Bilginin Değeri Meselesi
Bilginin değeri konusu, bilgi teorisinde üzerinde en çok durulan bir konu olup, bu konuda. iki problemle karşılaşılmaktadır. Birincisi, bilinmesi gereken bir varlığın mevcudiyetinin kabulü meselesi. İkincisi, mevcut olduğu kabul edilen varlıkla ilgili bilgilerin gerçek olup, olmadığı meselesi. İşte ilk çağ filozoflarından günümüz çağdaş batı filozoflarına kadar, pek çok filozofun gerçekte çözemediği, ancak kendilerine göre farklı şekilde çözmüş oldukları bu iki temel mesele, esasen değişik felsefi ekollerin ortaya çıkışlarının sebebi olmuştur.
İster materyalist ekol olsun, ister onların bire bir zıttı olan sofist ekol olsun, ister realist ekol olsun ister onların zıttı olan idealist ekol olsun, konuya akli ve vicdani yada ilmi ve imani cihetle bakıldığında, bu iki meseleyi gerçekte çözememiş oldukları anlaşılmaktadır. Şöyle ki;
Sofistler, duyulara ve akla güvenmediklerinden eşyanın varlığını tümden yok sayıp, her şeyin rüya gibi hayalden ibaret olduğuna ve dolaysıyla eşya ve olaylara ait olduğu belirtilen bilgilerin de gerçek olmadığına hükmetmişler ve akılları sıra güya dünyaya metelik vermemek şeklinde, hayata önem vermemişlerdir. Oysa bir şeyin yok olduğunu iddia etmek, var olduğunu iddia etmekten çok daha kolaydır. Çünkü birinde bir kişinin var olduğunu iddia ettiği şeyi parmakla göstermesi ve de birkaç şahidin aynı şeyi parmakla gösterip tasdik etmesi, o şeyin varlığının ispatına delildir. Diğer durumda ise yani bir şeyin yokluğunu ispatta ise ”ben göremiyorum veya duyularımla her ne kadar varlığını algılasam da, ben duyularımdan şüphe ediyorum. Aslında var olmayan bir şeyi duyularım bana gösteriyor” demekle o şeyin yokluğunu ispat etmiş olamaz. O şeyin yokluğu, ancak bir şahitle beraber tüm dünya, hatta kainat dolaşılıp, araştırıldıktan sonra ispatlanabilir, ki bu da her halde kolay değil hatta mümkün değildir. Dolaysıyla eşyanın varlığını kısmen veya tümden inkar etmek akıl karı değildir. Şüphesiz duyulara ve akla dayalı iktisap edilen bilgilerin tümünün gerçek olduğunu iddia etmekte yanlıştır. Bir bilginin doğruluğuna-gerçekliğine, sadece gözlemle değil tecrübe, deney-ölçme, kıyas v.d süzgeçlerden geçtikten sonra inanmak gerekir.
Materyalistler, öteden beri sofistlerin zıddına sadece dış duyulara önem verip ve bu çerçevede maddenin mevcudiyetini kabul etmişlerdir. Yani maddeye ait bir kısım bilgilerin ancak gerçekliğine hükmetmişlerdir. Ne var ki bunlar da maddi olmayan varlıklar dışındaki her şeyi sofistler gibi yok saymışlardır. Dolaysıyla maddi olmayan şeylerin (Allah, akıl, vicdan, ruh, melek…gibi varlıkların) tümden inkarı cihetine gitmişlerdir. Esasında bu inkar, cahillikten veya az biraz edinilen yanlış yorumlanan veya hükmedilen ilmi ve felsefi bilgiye sahip çıkma gururundan yada maddi olmayan, derin-kapsamlı imani gerçeklerin kavranmasında, akılları zorlandığından olmaktadır.
