf eden İslâm Dîni büyük ve önüne geçilmez zarûretler haline münhasır kalmak şartiyle bir erkeğin en çok dörde kadar evlenmesine cevaz vermiş ise de bunu gayet ağır ve âdeta tahakkuku imkânsız şartlara bağlayarak bir kadınla iktifa edilmesini âile saâdeti için esas tutmuştur.  Müslümanlık kadına îcâbında boşanmayı talep etme hakkını verdiği gibi nikâh akd edilirke•rı boşama hakkının erkeğin elinde değil de kadının elinde bulunmasını şart koşabilme hakkım da bahşetmiştir,

Müslümanlık kadını yemek pişirmek, çamaşır yıkamak ve sâir ev işlerini görmeye icbar etmediği gibi, kendi çocuğunu, süt anneyi emmemizlik etmedikçe bizzat emzirmeye de mecbur tutmamıştır. Eğer kadın bunları yaparsa, mürüvveten veya hüsn-i muâşereti te’mînen yapmış olur.

Müslümanlık kadına, âdâbına riâyet etmek şartı ile, ticâret ve san’.atla da meşgul olmaya ve îcâbında askerlikteki yardımcı hizmetlerini îfâ etmeye de müsaade etmiştir

SORU 15: HAYIR VE ŞER. (Menşei. Hukîkî tesirler mi dir, yoksa psikolojik bir zihin hâli midir?  Bu iki tespit üzerinde İslâm dîni ne der?)

CEVAB 15: Biz Müslümanların akîdesine göre “Hayır”, insanlar için maddî ve mânevî fâidesi olan, “Şer” de, zararı bulunan şeydir, Bir şeyin Hayır veya Şer oluşu haddi zatında ise de hassaten ilâhî emrin veya nehyin taallûk edişi de onu te’yid etmiş ve mahiyetlerini bize bildirmiştir. Yani o şey’in bu vasıfları alması fıtrî mâhiyeti îcâbı, olduğundan, O vasıflar (beşerin mükellefiyetinden nazarla) yalnız aklen idrak edilebi-lecek durumda iseler de, ilâhî emir veya nehyin taallûk edişi, yani, dînin o şey’in hayır veya şer olduğunu beyan ve hükmedişi, o şey’in mâhiyetini bize bildirmiş oluyor da, hayrın haseıi ve şerrin kabih olduğunu aklımızla idrâk etmiş ve dînin emir ve nehyetmesiyıe de muktezalarını îfâ ille mükellef 0lmuş bulunuyoruz.

Müslümanlık şunu da kaydeder ki, ba’zı şerlerin şer olması bize göredir. Mâhiyetleri bakımından hakîkî sayılan şerlerin maddî veya ma’nevî birer müvâzene ve dolayısiyıe hayır amili oldukları görüldüğü gibi, ferd ler hakkında zararlı gibi görünen ba’zı şeylerde de çok zaman umûmu ilgilendiren bir menfaat bulunduğu görülür. Mahiyetleri bakımından hakiki sayılan bazı şerlerin maddi ve manevi birer muvazene ve dolaysıyla hayır amili oldukları görüldüğü gibi bazı görünen şerlerde de çoğu kez umumu ilgilendiren bir menfaat bulunduğu görülür. Bu böyle olduğu gibi, bazen ferdin hayrına olan bir şeyin umûmu zararlandırdiğı da görülür. Kezâ ba’zan kendimiz hayır sandığımız bir şeyin şer ve şer sandığınız bir şeyin de, bazan hayır getirdiği vâkidir. Binâenaleyh şerden kaçınmakla beraber, bir felâket ve zarara uğranıldığında ye’se ve fütûra düşmemek îcâbeder.

