İslam temelli açıklamaya göre bilginin kaynağı, havass-ı salime-sağlam duyular, Haber-i sadık-doğru haber, akl-ı selim-akıllılık olmak üzere üç unsurdur.

1.Duyular
İnsan, duyu organları ile dış dünyayı algılar ve aklı ile bu verileri işler, yani kavramları değerlendirir ve bu kavramlar arasında bağlantılar kurarak hükümler verir. Duyular gözlem yaparak dış dünyadan verileri alır ve bunları akıla aktarır.

Duyular, akıl ile vahyin birleştirilmesinden sonra insanların hissedebildikleri gerçeklerle Allah’ın emir ve yasaklarına uymasını sağlamasına yardımcı olur. Örneğin, “cehennemin varlığını” ilmen bilmek kişinin bilgi sahibi olmasını sağlar ancak Cehennemin varlığını hissedebilmesi ve gelecek olan azabın ne kadar çetin olduğunu idrak edebilmesi için duyulara ihtiyacı vardır. Aynı zamanda acıma, merhamet, sevgi, şefkat, üzülme, sevinme gibi durumlar da insanların duyuları ile hissettikleri değerleridir.

Duyuların neden İslam’da bilginin kaynakları olarak belirtildiğini anlamak için şu örneğe bakalım;

Dünyada var olan güzelliklerin haddi hesabı yoktur. Dağların sırayla dizilişi, insanın görme, duyma gibi özelliklere sahip olması, kâinattaki diğer canlıların ne şekilde yaşadığını ve bazı hayvan ve bitkilerin hareket etmeden bile nasıl beslendiklerini düşününce, tüm bunları yapan bir gücün olduğunu düşünmeden etmek mümkün değildir ve bu düşünceler, neticede tüm bunların bir sahibinin olduğunu anlamaya yardımcı olur. İslam dinine göre, evrendeki her şeyin sahibi Allah’tır ve tüm bunların sahibine en doğru şekilde ibadet etmek ve şükretmek gerekir.

2.Haber
İnsan, hayatına anlam yüklemek için: dünyaya geliş amacını,nasıl yaşaması gerektiğini, iyi ve kötüyü nasıl ayırt edeceğini, ölümden sonra ne olacağını merak eder ve bu gibi sorulara yanıtlar arar. Bu tür sorulara yanıt veren bilgiler vahiy kaynaklıdır. Yine Kelam ilmine göre Kur’an ayetleri ve hadisler, doğru haber niteliğinde bilgi kaynağıdır.

İslam’da bilginin kaynakları olarak geçen “vahiy” Allah’ın yeryüzündeki insanları doğru yola iletmek için gönderdiği Peygamberlere, Allah’ın yasakladığı ve yapmasını emrettiği şeyleri aktarmasıdır. Vahiy alan peygamberler aldıkları vahiyleri insanlara bildirmekle mükelleftirler.

İslam dinine göre akıl ile vahiy çatışamaz. Çatışır gibi görülen durumlarda aklın, vahyi açıklamada yetersiz olduğu düşünülür.

3.Akıl

“Akıl” Allah’ın insana vermiş olduğu en büyük değerdir. Zira insan haricinde evrende yaşayan milyonlarca farklı canlı olmasına rağmen diğer canlılarda akıl yoktur. Mesela bitkiler de canlıdır, hayvanlar da canlıdır hatta bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre elinize aldığınız bir demir parçası, taş veya kaya parçası bile canlıdır. Ancak bunlarda “akıl” denen olgu yoktur. Peki, akıl ne işe yarar?

Akıl; iyi-kötü, doğru-yanlış, faydalı-zararlı gibi insan hayatını doğrudan etkileyen durumları çözmek için Allah’ın insanlara verdiği bir nimettir. Doğru olanı yani Allah’ın emrettiği şekilde yaşayabilmek için aklın kullanılması gerekir. Zira birçok ayette “neden düşünmezsiniz?”, “neden akletmezsiniz?” gibi sorular, Allah’ın insanlara yönelttiği sorulardır.

Akıl hakkında söylenebilecek birçok bilgi vardır ancak en temel olarak akıl kavramını kısa ve öz şekilde açıklayacak olursak; insanın doğru yolu bulması, doğru işler yapması, dünya ve ahiret saadetini doğru şekilde belirleyebilmesini sağlayan “düşünme” yetisinin merkezidir.