İdealistler ise, materyalistlerin sıkıştığı dış duyularla sınırlanmış dünyadan çıkmışlar, biraz daha geniş akıl dünyası kapsamında eşyanın varlığına ve eşya ile ilgili bir kısım bilgilerin gerçekliğine hükmetmişler, ki idealist ekolün babası Yunanlı filozof Eflatun, dış duyularla algılanan varlıkları-eşyayı; akli alemde ide adını verdiği birer temele-kavram kalıbına oturtarak, eşyaya ait bilgilerin gerçekliğine hükmetmiştir. Yani duyuların tek başına gerçeği ortaya koyamayacağını, aklın mutlaka devrede olması gerektiğini iddia etmişlerdir. Kısacası duyularla mevcudiyeti kabul edilen eşyaya-varlığa ait olan, akılla temyiz edilmeyen bilgiler, idealistlerce kabul edilmemekte, red edilmektedir. Ki Allah, akıl, vicdan, ruh, melek…gibi varlıklara ait bilgiler de aklileştirilmesi ölçüsünde kabul veya red edilmektedir.
Rasyonalistler ise idealistlerin sıkıştığı, duyular ve akılla sınırlanmış alandan, eşyayı-varlığı çıkarmışlar ve sezgi adını verdikleri dış duyu dışı bir algılama alanının da mevcudiyetini kabul etmişler ve buna göre eşyaya ait dış duyularla birlikte sezgi yoluyla elde edilen bilgilerin de gerçekliğine hükmetmişlerdir. Yani sadece dış duyular ve akıl değil sezginin de bilginin gerçekliğini temyiz eden bir vasıta olduğunu iddia etmişlerdir.
İslam düşünce sisteminde (her ne kadar, sofistlerin, idealistlerin ve rasyonalistlerin etkisi olmuş ise de) tahrifattan uzak kalmış olan kuran-ı kerim, bilginin değeri konusundaki problemleri yani eşyanın-mahlukatın kabulü meselesini, eşya ve mahlukatla ilgili gerçek bilgiye nasıl ulaşılacağı meselesini kökten çözmüştür. Evet! Kuran-ı kerimde, eşyanın varlığı meselesi yani varoluş-yaratılış gerçeğinin açıklanması yanında eşyaya ait gerçek bilgilerin (yaratılan mahlukata-eşyaya ait algılanan görünüşteki ve derinliğindeki harika-hayretengiz özelliklerin) yüce yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delil olarak bildirilmesi, reddedilemez bir aksiyom-kabul olarak bilginin değerinin ne olduğu konusunu, hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde çözmüştür.
Kuran’ı kerimde belirtilen bilginin değerinden hareketle İslam kelam alimleri; duyu organlarımızca (sezgi-ilhamda dahil) algılanan bilgilerin gerçekliğini, her ne kadar akıl temyiz etse de. Aklın hüküm verdiği bazı şeylerde yanılma olabilir. Ki bunun için de aklın verdiği hükümleri temyiz eden bir akıl üstü cevherin-vicdani muhakeme yapan kalp-gönül-vicdan denilen ayrı bir iç duyunun devreye girdiğini belirtilmişlerdir. Yani İslam düşünce sisteminde, kalbi duyular-latifeler, bilginin gerçekliğini temyiz eden en son vasıtadır. Bu nedenle gerçek bilgi alanı, oldukça geniş olup, müspet ilmi bilgiler ile gerçek dini bilgileri (kalbi duyu vasıtasıyla edinilen tahrif olmamış vahyi bilgiler ile sadık-doğru ilhami bilgileri) kapsadığı bilinmektedir.
İslam Kelam alimleri, bilginin değeri konusunda şüphesiz Grek-Yunan felsefi düşünce sistemlerinden etkilenmişler ve mesleklerini de esasen dini bilgilerin aklileştirilmesi temeli üzerine kurmuşlardır. Bunu yaparken Kuran’ının ölçülerini hep dikkate almışlar ve bir bakıma Kur’an esaslarından sapmanın da önüne geçme görevini ifa etmişlerdir
İslam kelam alimlerine göre elde edilen bilginin gerçekliği oranında insan, imkan sahibidir. Dolaysıyla insan sahip olduğu gerçek bilgilerle maddi ve manevi mesafe alabilir. Ki gerçek bilgiden esas amaç ne olmalıdır sorusuna, kelam alimleri “iman nimetine kavuşmaktır.” diye cevap vermektedirler. Yani insan olarak, varlığımızın ve yaşamamızın anlamının ne olduğunu bilmek için, yüce yaratıcının bize bildirdiği ön bilgileri dikkate alarak, gerçekleri araştırmak ve bilmek gereklidir. demişlerdir.