Biz Müslümanlar, hayrın da şerrin de yaratıcısının Allâhu Teâlâ olduğuna ve Allahu Tâlânın, imkân dairesinde olan her şeyi yarattığına, fakat kendisinin hayra rızâsı olup, şerre bulunmadığına, hayır ve şer, irâde ve kesb bakımından insana; vücûda getirilmiş olması bakımımdan da, Allâhu Teâlâ’ya râci’ olduğuna inanırız.

Şübhe yok ki şerri işlemekle, şerri yaratmak hir değildir. İnsanın irâdesine taallûk eden bir şer yaratıcısı olan Allah için abes teşkil etmez. musavvir-i hakîkî olan yüce Allah güzeli de çirkini de tasvir eder.

Cenâb-l Hak, hayrı da şerri de insanların kullanmakta serbest bulundukları cüzi irade ve kesbleri ile mukayyed olarak yaratmış olduğu içindir ki, insanlar hayır işlerinden dolayı mükafata, şer işlerinden dolayı da mücâzâta mıüstahik  bulunmuşlarmuşlardır. Binâenaleyh Müslümanlık hayır ve şerri, sâdece psikolojik zihnî bir hal olarak kabul etmez.

SORU 16: CAMİLER NASIL FİNANSE EDİLİYOR? (Teberrular, kısmen Devlet tarafından yapılan yardımlar v.s. İslâmiyetin hakim bulunduğu veya müslümanların ekseriyette olduğu yerlerde, cami ve mescid inşası için millî veya mahalli vergiler varmı dır )

CEVAB 16: Müslümanlıkta temiz olmak şartı ile bütün yer yüzü ibadet mahallidir. Câmi ve mescitle Miüslümanların birbirleri ile tanışmak ve kaynaşmak ve Allah’a topluca  ibâdet ve niyazda bulunmak gibi ülvi gayelerle tesis edilmiş, bilhassa Cum’a ve Bayram namazları ile beş vakit namazın cemaatle kılınması için tahsis edilmiş mübârek yerlerdir.

Nerede ve ne zaman olursa olsun müslümarlardan zengin olanlar servetleriyle, zengin olmayanlar da bedeni mesaileri ile cami ve mescitlerin yapım ve bakımlarına katılmayı dini bir görev saydıkları gibi hali vakti yerinde olan zenginlerden ve devlet ricalinden, hükümdarlardan müstakilen câmiler yaptırıp, tahsis ettikleri vakıflardan da onların bakımlarım sağlayan pek çokları vardır. Bugün de cami inşasını ve bakımını müstakilen deruhte etmek hamiyetini gösteren Müslümanlara çok sık rastlanır.

Türkiye’deki cami ve mescitler, durumları ve idareleri bakımından  şu kısımlara ayrılırlar:

A-Bakımı ve idâreleri bakımından Vakıflar Umum Müdürlüğüne ait olanlar,

B-Bakımı vakfın mütevellisine ait olanlar

C-Bakımı Cami derneklerine ait olanlar

D-Bakımı mahalle halkına ait olanlar

E-Kırsal kesimde bakımı köylüye ait olanlar

A grubuna ait olanlarda bakıcıların-müstahdemlerin maaşı, devlet teşkilatı olarak kurulmuş olan Diyanet İşleri Reisliğince verilir.

B grubuna tabi olanların masrafı, Vakıflar Umum müdürlüğünün kontrolü ve denetimi altında bulunan vakıf mütevellisince vakfın gelirinden karşılanır.

C grubuna ait olanların bakım masrafları, dernek aidatları, teberrular ve değişik gelirlerden karşılanır.

Ç ve D grubuna ait olanların bakım masrafları da mahalle ve köy halkı tarafından salma (arada bir cami cemaatinden ve yerleşik halktan para toplama) usulü ile karşılanır. Camii inşa ve tamirine az da olsa Vakıflar Umum müdürlü de destek vermektedir.

SORU 17: MUKADDES YAZILAR. (Dinimizde menşei mukaddes, ilahi ve olağan üstü nitelikte olduğu düşünülen yazılar ve kitapların durumu nedir?)