İnsan, fiziki alemden duyu organları ile aldığı bilgileri ve haber kaynaklarından elde ettiği bilgileri akıl vasıtasıyla kavrar, yorumlar, değerlendirir ve bilgiye dönüştürür.

Bilgi kaynakları birbiri ile ilişki içindedir. Bir kaynak vasıtasıyla kazanılan bilgiler diğer vasıtalarla algılanabilir, değerlendirilebilir, sınanabilir hatta yeni bilgiler elde edilinebilir.

İnsan, akıl ile ulaştığı bilgiye duyularla, duyularla edindiği bilgileri aklı ile elde edemez.

Vahiy ile elde edilen bilgiler duyular ve akıl ile elde edilemez fakat bir kısmı duyularla biz kısmı akla uygun olması yönüyle sınanabilir. Örneğin Kur’an ayetlerinde verilen bilgilerden bazıları deney ve gözlem ile, bazıları akli yöntemlerle test edilebilir.

Kelam ilmine göre haber kaynaklarından gelen bilgiler çelişmez.

Haber (vahiy), dinin kaynağıdır fakat insan bu bilgileri duyuları ile alır, aklı ile öğrenir.

Duyuların yanılması durumunda akıl, sağlamasını yapar ve düzeltir.

Akıl, elde ettiği bilgileri değerlendirerek çıkarımlar vasıtasıyla yeni bilgiler elde edebilir.

Dolayısıyla insanın bilgiye nasıl ulaştığı meselesi bütün duyu, algı, vehim, hayal, düşünce ve bilme merhaleleri dikkate alınarak sistematik bir doktrin içinde çözümlenebilmektedir. Bu doktrin içinde akılcılık, duyumculuk, deneycilik, sezgicilik denilen mutlak sınırlamalara gerek duyulmaksızın duyu, akıl, deney, sezgi ve ilham yollarına fonksiyonel anlamlar kazandırılır. Şu var ki akıl, insanı diğer canlılardan ayıran nefis cevherinin düşünme melekesi (en-nefsü’n-nâtıka) olarak bilgiyi asıl mümkün kılan güçtür.

Ana hatlarıyla Fârâbî tarafından ortaya konan (bk. el-Medînetü’l-fâzıla, s. 87-104), ancak İbn Sînâ tarafından “eş-Şifâ” adlı eserin “Kitâbü’n-Nefs” bölümünde ayrıntılarıyla açıklanan İslâm psikolojisi, düşünme ve bilme eylemlerinin tahliline hareket noktası teşkil edecek çok ciddi bir felsefî doktrine sahip olmuştur. Her şeyden önce düşünen ve bilen bir özne olarak nefsin (mânevî ben) mevcudiyetini temellendiren İbn Sînâ felsefesi, dış dünyanın hem mümkün hem de zorunlu olan objektif gerçekliğini ispat etmekle bilgiyi mümkün kılan özne ve nesne arasındaki ilişkiyi felsefî bir esasa bağlamayı başarmıştır.

Dış dünyanın gerçekliğini kavramada vazgeçilmez görünen illiyyet doktrinini de gerek tabiatın gerekse zihnî yapının özüne yerleştiren İbn Sînâ, eserden illete ve nihayet ilk illete ulaşmak suretiyle fizik ve metafizik âleme ait bilgilere ulaşılabileceğini belirtmiştir.

En genel ifadesiyle fizik dünya hakkındaki bilgi, insan aklının dış dünyaya yönelmesi ve fizikî nesnelerin formlarını maddesinden soyutlayarak kavramasıyla oluşmakta, varlığın maddesi yani kendisi ise bilinmez olarak kalmaktadır. Bu anlamda bilme bir soyutlama işlemidir. Bu işlemle önce nesnelerin sûretleri kavranarak tasavvurlara (tasavvurât), bu tasavvurlar yardımıyla da önermeler şeklindeki tasdiklere (tasdîkāt) ulaşılır.

Tasavvurât, nesneleri tarif etmede kullanılan ilk bilgiler veya kavramlardır. Olumlu ya da olumsuz önermelerle ifade edilen tasdîkāt ise kıyas şekillerinin meydana getirilmesini sağlar.