Kelam alimleri, insanın duyu organlarının ve aklının kısmen veya tamamen çalışamaz olması durumu hariç, gerçek bilgi edinmede hiçbir mazeretin kabul edilemeyeceğini belirtmişlerdir.
Bilgiyi tezkiye ve zihniyet teşekkülü bakımından insanlar üç gruba ayrılmaktadır.
Birinci gruptakiler, güya düşünce ve irade hürriyetinin sınırsızlığı prensibinden hareket ile sadece müşahede (gözlem ve deney-tecrübe-ölçme) ve akli muhakeme çerçevesinde, sebep sonuç ilişkisi kurarak-determinist yaklaşımla bilgiyi tezkiye (kabul veya red) ederler, ki günümüzdeki pek çok bilim ve fen adamı bu grupta yer almaktadır. Bu tarz zihniyeti haiz olanların toplumda ön almaları, içinde bulundukları toplumları, gerçek ilmi ve dini bilgilerden mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Bu iki kaynaktan mahrum kalan toplumlar, boşluğu menfi felsefe ile doldurmaya çalışırlar, ki ister istemez menfi felsefenin bataklığında boğulur, giderler.
İkinci gruptakiler, düşünce ve iradenin serbestliği dahilinde, ilahi menşeli olduğuna inandıkları bilgilerin dışında kalan bilgiyi tezkiye ederler. İlahi menşeli olduğuna inandıkları bilgileri ise tezkiye etmezler. Geçmişte ve günümüzde rastlandığı üzere yozlaşmamış islam tasavvufunun dışında çoğu tasavvuf mesleklerine mensup olanlar, bu gurupta yer alır. Bu tarz zihniyeti haiz olanların az bir kısmı hariç, çoğunun; şahsi marifet sahibi olmayı amaçladıkları görülmektedir, ki bu insanlar, bedeni ve ruhi sıkıntılara düşmek bir yana bazı sapkınlıklara sebep olarak toplumun maddi ve manevi gelişmesine mani olurlar.
-Üçüncü gruptakiler, yine düşünce ve iradenin serbestliği dahilinde aklın ve vicdanın birlikte tezkiye ettiği her türlü bilgiyi (gerçek din bilgileri, maddi ve manevi gelişmeye sebep olabilecek ilmi ve felsefi-hikmeti haiz bilgiler) gözetirler, ki seçkin faziletli insanlar olan peygamberler ile onların varisi durumundaki evliyaların, alimlerin izlerinde gidenler, bu guruba girerler. Bunlar islami ilim zihniyetini haiz insanlar olup fert, aile ve toplum bazında ve her alanda olumlu gelişme gösterirler, bu insanlar bir bakıma içinde bulundukları toplumların dinamoları mesabesindedirler
Batı bilim zihniyeti ve İslami temelli bilim
Günümüz batı dünyasının ulaştığı bilim ve teknolojik seviye; kim ne derse desin, tahrif edilmiş vahye dayalı kilise dogmalarına karşı gelişen determinist yaklaşımdan kaynaklanan batıya özgü bir ilim zihniyetinin oluşmasının sonucudur. Bu zihniyete göre bilime dar bir kapsam alanı çizilmiş, vahye de sırt çevrilmiştir. Şüphesiz müspet ilmin gelişmesine mani, tahrif olmuş vahiy-din bilgilerinden arınmanın başka da bir yolu olmadığından, böyle bir tavır ortaya konulmuştur. Batı bilim zihniyetinde laisizm temel ilke olarak ele alınmış, din ve inanç konuları bilim dışı konular olarak kendi haline bırakılmıştır. Batı bilim zihniyeti tamamen maddi kalkınmaya ve teknolojik gelişmeye endekslendiğinden ve insanın olgunlaşmasına, toplumsal barışı-huzuru sağlamaya yönelik bir hedefi haiz olmadığından insanlığı büyük felaketlere götürmüştür. (peş peşe iki dünya savaşının çıkması, ferdin ve toplumun huzurunu hiçe sayan batı bilim zihniyetinin sonucudur). Söz konusu toplumsal felaketlerin ardından batının şartlanmamış açık fikirli düşünürleri ve bilim adamları, 20 yy. sonlarında gerçek vahiy ile tanıştıktan sonra bilim zihniyetindeki noksanlığı-yanlışlığı fark etmişler ve müspet bilime verilen değer kadar, artık vahye’de değer vermeye başlamışlardır.