CEVAP 17: Müslümanların mükaddes kitabı Kuran-ı Kerim, Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’a Arapça olarak bölüm bölüm vahiy ve inzal buyurulmuş ve  mucize olarak hafızasından silinmemek ve hiç unutulmamak üzere okutulmuştur. Kuran-ı Kerim, lafzı da manası da ilahi olan i’zackar bir kitaptır. Lafzı da, manası da doğrudan doğruya Allahu Teala’nın vahyidir.  Onun eşsizliğini ve mucizeliğini beyan ve ilan buyurduğu gibi hiçbir tağyir, tahrif ve tebdil edilemeyeceğini, Allahu Teala tekeffül etmiş ve  bizzat hıfz-ı emanetine aldığını buyurmuştur. Bu keyfiyet geçmişte meydana gelen vakıalarla tahakkuk etmiştir. Dinimizde ikinci derecede mukaddes kitabımız, peygamber efendimizin vahiy haricinde tavsiye niteliğinde olan sözlerini, işlerini ve ibadete ilişkin uygulamalarını ihtiva eden Hadis kitaplarıdır.

Peygamber efendimizi her hususta örnek tuttuğumuz ve izlediğimiz için onun hadisleri ve yaşama biçimi-sunneti; biz Müslümanlar için büyük bir kutsiyet taşımaktadır.

SORU 18: İLAHİ OTORİTE.(Dini ayinler ve dini toplantıları tertip, topluca ibadet için bir ilahıyatçı oteriteye ihtiyaç var mı dır?)

CEVAP 18: Her Müslüman beş vakit namaz, oruç, haç ve zekat gibi bedenle ve mal ile yapılan ibadetleri, ilahiyatçı bir oteritenin veya selahiyeti haiz herhangi bir şahsın delaletine küzüm kalmadan kendi başına ifa eder. Ancak cemaatle kılınması icap eden Cum’a ve Bayram namazları ile câmide cemaatla kılındığı takdirde, bu namazlar için vazîfelendirilmiş olanlar kıldırırlar.

Beş vakit namazın topluca kılınması için, farzlar edâ edilirken, varsa varsa vazifeli imamlar, yoksa imâmlık yapabilecek bir Müslüman’a uyulur. Fakat bunların ilim ve faziletten gayrı imtiyazları yoktur.

SORU 19: DİNİNİZDE BUGÜN Kİ  LİDERLİK.  (Böyle bir liderlik kabul ediliyor mu? Kimler tarafından kabul ediliyor ? Dini lidere verilen ünvan nedir ? )

CEVAB 19: Bütün Müslümanlar dini rehber olarak en başta İslam dinini beşeriyete tebliğ buyuran Ahir zaman peygamberi Hazreti Muhammed aleyhisselamı tanırlar.

O’nun tebligatını ve talim ve neşir vazifesini ifa etmiş bulunan Eshabına, İslâm âlimlerine saygı gösterirler.  Binâenaleyh Müslümanlıkta papalık gibi bir dînî liderlik tanınmamıştır. Devletçe tâyin edilip öteden beri dini vazîfelerde istihdam olunan me’murlarşunlardır:

A) İmam ve Hatibler: ne mescitlerde Cum’a ve Bayram namazları ile vakit namazlarını kıldırma görevini yaparlar.

B) Vâizler: Cami ve mescitlerde, Müslümanlara ibâdet ve akaide ait vaaz ve nasihatta bulunurlar.

C) Müftüler: Her vilayet ve kazada Diyanet İşleri Başkanlığını temsilen dini teşkilatı idare ederler ve cami ve mescitlere atanacak din görevlierini kontrol etmek yanında özel şahıslar ve tüzel şahıslar tarafından sorulacak dini meseleleri cevaplandırırlar.

D) Diyanet İşleri Reisi: Türkiye’de bütünİslâmî teşkilâtın umum müdürü ve dini konularda başvuru mercii olmak üzere Başvekil tarafından târafından tâyin olunur.