Soyutlama işlemi, duyuların dış dünya hakkında sağladığı verilerden başlar; bu cüz’î (tikel) verilerin hayalî ve fikrî konular haline gelmesi beş duyu, ortak duyu, tasavvur, hayal, vehim ve hâfıza güçlerinin iştirakiyle gerçekleşir. Hayal ve fikir seviyesinde nesneler maddesinden zihnen soyutlanmış olsalar da maddî özellik ve şartlarından tamamıyla soyutlanmamışlardır. Bu yüzden hâlâ cüz’î formlar halindedirler. Son merhalede bu formları tam bir soyutlama ile küllî ve soyut bilgiye ulaştıran güç teorik akıldır.

Şu halde soyut kavramlar, akıl kendilerine ulaşmadığı sürece fiilen akledilmiş olmadıkları için kuvve halinde “mâkuller” olmaktadır. Ancak aklın bilme, mâkulün de bilinme sürecinde kuvve halinden fiil haline geçebilmeleri için hiçbir zaman kuvve halinde bulunmayan, daima aktif (faal) olan bir dış desteğe ihtiyaç vardır.

İslâm düşüncesinde “faal akıl” denilen bu destek ile insan aklının ilişkiye girmesi sayesindedir ki aklın fonksiyonunu yerine getirip bilgiye ulaşması mümkün olur (İbn Sînâ, s. 221-250).

Fârâbî ve İbn Sînâ tarafından Cebrâil ile özdeşleştirilen faal aklın İbn Rüşd tarafından dış dünyanın sürekli ve fiilî gerçekliği olarak yorumlandığı görülmektedir. İlk iki filozofa göre ilham ve vahye dayalı bilginin de kaynağı olan bu “melekî güç” bilge (hakîm) ile peygamberi, bulundukları farklı epistemolojik alanlara rağmen aynı bilgi kaynağında buluşturur.

Bilginin nebevî kaynağı ve imkânı konusundaki bu telakkileriyle Fârâbî ve İbn Sînâ’nın bir ölçüde İşrâkîliğe yaklaştıkları gözlenmektedir. Aklın istidlâlî (discursive) işleyişine gerek kalmadan sonuca ulaşmasını hads (sezgi) ve ilham terimleriyle açıklayan İbn Sînâ, aklî-kalbî sezginin zirveye ulaştığı insan olarak peygamberi görür.

Peygamber, filozofun “kudsî akıl” adını verdiği bir güç sayesinde ve melekî bir aydınlanma ile öğrenime gerek kalmadan varlığın işleyişini bir hamlede kavrayan insandır. İlham ise vahyin özel bir şekli olarak hakîmin mazhar olduğu bir aydınlanmadır.

Tasavvuf, keşif ve ilhamı entelektüel bir çabanın sonucu olarak değil ahlâkî bir arınma ve yaşama sonunda sağlanan ilâhî bir lutuf olarak görür. “Tatmayan bilmez, ulaşmayan idrak edemez” özdeyişinin işaret ettiği tasavvufî bilgi (Gazzâlî, Miʿyârü’l-ʿilm, s. 141), tamamıyla şahsî bir zevk ile ulaşıldığı için başkalarına aktarılamaz. Ancak bu bilgiye ulaşmanın yolu gösterilebilir ki bu da tamamen mânevî bir seyrüsülûkten ibarettir. Bu yola intisap etmek, kişiyi belli tasavvufî tecrübeler eşliğinde bilginin ilâhî kaynağına götürür. Bu kaynak nihayette Allah’tır; bu yüzden o “ledünnî” (Tanrı katından olan) bir bilgidir.

Mutasavvıfın gözünde bu kaynağa nisbetle duyular ile istidlâlî aklın aczi apaçık olduğundan inceleme ve araştırmaya dayalı, dolaylı ve güvensiz olan nazarî yola girmektense kalbi her türlü kötü duygulardan temizleyerek ilâhî ilhama hazırlamak daha kestirme ve daha güvenilir bir yoldur. Tasavvufî bilgi, kısaca kalbin Allah’ın nuruyla aydınlanmasıdır ve sûfînin kazancı değil Allah’ın lutfudur (Gazzâlî, İyâʾ, III, 19).