Günümüz batı dünyasında artık bilim ve vahiy, birbirini destekler vaziyette ele alınmaktadır. Batı bilim adamlarının çoğu, 16. yy öncesi islam temelli bilim zihniyeti istikametinde bir değişim yaşanmaktadır. İslam dünyasında 16. yy’a kadar vahiyle birlikte gerçekliği-doğruluğu-sağlamlığı kanıtlanan her olay yada her bilgi, bilimin kapsam alanı içerisinde mütaala edilmiştir. 17. yy’ da bilim alanında başlayan değişim, kilise dogmalarından kurtarma, saflaşma hareketi, 18. yüzyılda, müspet bilimin gelişmesini sağlamış, 19. yüzyılda bu gelişmenin meyveleri olarak pek çok keşif ve icadlarda bulunulmuştur. 20.yy’da ortaya çıkan Zig-zag yada zaman-zemin teorisyenleri ve teknisyenleri adlı bilim ekolü, batıda islam bilim zihniyetini yayma görevi ile birlikte bilimsel ve teknolojik gelişmelerde de ön almış bulunmaktadır.
Batı dünyasının bilim adamları, kim ne derse desin, artık islami ilim zihniyeti perspektifinden olayları değerlendirmekte ve bilimin kapsamı içerisinde vahiy hakikatlerinin de bulunması gerektiğini belirtmektedirler. Ne var ki ülkemiz dahil pek çok müslüman ülke, hala 100 yıl önce batıdan esen dar kapsamlı bilim zihniyetinin etkisindedirler, ki bu bilim zihniyeti gereği, bilimi ve vahiyi birbirine zıt görmektedirler (vahyin tahrifi söz konusu olmamasına rağmen). Ne gariptir, ki, ülkemizde 100 yıl önce batıda revaç görmüş olan ilim zihniyetiyle eğitim ve öğretime devam edilmekte ve bu zihniyetle bilim ve teknolojide mesafe alınacağını umanlar, gelişmiş batı ülkelerinin seviyesine hala ulaşılmamasına şaşırmaktadırlar. (bu zihniyete göre binlerce bilim adamı, her ilde bir üniversite ve devlet araştırma enstitüleri ile TÜBİTAK adlı merkezi bir kurum tesis edilmiş olunmasına rağmen). Bu zihniyetle istenilen seviyeye ulaşılması esasen mümkün değildir. Dolaysıyla öncelikle zihniyet değişikliği gerekmektedir. Yani tahrif edilmemiş vahye ve müspet bilime aynı değeri veren bilim zihniyetiyle gerçekleştirilecek yeni bir yapılanma ile gelişmiş ülkelerin önüne geçmek mümkündür.
