Cevap: Hem ahirette hem de dünyada saadete ulaşmak için bir hidayet rehberi olan Kur’ân’ın, doğru bilginin önemine ve kaynaklarına değinmemesi düşünülemez.

İslamın temel bilgi kaynağı Kur’ân’a göre varlık âlemi iki kısımdır. Bunlardan biri gayb, diğeri de şehâdet âlemidir. Gaybe ilişkin bilgi kaynağı, Kelamullah denilen Kur’nı-ı Kerimde bildirilen ve de Kelamurresul denilen peygambere ait yazılı Hadis külliyatında bildirilen geçmiş ve geleceğe matuf olaylara ve maddi olmayan varlıklara ilişkin bilgilerdir. Bu bilgiler, duyu organlarımızla gözlemlenmeksizin vahiy; lham, hatta sadık rüya denilen farklı iletişim yoluyla elde edilmektedir. Şehadete ilişkin bilgi kaynağı ise tabiat denilen duyu organlarımızla gözlemlenen, algılanan, idrak edilen cansız ve canlı varlıkların mahiyeti ve hakikati ile ilgili geçmişten geleceğe yönelik yapılan araştırma, inceleme ve akli mesai ile (ilim ve mantık metotlarıyla doğrulanan) tespit edilen fen; sosyal, iktisadi, kültürel içerikli bilgilerdir. Bu bilgiler, ferdi veya kurumsal olarak eğitim ve öğretim yoluyla elde edilmektedir. 

Kısacası, İslama göre İki türlü bilgi kaynağı (gayb ve şahadet alemindeki varlıklar) ve iki türlü de bilgi yolu (Birincisi gaybla ilgili duyu harici Vahiy-Kur’anı Kerime ve İlham-Hadislere dayalı bilgilenme, ikincisi şehadet alemiyle ilgili duyulara ve akla dayalı) bilgilenme yolu) vardır.

Önce gayb ile ilgili bilgi kaynağı ve bilgi yolu konusunu ele alalım… Gayb kelimesi sözlükte, gözle görülmeyen, gizli olan şey veya yer manasını taşımaktadır. Kavramsal anlamı itibariyle ise “duyu ve akıl yoluyla mahiyeti idrâk edilemeyen” Ayrıca “peygamberlerin haber vermesi ile bilinen şey manasındadır. Epistemolojik açıdan gayb bilgisi, mutlak gayb ve izâfî gayb olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Mutlak gayb, sadece Allah’ın bildiği, melekler dâhil hiçbir canlının sahip olamadığı bilgilerdir. İzafî gayb ise bazı varlıklara gizli kalırken bazıları tarafından bilinen durumlardır. Bu konuda Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır;

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِؕ وَمَا تَسْقُطُمِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖيكِتَابٍ مُبٖينٍ “Gaybın anahtarları onun katındadır. Onları, ondan başkası bilmez. Karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu bilmesin. Ne arzın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, imâm-ı mübinde (İlmi ilahide) bulunmasın” En’am süresi, 59.Ayet Meali

Bir kısım kimselerin muttali olduğu gayb ile ilgili bilgiye ulaşma yolunun başında vahiy gelmektedir. Bunun dışında ilham, hads ve rüya da diğer iletişim yolları da bulunmaktadır.

Vahiy, terim anlamı itibariyle “Allah’ın bir emri, hükmü veya bilgiyi peygamberlere gizli ve süratli bir şekilde bildirilmesi” demektir. Bu, vahyin kurumsal anlamda yapılan özel bir tanımıdır. Bu manada vahyin keyfiyet ve mahiyeti, Allah ile peygamber arasında kalmış bir sır olduğundan, insanların vahyi tam olarak mahiyetini idrâk etmesi güçtür.

