Siyasetin bizim ülkemizde, temel iki zaafı bulunuyor. Birincisi, siyaset; güç ve menfaat elde etmeye odaklanmıştır. Rahmetli Özal, siyasete “halka hizmet, Hakk’a hizmet” diyerek başlamıştı. Kendisinin, idealist birkaç insanın samimiyetine inanıyorum. Ama menfaatler öne çıkmıştı. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, her iktidar, kendi zenginlerini, kendi çevresini ihya ediyor. Baştakiler, samimi de olsalar, hüsnü zanla da hareket etseler, yolda giderken işler karışabiliyor, ihlâs bulanabiliyor…

Bizde siyasetin ikinci büyük zaafı, kitlelerin saygı duyduğu değerlerin siyasete alet edilmesidir. Din, milliyetçilik ve Atatürk, en çok istismar edilenlerdir. Bundan da dinin kendisinin ve milliyetçilik duygusunun bizzat en büyük zararı gördüğünü söyleyebiliriz, Ki aynı şekilde Atatürk gibi devlet kurucusunun da bu istismardan bizzat en büyük zararı gördüğünü (zaman içinde değersiz kılınması) söyleyebiliriz.

Evet! Kim ne derse desin Atatürk T.C devletinin kurucu lideridir. Teşkilatçılığı, dengeleri kollama mahareti, siyasî ve askerî dehası tartışılmaz bir gerçektir. O doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir, hukuki temellere oturtulan yeni Türkiye’nin mimarıdır. Ki tabii olarak, o da bizim gibi bir insan olduğundan. her insan gibi hatalar yapmış, kusurlar işlemiştir.

Kabul etmek lazım ki, o her şeyden önce yaşadığı çağının bir ferdidir. Zamanının mantalitesine, şartlarına ve imkânlarına göre kendince bir yol tutturmuş ve etrafındaki devlet adamlarını ve halkı peşine takmak üzere bu yolda mesafe almak istemiştir. Atatürk’ü değerlendirirken, yıkılan bir imparatorluğun acılarını, yöneticilerin travmalarını, dış baskıları, dayatmaları ve yorulmuş bir milletin perişanlığını düşünmek lazım. Evet, Atatürk demokrat değildi. Çünkü kendisine bu yöne etkide bulunacak bir çevresi yoktu. O gün ve o şartlarda kim olsa da serbestlikten yana yani demokrat olamazdı. Kaldı ki, bugün bile demokratım diyen siyasilerimizden kaçı gerçekte demokrattır?

Evet, tek parti dönemi, baskıcı bir rejimdi. Atatürk tek adamdı. Ama ondan sonrakiler, ister istemez dünya ile birlikte hareket etmek zorundaydı. Çünkü dış şartlar, Türkiye’yi buna zorlamaktaydı. Nitekim İsmet Paşa’nın çok partili hayata geçiş kararı çok önemli bir merhaleydi. Ancak çok partili hayata geçince ? baskıcı-despot dönem bitti mi, tabii ki bitmedi. Askerî darbeler dönemi başladı. 2000’li yıllara kadar baskıcı Askeri vesayet dönemine geçildi. Aslında Osman devletinden sadece iyi olan cihan devleti mirası değil, kötü olan İttihatçı kadrolardan intikal eden Avrupai milliyetçilik te miras kalmıştı.

Cumhuriyet döneminde  en temel problem, ittihatçı zihniyetin değişmemesiydi. Bu zihniyet, kendi bildiği ve kabul ettiği yönetim prensiplerini tepeden inme, halka empoze etmekten yana idi. Çünkü Halk doğrusunu bilemezdi. Kendi başına karar veremezdi. Her şeyin en doğrusunu bilen Asker-Sivil Cumhuriyet elitleri, bir vesayet sistemi inşa ettiler. Kendilerine bir ideoloji lazımdı. Onu da “Kemalizm” adı altında devreye soktular. Anayasal kurumların ruhuna ideoloji doldurdular. Atatürk’ü, insanüstü bir varlık olarak anlatmaya başladılar. “Kâbe Arap’ın olsun, Anıtkabir bize yeter” diyenler çıktı. Onun bir lider, tarihî bir şahsiyet olması yetmiyordu. Çünkü vesayetin sorgulanmasını önlemek için Atatürk bir kalkan gibi kullanılıyordu. Meclis’in iradesini tek merci tanıdığını ilan eden bir insanın, isminin arkasına saklanarak darbe yapılmasını, Meclis’in feshedilmesini başka nasıl izah edebilirsiniz?

“Atatürk’ün laiklik” ilkesi deyip, dine ve dindarlara baskılar uygulandı. Çağdaş, modern ve medeni olmayı, dinden uzaklaşmak olarak anladılar ve halka böyle empoze ettiler Özgürlüklerin, hukukun, demokrasinin, inançlara saygının önüne, ‘Atatürk’ yazılı duvarlar diktiler. “Atatürk sağ olsaydı şöyle yapardı, böyle yapardı” diye tehditler savurdular. Kendilerine göre, dinle hiç ilgisi olmayan bir Atatürk anlatıp, sonra da “neden sevmiyorsunuz, sevmek zorundasınız” dediler.

Demokratikleşmenin karşısına “Atatürk ilke ve inkılâpları” çıkartılmamalıdır. Kaldı ki gerçek Atatürk’ü tanımanın yolu, evrensel demokratik değerleri benimsemekten geçmektedir.

Evet! İsteyen ferd ve grup olarak, kapalı ortamda Atatürk’ü nasıl anarsa ansın, bu konuda kimse kimseye karışmamalı, ölüm yıldönümünde de, Belediye Başkanı riyasetinde mütevazi bir şekilde kabri başında anılabilmelidir. Ki bu anma ile ilgili anıtkabir müze protokolü hazırlanmalı ve buna göre ziyaretçilerin hareket etmesi sağlanmalıdır. Devlet ve hükümet erkanının Anıtkabir ziyaretine son verilmelidir. Milli bayram olarak ilan edilen 23 Nisan,19 Mayıs, 15 Temmuz, 30 Ağustos, 29 Ekim günleri tatil olmaktan çıkarılmalı, İlgili Belediyelerce belirli protokol kuralları çerçevesinde, halka açik olarak gece kutlaması şeklinde ele alınmalıdır.

Atatürk’ün Müslümanlığı hakkında hüküm vermek de ayrı bir şey. Bu konuda hüküm Allah’a aittir. Sadece şunun bilinmesi lazım. Atatürk ne bir müçtehid (Kur’ana göre hukuki içtihatlar yapacak din alimi) idi, ne de müceddid (Dini hayatı çağa göre yenileyebilecek din ve devlet adamı) idi. O sadece zekası parlak ve kıvrak devleti yöneticisi, pek çok Müslüman gibi aleni veya gizli günahlar işleyen şahsiyet olarak tarihe adını yazdırmış biridir. Bu konuda gerçek belgelere dayalı bilgi serdetmek tarihçilerin işidir.