*Bilindiği üzere İslam bilim zihniyetine göre bilimin amacı; yüce Allah’ın eseri, sanatı olarak evreni, maddeyi, insan dahil tüm mahlukatı mahiyet ve hakikat cihetiyle tanımak, hayatın sırlarını keşfederek, yüce Allah’a yakınlaşmaktır. Şüphesiz bu yaklaşım içerisinde iken; yüce Allah’ın “meziyet ve maharet sahibi kullarını sever” prensibine göre alimlerin, sanatkarların, mesleğinde ehil insanların yetiştirilmesi de göz önüne alınmakta, böylece bilim ve teknolojide üstünlük te hedef ittihaz edilmektedir. Nitekim Islâm temelli bilim zihniyetinin tam tamına uygulandığı 16. yy öncesi eğitim ve öğretimde (bilgiyi kaynağından dosdoğru öğrenerek yaşama döneminde) müspet bilimler yanında, ilahi emir ve yasakları öğrenme ile birlikte, örnek eğitimciler vasıtasıyla insanı olgunlaştırmaya (tembelleştirmeye değil) yönelik tasavvuf bilgisi ve hal eğitimi de verilmekteydi. Tasavvufta; aklın ve kalbin birlikte gelişmesinin, olgunlaşmasının, iki kanatlı olmak gibi önemi haiz olduğu ve iki kanadın birlikte çalışmaması halinde en üstün tahsil olan yüce Allah’a yakınlaşmanın mümkün olamayacağı belirtilmektedir, ki iki kanatlı olarak ilim tahsili, insanı olgunluğun-tekamülün-ilmi gelişmenin zirvesine çıkarır, İslam tarihinin zülcenaheyn (Hem dini ilimlerde, hem fen ilimlerinde mesafe almiş olmak) sıfatlı seçkin şahsiyetler; müçtehidler ve müceddidler, Caferi Sadık, Beyazıtı Bistami, Abdülkadir Geylani, Muhammed Nakşibendi, İmamı-ı gazali, İmam-ı Rabbani, Mevlana Celaleddin Rumi, Mevlana Halid Bağdadi, Bediüzzaman Said Nursi’lerin (Cümlesinden Allah razı olsun) ve diğer seçkin alimler İbn-i Sina, El Farabi, El Cabir, El Burini’lerin tarihçe-i hayatlarına baktığımızda söz konusu zirvelere nasıl ulaştıkları görülür… Islâm dünyasının yıldız isimlerinin çoğunlukla bu dönemde yetişmiş olması, meselenin, öğrenmenin ötesinde, zihniyetle ve ahlakla ne denli ilgili olduğu anlaşılır.
Kısacası vahy hakikatleri ve bu hakikatlere dayalı dini bilgilerin talimiyle vicdan ziyalanır, kalbi duyular güçlenerek iman inkişaf eder. Hoşgörü ve barış ortamı oluşur. Modern bilimlerle de akıl nurlanır yani zeka olağan üstü gelişir. Keşif ve icadlar vücuda gelir. Vahy hakikatleri ile modern bilimlerin uyum içerisinde birlikte tahsili ile doğru bilgiler ve doğru eylemler ortaya çıkar, bu durum gayreti artırır. İleri mesafelere atılmayı sağlar. Şayet sadece din ilimleri tahsil edilirse taassup oluşur. Değil ileri mesafeler atılmak, geriye gidiş başlar. Sadece modern-fen ilimleri tahsil edilirse insanlarda imani bir seciye ve ahlaki bir temel oluşamadığından, hile-sahtekarlık ve marazi şüphe ve ardından anarşi oluşur.
Bilginin pratiğe intikali
Daha önce belirttiğimiz üzere bilginin (doğru veya yanlış) insan zihninde oluşması için bilgi kaynakları (varlıklar-eşya ve vakalar-olaylar) ile bilgi vasıtalarının (beş yada yedi dış duyu organı ile bu organlarla bütünlük içinde çalışan iç duyu mesabesindeki beyin ve alt bölümleri) karşı karşıya gelmesi gerekmektedir. Yani dış ve iç duyu organlarımızın tahrik edilerek faaliyet göstermeleri gerekir, ki bu girift faaliyetin neticesinde maddi ve maddi olmayan şeylerin üzerinde ve derinliğinde bulunan özellikler, insan zihninde bilgi haline gelir. Elde edilen bilgi de, pek tabii ki gerçekliği (yani bilim ve mantık metotlarıyla doğrulanması ve vahye uyumluluğunun olması) ve pratiğe intikali (uygulanabilirliği) ölçüsünde değer ifade etmektedir.