İslâm düşünce tarihinin büyük sentezcilerinden Gazzâlî kelâm, felsefe ve tasavvufun temel epistemolojik yaklaşımlarını tek bir sistem halinde birleştirmiş görünmektedir. Bilgi için güvenilir bir kaynak bulma, bilgiye konu olan alanların birbirine karıştırılmaması için bilgiye bir sınır tayin etme, nihayet akıl, duyu ve ilham gibi bilgi kaynaklarını tenkit etme çabası en güçlü ve sistemli bir şekilde bu düşünür tarafından gösterilmiştir. “İçinde şüphenin asla bulunmadığı bilgi” diye nitelendirdiği kesin bilgiyi arayan Gazzâlî’nin (bk. el-Münı minealâl, s. 4-5) meseleye daha ziyade bilginin değeri açısından yaklaştığı görülmektedir.

Gazzâlî’nin geniş ölçüde İbn Sînâ’dan aldığı, sonraki mantıkçılarca da bazı küçük farklarla benimsenen bir tasnife göre bütün bilgi türleri kesin bilgiler (yakīniyyât), kanaatler (i‘tikādât) ve zannî bilgiler (zanniyyât) olmak üzere üç esaslı terim altında toplanır. Bunlar da kaynağı ve değeri bakımından yedi kategoriye ayrılır.

1. İlk bilgiler (evveliyyât). Saf akıldan çıkan apriori bilgiler.

2. İç gözlemler (el-müşâhedâtü’l-bâtıniyye). İnsanın kendi açlık, susuzluk, sevinç, keder gibi beş duyudan kaynaklanmayan psikolojik idrakleri.

3. Dış dünyaya ait duyumlar (el-mahsûsâtü’z-zâhire). Duyu organlarından edinilen intibalar.

4. Tecrübî bilgiler (mücerrebât). Birbirini takip eden iki olayın defalarca tekrarlanmasından sonra ortaya çıkan zihnî alışkanlıklara dayalı tecrübeler.

5. Tevâtür yoluyla edinilen bilgiler (el-ma‘lûmât bi’t-tevâtür). Algı ile ilgisiz olan, çok sayıda güvenilir kişinin verdiği haberin akıl tarafından benimsenmesiyle edinilen bilgiler.

6. Varsayımlar (vehmiyyât). Gerçekte var olup olmadığı bilinmeyen şeylerin var sayılmasıyla oluşan bilgiler (meselâ idrak edilen varlıklara kıyas yapılarak ulaşılan, “Her varlığın mekânı vardır.” önermesi gibi).

7. Yaygın kabüller (meşhûrât). Doğru kabul edilecek kadar üzerinde ittifak edilmiş bilgi ve önermeler (meselâ, “Yalan kötüdür.” hükmü gibi).

Bilgi konusunda gerek Gazzâlî gerekse ondan önce ve sonra ortaya konan fikrî birikim, İbn Rüşd ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi büyük düşünürlerin de katkılarıyla, hâlâ bütün yönleriyle tahlile muhtaç ve bütün farklılıklarıyla modern epistemoloji için dahi ilham kaynağı olabilecek önemli doktrinlere sahiptir.

Bilgi problemi açısından bakıldığında İslam düşüncesinde bilgi kaynağı, vahiy başta olmak üzere duyular, akıl yahut bunun ötesinde kalbî sezgi olarak belirtilmektedir. Kur’an’da yer yer göz, kulak ve kalbin (bazan “fuâd” şeklinde) birlikte anılması yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir (bk. A‘râf 7/179; Yûnus 10/31; Nahl 16/78, 108; İsrâ 17/36; Hac 22/46; Secde 32/9; Câsiye 45/23).

Vahiy karşısında bilme ve inanmanın birbirine dönüşmesi de tabiidir. Zira ilke olarak vahiy mutlaktır; duyu ve akıl idrakleri ise onu destekleyen ve doğrulayan tecrübî ve nazarî bilgilerdir. Buna karşılık duyu ve akıl seviyesindeki bilgi mutlak bilgiyi kuşatma kudretine sahip değildir. İnsan zihninin başlangıçta bir tür “boş levha” (tabula rasa) olduğunu haber veren Kur’an (bk. Nahl 16/78), aklı yapan şuur muhtevalarının tecrübelerle sonradan oluştuğuna işaret etmektedir. Bu tesbit bazı deneyci bilgi teorilerini bir ölçüde haklı çıkarmaktadır.