SORU 20: MU’CİZELER. (İnsanlar ve toplumlar arasında görülen olağan üstü olaylar ve eski zamanlarda vukua gelen mucizeler arasında nasıl bir mukayese yapılabilir?)

CEVAB 20: Mu’cize, peygamberlerin, peygamberliklerini teyit için Allah’ın izni ile gösterdikleri harukalade-olağan üstü hadiselerdir.  Mu’cize, Allâhu Teâlâ’nın kendi eseri olan kainatta ve kâinatta cârî bulunan kanun ve nizamlar üzerinde istediği gibi tasarrufa kaadir bulunduğunu ve  ilâhî kudret ve irâde karşısında her kesin her şeyin âciz olduğunu ifâde eder.

Müslümanlık, zâhirî sebepleri, âlemin nzamını ve âdî illet ve maslahatlarını kabul etmekle beraber, bu sebep ve illetlerin fevkinde onların hepsine hakim bulunan ilâhî kudret ve irâdeye inanmayı da emreder. Ve ilâhî irâde bu kâinatı ve nizamlarını idâre eder. İşte mu’cize, bu ilâhî irâdenin başka bir sünnet ve Âdet-i İlâhiyyesi olarak eseridir. Çünkü, İlâhî İrâdenin cârî âdetler ve zâhir sebeb ve illetler dairesinde görülmekte olan tecelliyâtı, bu İlâhî İrâdenin tam vaktinde zuhûr eden tecelliyâtı demektir.

Fakat ilâhî irâde ba’zan da vâsıtasız ve maddî sebepsiz olarak (ölülerin dirilmesi, kamerin bölünmesi ve parmaklardan ve kuru taşlardan suların fışkırması ve cansız eşyâdan seslerin gelmesi gibi tecellî eder.  Bu hâdiselerin gördüğümüz ve bildiğimiz cârî kanunlarla ve zâhirî sebeplerle îzâh edilmesi güçtür. Zâten mu’cizeliği de bu güçlüğünden ileri gelmektedir. Mu’cize haddi zâtmda aklen mümkün bir nizâmın ve âdetin, kezâ mümkün olan diğer bir nizam ve âdetle hikmetin ve maslahatın tebdilinden ibâret bir harikulâdedir. Tabiî kanunların ittırâdına ve bilinen ve tecrübe edilen hâdiselerin ma’lûm olan seyir ve cereyanlarmda hâlen bir ihtilâfa rastlanmamasına bakılarak bunların aslâ değişmez ve değiştirilemez olduklarına hükmetmek kudret-i İlâhiyenin şümûlünü ve mâhiyyetini anlamamak demektir.

Tabiat kanunları için vâciblik ve zarûrîlik olmadiğını anlamayan akl-ı selîm sâhibi kalmamıştır.Belki bunlarda imkânlık vardır; îcâbında değişebilir. Bu değişme ise mücerred tesâdüf veya galat-ı tabiat demekle izah edilemez. Onun için peygamberlik ancak bu mûcize ile sâbit olmuş ve peygambersiz din olmadığı gibi, mu’cizesjz de peygamber bulunmamıştır. Mûcizeler, Allâh’ın izni ve irâdesi ile sâir peygamberler gibi Peygamberimiz tarafından da gösterilmiş ve O’ndan sonra bu kapı kapanmıştır.

Şu kadar ki, Peygam berimiz’in ümmetinden olup ibâdet ve istikametleri ile Allâh’a ma’nen yaklaşan evliyâdan da peygamberimize izâfeten ba’zı harikulâdeliklerin zuhuru mümkün bulunmuştur.

Fakat buna mucize denmez, kerâmet denir ve kerâmetle mu’cize arasmda vüsat ve hikmet cihetiyle büyük farklar vardır. İnsanların ilim ve fenle yâhud herhangi bir maddî vâsıta ile gösterdikleri fevklâdelikler, maddî sebeplere dayandığından mu’cize ve kerâmet değildir. Bunların mûcize ve kerâmetle mukayese edilemiyeceğine ve aralarında bir münâsebet bulunmadığına inanırız.