Yukarıda anlatıldığı üzere geliş özellikleri dikkate alınarak vahiy çeşit olarak vasıtalı ve vasıtasız vahiy olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Vasıtalı vahiy, Allah’ın elçi yani melek (cebril) vasıtasıyla peygamberlerle kurduğu iletişim yoludur. Kur’ân’ın tamamı bu tür vahiyle Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Resûlullah’ın bazen melek aracılığı olmaksızın vasıtasız olarak da vahiy aldığı belirtimektedir. Bu şekilde vasıtasız olan vahiylerin başında ilham (Rabbani İlham) gelmektedir. Bunu, Allah’ın peygamberin kalbine ilkâ ettiği vasıtasız vahiy olarak açıklamak mümkündür. Kutsî hadisler de bu tür vahiylerdendir. Kalbe ilkâ yolu ile ilham, sadece peygamberlere mahsustur. Peygamberler dışındaki bazı insanlara yönelik ilhamlar ise mahiyet itibarıyla farklıdır (kaynağı farklıdır) ve vahiy kategorisinde kabul edilmez. Netice itibariyle Hz.Peygamber’e Kur’ân ayetleri dışında da vahiy gelmiş ve bu vahiy genellikle sünnet vahyi olarak isimlendirilmiştir. Yani bazen vasıtalı bazen vasıtasız olarak vahiy gerçekleşmiştir. Ki vasıtasız vahiy türlerinden olan nebevî ilham ve sadık rüya, sünnet vahyi olarak tanımlanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, gaybî bilgiye ulaşmanın yolu Âl-i İmran sûresinin 44. âyetinde şöyle bidirilmektedir. ذلك من انباءالغيب نوحيه اليك و ماكنت لديهم اذيلقون اقلامهم ايهم يكفل مريم و ماكنت لديهم اذ يختصمون  “Bu, sana vahy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir, yoksa Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken de çekişirlerken de sen yanlarında değildin.” Hz. Peygamber’e karşı gelenler, âyette geçen konuyu Hz. Peygamber’in işitmediğini ve okumadığını kesin bir şekilde biliyorlardı. Vahyi ise inkâr ediyorlardı. O halde geriye tek bir yol kalıyordu, o da Hz.Peygamber’in bu olaya şahit olması idi. Allah pek çok âyette istihfaf yolu ile böyle bir durumun olmadığını vurgulamıştır. Bu durumda Hz. Peygamber’in bu konuyu bilmesi için tek yol Allah’ın vahyetmesidir. Yine pek çok âyette resûllerin sadece beşer olduğu, vahiy yolu ile elde ettikleri gayb bilgisine mazhariyetleri ile diğer insanlardan ayrıldıkları belirtilmektedir. Kur’ân vahyinden ayrı olarak zikrettiğimiz sünnet vahyi de gaybî bilgi kaynakları arasında yer almaktadır. Bunun en bariz örneği “Cibrîl hadisi” olarak bilinen rivayettir. Bu rivayet Kur’ân dışında da Hz. Peygamber’e ilâhî bilgilerin verildiğinin açık bir delili olarak gösterilir. Ayrıca namaz vakitleri, kılınış şekli, miras ve vakıfla ilgili hükümler gibi…  hususlarda da Hz. Peygamberin kendi içtihadına göre hüküm koyamayacağı açıktır. Allah Resûlü bu konularda sünnet vahyine-ilhama dayanmıştır. Tüm bu bilgiler ışığında şunu ifade edebiliriz ki, gerek Kur’ân vahyi gerekse sünnet vahyi kesin birer bilgi kaynağıdır. Allah Teâlâ açık bir şekilde gayb haberlerini resûllerine bu şekilde bildirdiğini belirtmektedir. Bütün peygamberlerin muhatap olduğu bu bilgi kaynağı, insanın yaratılışından beri var olan ilk ve en önemli bilgi kaynağı olarak kabul edilmekte, ancak bu bilgi kaynağına birebir ulaşabilecek olanların da sadece Allah’ın seçmiş olduğu peygamberler olduğu belirtilmektedir.

Kuran-ı Kerim’de bilgi kaynağı olarak hadse (sunuhat) de işaret edilmiştir. Hads,“duyu organları, tecrübe ve akıl kullanılmadan kazanılan kavrayış, içgüdüsel bilgi, ispatlanmamış bir inanç, içe doğma, iç görüş, bir konu hakkındaki hakikatlerin doğrudan bilgisi” anlamlarına gelmektedir. Özellikle tasavvuf çevrelerinde hads-sunuhat, bir bilgi kaynağı olarak kabul görmüştür. Mutasavvıflar ile Râzî gibi son dönem Ehl-i sünnet kelamcılarından bir kısmı, duyu ve aklın insanı yanıltabileceğini dile getirerek ilham ile birlikte merkezinde kalbin bulunduğu hads kaynaklı bilgiyi de benimsemişlerdir. Burada yeri gelmişken (rabbani veya meleküt kaynaklı) ilham ve hads kavramlarının zaman zaman birbirlerinin yerine kullanıldığını da ifade etmemiz gerekir. Ancak Gazzâlî söz konusu iki kavram arasında bulunan farka değinmektedir. İlham ve hads-sunuhat arasında özellikle bilgiye ulaşma yolunda tezahür eden farkı şu şekilde açıklamaktadır. İlham ile elde edilen bilgilerde ilâhî bir lütuf devreye girmekte, Levh-i mahfuz ile akıl arasındaki örtü ortadan kalkmaktadır. Böylece hakikatin bilgisi doğrudan elde edilmektedir.