Kuran-ı Kerîm’e bilginin değeri açısından bakıldığında “bilgide kesinlik” mefhumunun öne çıktığı görülür. İlme’l-yakīn (kesin zihnî bilgi), ayne’l-yakīn (kesin, açık seçik gözlem), hakka’l-yakīn (kesin tecrübe, bilginin yaşanarak tahakkuku) terimlerinin geçtiği âyetler bu bakımdan dikkat çekicidir (bk. Tekâsür 102/5, 7; Hâkka 69/51).

Zan, şek ve reyb terimlerinin de yine “kesinlik” kavramıyla ters yönden alâkalı olduğu hemen farkedilebilir (bk. Bakara 2/2; Âl-i İmrân 3/9; Nisâ 4/157; En‘âm 6/116; Hûd 11/62; İbrâhim 14/10; Necm 53/28).

Ayrıca bilginin hissî veya aklî idrakle ilişkisini gösteren veya bu iki çeşit idraki özdeş kılan şuur, fehm ve fıkh gibi terimlere de dikkat çekilmelidir (bk. Bakara 2/154; İsrâ 17/44; Enbiyâ 21/79).

Kur’an-ı Kerîm’deki duyma, algılama, düşünme, kavrama, bilme ve inanma hadiselerine ait çok sayıda âyeti bilgi kavramı açısından yorumlamak mümkündür. Bu âyetler, bilgi hakkında ortaya atılabilecek meselelerin disiplinli ve sistemli bir şekilde tahlilini mümkün kılar.

Kelâmcıların, epistemolojik çalışmalarını öncelikle bilginin imkânı meselesi üzerinde yoğunlaştırdıkları ve daha sonra bilginin kaynağını inceledikleri görülür. Filozoflar ise epistemolojik meseleleri rasyonel psikoloji çerçevesinde incelemişlerdir. Mutasavvıfların yaklaşımında ilk göze çarpan husus, onların nazarî bilme eylemiyle “kazanılmış” (kesbî) bilgiye karşılık ledünnî bilgiye (tasavvufî sezgi) daha çok önem atfedici tavırlardır. İslâm düşünce tarihinin epistemoloji alanında sahip olduğu birikim içinde bu üç ana akımın mensupları arasında cereyan eden fikrî tartışmalar önemli bir yer tutmaktadır.

Kelâmcıların en genel anlamıyla bilginin insan için mümkün olduğu fikri üzerinde önemle durmaları, hem nazarî karakterli kelâm ilmi için sağlam bir temel tesis etmek, hem de “sûfestâiyye” (sofistler) adı altında inceledikleri akımların, objektif bilginin imkânından kuşku duyan veya onu tamamen imkânsız gören septik ve relativist tutumlarını şiddetle reddetmek içindir.

Kelâmcılar, “Eşyanın hakikati sâbittir.” şeklindeki kategorik hükümleriyle eşyanın objektif ve bilinebilir bir gerçekliğe sahip olduğunu belirtirken esasen bilginin mümkün olduğunu vurgulamak istemişlerdir. Bu esası anlamlı kılan bir diğer görüş de Allah’ın bu âlemi bütünüyle belli bir nizam içinde yaratmış olduğu inancıdır. Bilginin kaynağı meselesi ise duyumculuk, akılcılık gibi kesin sınırlandırmalara gitmeksizin genellikle “bilgi edinme yolları” (esbâbü’l-ilm) başlığı altında incelenmiş ve bunlar sıhhatli işleyen duyular, sağlıklı akıl ve doğru haber şeklinde tesbit edilmiştir.

Bir bilgi kaynağı olarak aklın gücü ve önceliği üzerinde ısrar eden Mu‘tezile bir tarafa bırakılırsa sözü geçen konuya Mâtürîdî’den (ö. 333/944) önceki kelâmcıların önem verdiği söylenemez. Ondan itibaren bilgi meselesi müstakil başlıklar altında hemen bütün kelâmcılar tarafından ele alınmaya başlanmıştır.

Nitekim Mâtürîdî’nin çağdaşı olan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin bilgi meselesini müstakil olarak ele almamasına karşılık, daha sonra gelen ünlü kelâmcıların eserlerinde bu konunun ağırlık kazandığı görülür. Bunlar arasında Bâkıllânî’nin (ö. 403/1012) “Kitabü’t-Temhîd”i, Abdülkāhir el-Bağdâdî’nin (ö. 429/1037) “Usûlü’d-dîn”i, Cüveynî’nin (ö. 478/1085) “el-İrşâd”ı ve Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1209) “el-Muhassal”ı sayılabilir.