SORU 21: BİR MEZHEB İÇİN ORGANİZASYON ZARURİ Mİ DİR? (Dininize göre bir mezhebin tanınabilmesi için organize bir grubun mevcudiyeti zarurimi dir?)

CEVAP 21: On ve onbirinci süâllerin cevâbından da anlaşılacağı vechile, Müslümanlıkta hâlen mevcut olan dört mu’teber Mezheb herhangi siyâsî veya idârî bir maksad ve tertibe dayanan teşekküller değildir. Bu mezhebler dînî anlayışın amelî sahâdaki tatbikatını ifâde ederler. Esâsen Müslümanlık mezheb teşkilini dînî zarûretlerden saymamıştır. Belki İslâmdaki dört mezheb mahza dînî ve ilmî hayatta ferdlerin aciz ve ihtiyacından doğmuş bulunmaktadır. Mezheb imamları olmak üzere kabul ve ta’zim edilen büyük din âlimleri, dînin esas kaynaklarından çıkardıkları hükümleri ortaya koymuşlar, daha sonrakiler de kendilerinin bu husustaki ihtisas ve isâbetlerini takdir ederek onlara uymuşlar ve diğer Müslümanlar dahi kütleler hâlinde onlardan herbirine tâbi’ olmuşlardır. İşte Müslümanlıktaki bu dört şekil dînî anlayış ve tatbikatın her birine: “Mezheb” ve kaail ve âmiline de “İmâm” denilmiş ve Müslümanlardan amellerini bu imâmlardan birine uyduranlar da o imâm ve mezhebe nisbet edilmiştir.

Müslümanlıkta bu keyfiyetten başka organize bir grup mevcud değildir.

SORU 22: İNSANIN MENŞEİ. (İnsan nereden gelmiştir? Bir evolüsyonla mı bugünkü hâlini almıştır, yoksa başlangıçta bugünkü şekli ile var olan bir varlık mıydı?)

CEVAB 22: Biz Müslümanlara göre Cenâb-ı Hak, yeryüzünde ilk önce insan olarak, Hazre t -i Âdem ‘le Ha z reti H av v â ‘nın bedenlerini yaratmış, onlara ruh vermiştir’, İstisnâsız olarak da bütün insanlar ve milletler bu tek baba ile anadan türemişlerdir. İnsanın, maddî varlığını teşkil eden unsurlar, ne gibi safhalar geçirirse geçirsin, insan; yapısındaki insan unsurundan başka bir mâhiyet taşımaz. Bu husus insanda böyle olduğu gibi sâir canlı larda da böyledir. Hiç bir nevi, diğerinin mâhiyet ve husûsiyetini taşımamaktadır. Göklerde uçan kuşlar bile nevileri içinde ayrı bir cemaat ve husûsiyet arzederler. Bu sûretle her nevi, ancak kendi nevi husûsiyeti içinde tekâm’ül ve inkişaf eder. Binâenaleyh Müslümanlık bir canlının zamanla veya tekâmül yolu ile bambaşka bir şekil ve mâhi- yet alacağını kabul etmez.