Oysa Hads’da bilginin zemini akıldır. Dolayısı ile kaynağı ruhsal bir tecrübe bile olsa bu tecrübeyi işleyerek bilgiye dönüştüren akıldır. Bir diğer ifade ile hads, bir tür iç deneyim, ruhî tecrübedir. Kalp ile irtibatlıdır. Ancak lhamın kaynağı ise Levh-i mahfuzdur. Levhdeki bilgilerin açık bir şekilde akla yansımasıdır. Gazali’ye göre aklın bilgi edinme biçimi içeriden ve dışarıdan olmak üzere iki türlüdür. Biz bunu zâhir ve bâtın olarak da ifade edebiliriz. Zâhirî bilgi, duyular aracılığı ile elde edilirken bâtıni bilgiye hads yolu ile ulaşılır. Mutasavvıflar, bâtınî bilginin, ilham yolu ile elde edilebildiği gibi hads yoluyla da elde edilebileceğini belirtmektedirler. Ancak her iki yol da şahsî birer tecrübe olmaları hasebiyle ispat edilememektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de hads lafzı bulunmamakla beraber, bazı islam alimleri pek çok âyetin hadse işaret ettiğini belirtmektedir.

Kuran-ı kerimde Hads anlamında içe doğan ‘ledünnî bilgi’ den bahsedilmektedir. Yusuf sûresi 68. ve 96. âyetleri birlikte değerlendirdiğimizde Hz. Yakup’un sahip olduğu bilginin vahiy türünden olmaktan ziyade hads kabilinden olduğu söylenebilir. Nitekim Allah (c.c) söz konusu ayetlerde şöyle buyurmaktadır: ولمادخلوامن حيث امرهم ابوهم ماكان يغنى عنهم من االلهشيء الا حاجة فى نفس يعقوب قضيها و انهلذو علم لما علمناه و لكن اكثرالناس لا يعلمون “Babalarının kendilerine emrettiği yerden (çeşitli kapılardan) girdiklerinde bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıracak değildi. Sadece Yakup içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu. Şüphesiz o, kendisine öğrettiğimiz için bilgi sahibidir. Fakat insanların çoğu bilmezler”

Âyete göre Hz. Yakup zikri geçen mevzu hakkında vahiy gibi kesin bir bilgiye dayanmamakta, sadece şahsî görüş ve dileğini beyan etmektedir. Hz. Yusuf’un kıssasını konu alan bu âyetlerin hadsin meşruluğuna dair işaretler taşıdığı söylenebilir. Bununla birlikte kıssada hadsî bilgiye sahip olduğu iddia edilen kişi bir peygamber olan Hz. Yakup’tur. Peygamberlerin sahip oldukları bilgi kaynaklarının başında gelen vahiy, diğer kullar için söz konusu değildir. Peki, hads için de aynı şeyi söylemek mümkün müdür? Kehf suresi 65.Ayette, Hz. Musa’yı konu alan kıssanın bu soruya cevap teşkil edebileceğini söyleyebiliriz. Allah (c.c) bu kıssada şöyle buyurmaktadır: فوجدا عبدامن عبادنا اتيناهرحمةمن عندنا و علمناهمن لدنا علما “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” âyette bahsi geçen ve ismi zikredilmeyen kul hakkında iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüş bu kulun bir peygamber olduğu ve vahiy aldığı yönündedir. İkinci görüşe göre ise bu kul’un bir peygamber değil Hızır adlı ledduni bilgiyi-hadsi haiz bilge bir kişi olduğudur. Ki İkinci görüşü savunanlar, sahih hadisleri delil olarak göstermektedir.

Öte yandan sadık rüya denilen bir diğer iletişim yolunun da bilgi kaynağı olarak istifade edilebildiğini göstermektedir. Âyet ve hadisleri göz önünde bulunduran mutasavvıflar rüyayı kesin bir bilgi kaynağı olarak kabul ederler. Kelâm âlimleri ise Hz. Peygamber’in “Uyanıncaya kadar uyuyan kişiden kalem kaldırıldı” hadisine dayanarak rüyanın kesin bilgi kaynağı olarak kabul edilemeyeceğini (ancak kişiye mahsus ve onun için bir anlam ifade edeceğini) belirtmişlerdir.. Tüm bu açıklamalara göre kanaatimizce rüya, uyarı veya müjde niteliği taşıyan ferdî bir bilgi kaynağı olarak kabul edilebilir. Ancak genel ve kesin bir hüküm içermez. Ki rüyanın bilgi kaynağı olabilmesi, ya remizsiz olması ya da remizli olan rüyanın doğru tabir edilmesi şartına bağlıdır.