Mâtürîdî’ye göre bilen insan ile bilinen eşya arasında irtibat kurulabilir; bu irtibat gerçektir ve bunun sonunda meydana gelen bilgi ârızî, hayalî veya izâfî olmayıp hakikati yansıtır. Çünkü eşyanın sabit bir gerçekliği vardır. İnsanın Allah ve gayb hakkındaki bilgilerini de kâinatın bizzat kendi varlığı temin eder; çünkü gözlenebilen kâinat görünmeyen bir âleme ve nihayet Allah’a delâlet etmektedir (Kitâbü’t-Tevhîd, s. 45, 129-130, 153 vd.)

Kelâm ilminde duyularla elde edilen bilgi zorunludur. Duyular, dolaysız bilginin, akılyürütme (nazar) ise kazanılmış (iktisâbî) bilgilerin kaynağıdır. Akıl veya şuur insandaki mantık ve matematik ilkeler gibi ilk bilgiler yanında haz, elem, sevinç, sağlık vb. tecrübelerin idrakini de sağlar (Bâkıllânî, s. 7-8; Bağdâdî, s. 8-9; Râzî, s. 16 vd.).

Yine kelâmcılara göre gerçeğe uygun haber (haber-i sâdık) doğru bilgidir. Çünkü burada da realiteye uygunluk şartı gerçekleşmektedir. Bu haber ya yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri imkânsız bir topluluk tarafından verildiği (mütevâtir haber) yahut da peygamber tarafından bildirildiği için doğrudur ve kesin bilginin ifadesidir. Ancak mütevâtir haberin akıl ve gözleme dayalı bilgilerle çelişmemesi gerekir.

Peygamberin getirdiği haberin yorumunda aklın ne nisbette ölçü alınacağı hususu kelâmcılar arasında tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar aklın sınırlı oluşuyla ilgilidir.

İmanın bütünüyle bilgiden ibaret olduğunu ileri süren mütezile, Ehl-i sünnet kelâmcılarına nazaran akla daha geniş yetkiler tanıyarak bir şeyin iyi yahut kötü olduğunu şeriat gelmeden önce aklın bilebileceğini öne sürer. “Hüsün-kubuh” meselesini doğuran bu tartışmada Ehl-i sünnet, bütün dinî bahislerin sem‘î (naklî) olduğu inancını vurgular. Ancak Mâtürîdî, Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki bilgiye ulaşmanın insan aklı için mümkün olduğunu belirtmiştir.

Ne var ki bu, imanın bütünüyle bilgiden ibaret olduğu anlamına gelmez. Zira bir şeyi bilmek onun zorunlu olarak tasdiki demek değildir. Aynı şekilde bilmemek de inkârı gerektirmez. Fakat bilgi kalp ile tasdikin oluşmasında çok büyük rol oynayabileceği gibi bilgisizlik de inkâr ve yalanlamaya yol açabilir (Kitâbü’t-Tevhîd, s. 380-381).

Felsefi düşünceye göre bilginin kaynağına gelince; bilgi problemini inceleme çabasının, oldukça eski tarihlere dayandığı, gerek islam düşünürlerinin, gerekse felsefecilerin ortak kabul ettikleri bir husustur. Ki  milâttan önce VI ve V. yüzyıllarda Grek felsefesinde sofistler, Eflâtun ve Aristo’da bilginin bir problem olarak ele alındığı görülür. Bu meselelerin XIX. yüzyılda J. F. Ferrier tarafından konulan adıyla “epistemoloji” (bilgi teorisi) disiplini altında incelenmesinden önce XVII. yüzyılda John Locke ve XVIII. yüzyılda David Hume adlı filozofların insan zihni ve anlama melekesi üzerine tahliller yapması, bilginin kaynağı meselesini modern felsefenin tartışma gündemine getirmiştir. Felsefi ekollere göre bilgi kaynağı farklı tanımlamalarla (farklı görüşlerle) ele alınmıştır. Şöyleki;

· Bilginin kaynağı deneyim-tecrübe dir.  (Empirizm)

· Bilginin kaynağı akıldır. (Rasyonalizm)

· Bilginin kaynağı hem akıl hem deney(im)dir.