Akıl ve zekâsiyle kâinata hâkim olmağa çalışan ve bu şerefe de lâyık bulunan insan neslinin, herhangi bir hayvanın tekâmülüden meydaa gelmiş olduğunu farzetmek, gözlerimizin önünde cereyan edip duran tabîî kanunları, hâdiseleri, akıl ve mantığı hiçe saymak demektir. Eğer tekâmül kanunu, tabîî bir kanunsa, onun da devam ve ıttırâdı zarûrî idi. Halbuki bütün insanın, insan nevi’ni; maymunun da maymun nevini üretip durduğu ve hiç birinin diğerine karışmadığı görülüp dururken, dün tekâmül kanununun insanı herhangi bir hayvadan meydana getirdiği ve sonra da her iki cinsi kendi hallerine bıraktîğı akl-ı selim sâhibleri için nasıl, kabul edilebilir. İşte Müslümanlık bu gibi inanışları fikrî sapıklık sayar ve insanı insan, hayvanı da hayvan, olarak kabul eder. O halde insan, yeryüzüne insan olarak çıkmış ve çıkmakta ve insan olarak yaşamış ve yaşamakta ve insan olarak ölmüş ve ölmektedir.

Bununla beraber Cenâb-ı Hakkhn bütün canlıları ve husûsiyle insan nev’ini takdîr-i ezelîsi ile bedenî ve ma’nevî bir tekâmül ve inkişâfa müstaid ve mazhar kıldığına inanırız.

SORU 23: İBÂDET. (Sabit şekiller var mı dır? Ferdî düşünceler – ibâdet için muayyen zamanlar?)

CEVAP 23: Müslümanlıkta her ibadetin muayyen şekli ve muayyen zamanı vardır. Allahu Teala’nın kat’î olarak emir buyurduğu Farz ibadetler; Namaz, Oruç, Hac, Zekat’dır.

Namaz: Namaz çeşitleri olarak bazıları farz, bazıları vacip, bazıları da sünnet namazlar olarak adlandırılır. Beş vakit namaz, Cuma ve cenaze namazı farz namazlardandır. Bayram namazı ile Fitir namazı vacip namazlardandır.  Farz namazların dışında kılınan namazlar sünnet namazları olarak adlandırılmaktadır. Namazın içinde ve dışında olmak üzere şartları ve rükünleri vardır. Namaz muayyen usule göre eda edilir. Namaz şartlarından birisi de muayyen vakitlerde eda edilmesidir. Beş vakit namazın edaları için zamanın ta’yn buyurumasında büyük hikmetler vardır.

Hayat meydanına atılan insanların bir takım işlere, didinmelere, rekabete ve muâmelelere daldıkça dâima gaflete isyana ve günâha düşmeleri mümkündür. İnsanların gaflet yüzünden başlarına getirdikleri ve  getirecekleri zarar ve hüsran da o nispette büyük olmaktadır. İnsanları gaflete daldıkça uyandıracak ve yaptıkları bütün işlerin bir gün sorguya çekileceğini hatırlayacak bir vesileye çok ihtiyaçları vardır.

İşte namaz, her an murakabe altında bulunduğumuzu, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı vakitlerinde yani günün değişik beş vaktinde beş defa bize ibadet vasıtasıyla ahireti hatırlatan bir araçtır.

Oruç: Her sene ramazan ayında bir ay oruç tutma vesilesiyle sağlık ve afiyette olmamızı sağlayan bir ibadettir. Tan yeri ağarmaya başladığı zamandan akşam güneş batıncaya kadar hiçbir şey yememek, içmemek şeklinde oruç tutulur. Orucun müminlere pek çok maddi ve manevi faydası vardır.

Hac: Geçim sıkıntısı çekmeyen, hali vakti yerinde olan her Müslümanın, ömründe bir defa muaayen zamanda kabeyi ve belirli mahalleri, belirli usullere göre ziyaret etmesidir.

Zekat:Zengin sayılan Müslümanların her yıl, sahip oldukları mallarının ve servetlerinin belirli ölçüye göre hesaplayarak belirli bir kısmını fakirlere vermesidir. Allah’ın emri gereği bir bakıma dini bir vergidir.

Şüphesiz bu ibadetlerin ferdi ve içtimai hikmetleri vardır. Bu ibadetlerin zaman ve şekilleri Allahu Teala tarafından tayin buyurulduğu için bunlar hiçbir surette reforma tabii tutulamaz. Başka bir şekle ve başka bir zamana çevrilemezler.