Gerçek o ki: günümüz bilgi kavramları ile konuyu açıklayacak olursak, çevrimiçi olarak nitelenebilecek bu nevi bilgiler (vahiy kanalı ile sunucudan yani yaratıcı kudret cenahından gelen irade dışı alınan gaybi bilgiler) ile bu bilgilere dayalı ortaya konulan diğer akli doğru bilgiler, önce dimağ-beyin denilen hardiske/anabelleğe kaydedilmekte, bu kayıt yapıldıktan sonra ruhi öz benlik benlik (insanda tezahür eden ruhi açılımın 4. Boyutu) tarafından, iradi olarak zaman ötesi bir hızla önbelleğe kopyalanmakta ve şehadet aleminin şartları içerisinde çevrimdışı olarak kullanılmaktadır. Ki şehâdet alanında cereyan eden her şey duyular ve akıl yoluyla bilinirken, gayb alanında ceryan eden her şey, duyu ve akıl ötesi yolla bilinmektedir. En son yapılan araştırmalara göre tüm insan hücrelerinde (DNA’larda,) kaydedilen bilginin kopyalanıp, muhafaza edildiği belirtilmektedir.

Şehadet alemi ve bu aleme ait bilgi kaynakları ve bilgi edinme yolu hakkında şu hususlara değinebiliriz: Şehadet alemi, duyularla idrâk edilen varlıklar dünyası anlamında kullanılan bir terimdir. Şehâdet, göz veya basiret yolu ile görmekle beraber bir mekânda hazır bulunmak manasındadır da. Tecrübeye konu olan her şey şehâdet alanına dair bilgi sayılmaktadır. Ancak burada kast edilen tecrübe; zaman ve mekânla sınırlı olan, sadece duyular yoluyla elde edilen insan tecrübesidir. İnsanların istidlâl, tecrübe ve araştırma yoluyla ulaştıkları matematik, astronomi, sosyal ilimlere dair tüm bilgiler şehâdet alanı kapsamındadır.

Kur’ân’da pek çok âyette şehâdet âlemine dikkatler çekilmekte ve insanlar bu alana dayalı istidlâle-çıkarımda bulunmaya teşvik edilmektedir. İstidlâldeki amaç, şehâdet alanından yola çıkarak gayb âleminin varlığına delil getirmektir.

İslâmî terminolojide duyu, “his” ve “hâsse” kelimeleri ile ifade edilmiştir. Duyu, kendisi ile hissî arazların idrâk edildiği kuvvettir. Genel kabule göre duyu yoluyla idrâk, beş duyu organı vasıtasıyla gerçekleşir. Ancak İslâmî terminolojide duyu organlarını beş ile sınırlama zarureti yoktur (Bazı alimlerce yedi duyunun olduğu belirtilmektedir). Duyu meselesi diğer pek çok ilmin yanında ilm-i nefse ait bir konu olarak da kabul edilmektedir. İslâm literatüründe beş veya yedi duyuyu ifade etmek için “havâss-ı zâhire” lafzı kullanılır. Bunun yanında iç duyular anlamında “havâss-ı bâtıne” kavramı kullanılır. Havâss-ı bâtıne; hiss-i müşterek, hayal, vehm ve hafıza yetilerinin tümü olarak kabul edilir. İç duyular olarak tanımlanan nefsî kuvvetlerin sayısında ve isimlendirilmesinde ihtilâflar bulunmaktadır; ancak bu durum sadece ifade farklılıkları düzeyinde olup derin ayrılıklar söz konusu değildir. İslâm düşünürlerinin duyu konusundaki tasnifleri ve duyu çeşitlerine dair yaptıkları açıklamalar modern anlayışla paralellik arz etmekle beraber onun habercisi de olmuştur. Duyuların sağladığı bilginin değeri ve bilhassa iç duyulara dair görüşler önemli tartışmalara sebebiyet vermiştir. Söz konusu tartışmaların tecrübî veriler zeminindeki görünümü ise günümüzde modern psikoloji tarafından oluşturulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de zâhir ve bâtın duyular şeklinde bir tasnif söz konusu değildir. Kitâbullah’da nefsin güçleri olarak sayılan duyulara bakış bütüncüldür. Önemle üzerinde durulan husus, nefsin fonksiyonları ve insanı hayra ya da şerre götürüp götürmediğidir. Bilgiye kaynaklık etmesi açısından duyulara işaret eden âyetlerden biri Nahl sûresi 78. Ayette geçmektedir. Söz konusu âyette Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: واالله اخرجكم من بطون امهاتكم لا تعلمون شيئا وجعل لكم السمع والأبصار والأفئدة لعلكم تشكرون “Allah sizi, analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

M.Kutlu AYTUĞ