Bilginin pratiğe intikali (iletişim ve etkileşim) değişik şekillerde olmaktadır. Şöyle ki;
-Konuşmak ve yazmakla
-Bedeni ve toplumsal ihtiyaçların üretimini yapmakla
-Eşyanın kalite ve kantitesini artırmakla
-Durgun eşyada hareket meydana getirmekle
-Tüketimde bulunmakla
-Eşyayı azaltmakla, çoğaltmakla ve şeklini değiştirmekle
-Ferdi ve toplumsal sağlığın korunması için gerekli tedbirleri almakla
-Fert ve aile hayatı cihetiyle müspet veya menfi, psikolojik, sosyolojik tavır ve davranışlar geliştirmekle
-Toplum hayatı üzerinde müspet (hayırlı) veya menfi (şerri) gelişmelere sebebiyet verecek şekilde etkide bulunmakla
-Mesleki ve teknik yönden maharet ortaya koymakla
-Bilimsel ve teknolojik keşif ve icadlar yapmakla
-İnsani özel duyuların (sevgi, aşk, şevkat, merhamet gibi olumlu duyuların yada nefret, kin, düşmanlık, acımasızlık gibi olumsuz duyuların) kapasitesini azaltmak veya artırmakla
-Küfür (kendi veya başkaları için zarar ve şerr-kötülük doğuran beşeri kaynaklı felsefi ve ilmi bilgileri) veya iman (kendi veya başkaları için fayda ve hayr-iyilik doğuran vahiy kaynaklı ilhami ve ilmi bilgileri) odaklı faaliyetlerde bulunmakla
Kısacası bilginin pratiğe intikal etmesiyle insanda, madden ve manen (fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyolojik bakımdan) olumlu veya olumsuz yönde gelişmeler veya değişmeler olur, ki bu gelişme ve değişme, insanın içinde bulunduğu toplumu da etkiler. Bu etkilenmede yine dört şekilde olur. Fiziksel etkilenme ile imar ve inşaa yönünden, biyolojik etkilenme ile canlı populasyonları azaltma ve çoğaltma yönünden, psikolojik etkilenme ile yakın veya uzak çevredeki insanların zihniyetleri, tavır ve davranışları yönünden, sosyolojik etkilenme ile yeni cemiyetler ve kurumlar oluşması yada eski cemiyetlerin ve kurumların tadil edilmesi-düzeltilmeleri yönünden gelişme ve değişme olmaktadır.
Faydasız (olumsuz) ve faydalı (olumlu) bilgilerin pratikteki önemi
Gerçek o ki, faydasız felsefi, ilmi ve dini bilgiler, her ne kadar değişik pratiklere intikal etse de hatta biraz önce açıkladığımız üzere fiziksel, biyolojik, psikoloji, sosyolojik yönden insanda ve toplumda bir takım gelişmelere ve değişmelere sebep olsa da; sonuçta, meydana gelen gelişme ve değişimler, insan ve toplum huzurunu ve sağlığını zedeler ve ferdi ve sosyal bunalımlar ortaya çıkar. İnsana ve toplumlara sıkıntı ve yorgunluk verir, bir yığın külfet getirir. Oysa faydalı (olumlu-hayırlı) felsefi, ilmi ve dini bilgilerin pratiğe intikal etmesiyle, insanda ve toplumda öylesine gelişmeler ve değişmeler olur, ki değil sıkıntı, yorgunluk ve külfetin olması, tersine ferd ve toplum bazında huzur, saadet, sağlık ve afiyet içinde bol nimeti haiz bir hayat sürdürülür. Bu hayat seyrinde kazanılan en büyük nimet te, ilmel yakin seviyede yani bilimsel olarak eşyanın hakikatinin anlaşılmasıdır. Yani eşyanın-varlıkların ve vakaların-olayların, birer ayet gibi algılanması ve okunmasıdır, ki bu okuma sonrasında eşyaya-varlıklara, vakalara-olaylara bakıp yaratıcı bir kudretin, neden, niçin mahlukatı ve insanı yarattığının anlaşılmasıdır. Yani amacımızın ne olduğunun, sorumlu bir varlık olarak görevlerimizin ne olduğunun anlaşılması ve söz konusu görev ve amaç istikametinde yaşama gayreti içinde olmamız gerektiğinin şuuruna varmaktır.
M.Kutlu Aytuğ