· Bilginin Kaynağı sezgidir.

1.Tüm bilgilerin ilk kaynağının deneyim-tecrübe olduğunu savunan yaklaşımın bir diğer ortak görüşü, insan zihninin doğuştan boş bir levha olduğudur. İnsan doğduğunda zihni bilgi yüklü olarak değil de, boş fakat yazılmaya olanaklı bir anlama yetisiyle donatılmıştır. Deney(im) duyumlarla gerçekleştirilir. Basit izlenimler, duyularımızın verileri sonucu elde edilir. Duyular, ilk izlenimlerdir. İzlenimler bellek ve imgelemin işlevleri sonucu birleşirler. Birleşik izlenimler, zihnin anlama yetisiyle soyutlanarak idea ve tasarım haline gelerek bilgi olurlar. Empiristler için öncelikli akıl yürütme biçimi tümevarımsal akıl yürütmedir. Bu görüşe göre, matematik gibi bilgiler ve aklın ilkeleri olarak adlandırılan “özdeşlik”, “çelişmezlik” ve “üçüncü halin olanaksızlığı” ilkeleri de deneyin ürünleridir. Deneyin tekil verilerinden kalkarak, tümevarımsal genellemeler sonucu matematik bilgiler elde edilir. Yani, tüm bilgiler a posterioridir. Dolaysız bilginin kaynağı duyu deneyimidir. Anlamları, açıklama ya da tanımlama gerektirmeyen ilksel kavramlar gözlem kavramlarıdır. Neyi gözlemlediğimizi ya da neyi deneyimlediğimizi aktaran ifadeler gözlem ifadeleri /önermeleridir. Bu önermeler, diğer inançlarımızı bunların ışığında gerekçelendirdiğimiz temel önermeler veya ilk ilkelerdir. Empirizm, deneyimin dolaysız bilginin (ve anlamın) bir kaynağı olduğu savının ötesinde tek kaynağı olduğunu savunur. Gözlemsel ifadeler bize gözlemleyebildiğimiz şeylerin gerçekte nasıl olduklarını söyler, sadece nasıl göründüklerini değil (NAİF REALİZM). Buna karşıt görüş, görünüş / gerçeklik ayrımında ısrar eder ve duyuların, dış dünyanın ve dış dünyadaki nesnelerin değil, ama bize dış dünya tarafından sunulan görünüşlerin dolaysız bilgisini verdiğini savunur. Diğer bir deyişle, duyular, görünüşlerin dolaysız bilgisidir ve biz bilgi için duyuların ötesine geçeriz. Örneğin, yukarıdan ve yandan bakılan madeni para için (a) para yuvarlaktır (b) para eliptiktir şeklinde gözlemsel ifadelerde bulunulduğunda, bunlar birbirleriyle çelişen ifadeler olduğundan birinin yanlış olması zorunludur. Buna karşın, (a) Şimdi para yuvarlak görünüyor (b) Şimdi para eliptik görünüyor Şeklindeki aktarımda, bu iki önerme birbirleriyle çelişmez, ikisi de doğrudur. Benzer bir tartışma, ördek/tavşan örneği için de yürütülebilir. Hata / yanlış sadece dolaysız verilere getirilen yorumlarda açığa çıkar. Dolaysız veriler ise hiçbir zaman yanlış değildir. “Nihil in intellectus quod non fit priori in sensu”  Zihinde, önceden duyularda olmayan hiçbir şey yoktur. “Dünya hakkında bilebileceğimiz her şey kendisini zorunlu olarak duyumlarla ifade eder”

2) Bilginin Kaynağı Akıl (Rasyonalizm) dır, dendiğinde, ana motivasyon sağlam, değişmez ve kesin bilgi arayışı olduğundan, deneyin temelinde olan duyuların güvenilmezliği ve yanıltıcılığı bilginin kaynağının deneyimi açıktır ki empirik temelin güvenilirliği çok ağır bir bedele satın alınmıştır. Çünkü empirik temel öncekinden çok daha dar hale gelmiştir: Naif realizm bize dış dünyanın dolaysız bilgisini veriyordu, ideacılık [idealizmden farklıdır; idealizm ontolojik bir kuramken ideacılık epistemolojik bir kuramdır] ise bize sadece zihinlerimizin (duyusal) içeriklerinin dolaysız bilgisini vermektedir. Dış dünya hakkında söylediğimiz her şey, bundan böyle dolaylı ya da türetilmiş bilgidir. Bilgi için temeli daraltmak onu kuşkucu saldırıdan korumuş olabilir, ama bedeli de o dar temel üzerinde başka herhangi bir bilgi kurmayı daha da zorlaştırmak olmuştur. Kesin, doğru ve evrensel bilginin kaynağı akıldır. Akıl kökenli bilgiler / doğrular a prioridir ve bu nedenle değişmez ve zorunludur. İnsan zihni doğuştan boş değildir. Rasyonalistlere göre, öncelikli akıl yürütme biçimi tümden gelimsel akıl yürütmedir. Bazı önerme biçimleri, o kadar apaçıktır ki, bir kez kavrandı mı gerekçelendirme gerektirmez. Bu ilk ilkeler akılda bulunur (Özdeşlik ve Üçüncü Halin olanaksızlığı yasası vb.). Diğer bir ifadeyle, rasyonalistler geri gidişi akıl ya da zihnin dünya hakkındaki dolaysız ve kesin bilginin bir kaynağı olduğunu söyleyerek durdurmaya çalışırlar. Rasyonalist ilk ilkelerin doğruluğu duyu deneyiminin ışığı altında görülmez – onun yerine, “aklın doğal ışığı”yla görülebilir. Ve bu apaçık ilkelerden ilkbakışta apaçıklıktan çok uzak olabilecek birçok başka şeyi kanıtlayabiliriz.

· Eşit miktarlara eşit miktarlar eklenirse, sonuç eşit olur.

· Eşit miktarlardan eşit miktarlar çıkartılırsa, sonuç eşit olur.

· Aynı şeye eşit olan şeyler birbirlerine eşittir.

· Birbirleriyle çakışan şekiller eşittir.

· Bütün parçadan büyüktür.

· Herhangi iki nokta bir çizgi üzerinde bulunur.

· Bir doğru her iki yönde sonsuza dek uzatılabilir.

· Bir nokta ve bir uzunluk veriliyse, merkezi o nokta ve yarıçapı o uzunluk olan bir çember vardır.

· Bütün dik açılar eşittir.

· Düşünüyorum, o halde varım.

· Her fiziksel nesne uzayda yer işgal eder.

· Hiçbir şey aynı anda iki yerde olamaz.

· İki şey aynı anda aynı yerde olamaz.

Eğer bir şey diğerlerinin nedeniyse, o zaman birinci şey ikinciden daha sonra gerçekleşmez.

· Herkes sevdiği şeyden daha azı yerine daha çoğunu tercih eder.

· Ne kadar çok paranız varsa, fazladan bir dolar sizin için o kadar önemsizdir.

3) Bilginin Kaynağı Hem Deney Hem de Akıldır, diyenlerin görüşü; bilginin kaynağını, radikal ve indirgemeci biçimde ayrı ayrı deneyde veya akılda görenlere karşı, her iki kaynağı da bilginin temeline koyanlardır. Bu görüşe göre, bilgi için hem deney hem de akıl gereklidir. Bilgi deneyle başlar, fakat deneyle bitmez. Deneyle gelen a posteriori algı, aklın a priori kavram ve kategorileriyle işlenerek bilgi olur. “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.”

4) Doğru, kesin ve sağlam bilgiyi ya da hakikati ne deney ne de akıl verebilir, denilirse; bu niteliklerdeki bilgiyi ancak aracısız ve doğrudan bilmeyi içeren sezgi verebilir. Akıl ve deney bilgisi dolaylıdır, çünkü son noktada daima dille (terimlerle ve kavramlarla) ifade ve biçim bulur. Kavram ve terimlerin kapsamı ile sınırlılık ve dolayıma dayalı olmak akıl ve deneyim bilgisini eksik ve yetersiz bırakır.  Sezgi terim ve kavrama ihtiyaç duymaz. Sezgi, aracısız, doğrudan kavramadır. Buna bağlı olarak, sezgi bireyseldir ve bireyin öznel yaşantısının dışına aktarılamaz.

M.Kutlu Aytuğ

Kaynaklar

1.Türkiye Diyanet Ansiklopedisi

2.Google’den ilgili pasajlar