Karadelikler ve Holografik Evren
Bilim insanı Leonard Suskind, karadeliklerin bir hologram cihazı olabileceğini ima ediyor. Karadeliğin olay ufkunda Hawking ışıması denen bir ışıma oluyor. Henüz sadece matematiksel olarak hesaplanan bu durumun evrene yansıyarak evreni üç boyutlu olarak var edebileceğine vurgu yapılıyor. Bu demektir ki evrenin bilgisi bir yerlerde var olmalıdır. Önceleri Hawking karadeliklerin bilgiyi yok ettiğini söylüyordu ama Leonard Susskind aksini iddia etti. Sonuçta Hawking de karadeliklerin bilgiyi yok etmediğini kabul etti.
Leonard Susskind’e göre evrenin üç boyutlu görüntüsü yine evrenin bir yerlerinde iki boyutlu olarak kayıtlı durmaktadır. Bilim insanları da aynı şeyi mi anlıyor bilmiyorum ama benim ilginç bir açıklamam olacak. Öncelikle Hawking ışımasını anlatarak başlamalıyım.
Fizikle ilgisi olanlar evrenimizin içinde çok kısa sürelerle bazı çift parçacıkların görünüp yok olduklarını bilirler. Bu parçacıklar çiftler halindedir. Eğer bir karadeliğin olay ufkuna yakın bir bölgede bu oluşum gerçekleşirse, bu parçacıklardan biri karadeliğe düşebilir. O zaman diğer parçacık da yok olamaz ve evrenin malı olur. İşte bu parçacığa Hawking ışıması adı verilir. Bu ikiz parçacıklar birbirleriyle ilişkilidirler. Birine yapılan etki diğerini de anında etkiler. Bu düşünceye dayanarak karadeliğe düşen parçacığın üzerindeki etkiyi içeri düşmeyen parçacığın evrenimize yansıtarak hologram oluşturduğu düşünülebilir. Yani evrenin üç boyutlu bilgisinin karadeliğin içinde kayıtlı olması gerekir. Susskind’in evrenin uzak köşelerinde kayıtlı olduğunu düşündüğü iki boyutlu hologram bilgisi bir boyutlu olarak karadeliğin içinde vardır. Yani evrenimiz karadeliğin içinde var olan bilginin üç boyutlu görüntüsüdür. Hawkin ışıması karadelik içindeki bilgiyi karadelik dışına evrene çıkararak üç boyutlu görüntüyü oluşturur. Bu işlem şöyle işliyor. Oluşan dolanık parçacıklardan madde olanı karadelik tarafından çekilerek yutulur. Karadelik diğer parçacığı karşı parçacık olduğu için iter. Anti madde parçacık kendine denk bir madde parçacık bularak yok olur. Yok olur derken kütle olarak yok olur. Yok olurken enerjisine denk ışın yayar. Böylece diğer parçacığın karadelikte edindiği bilgiyi evrene yayar. O bilgide evrenin görünümünü oluşturur. Bu düşüncelerin çok karmaşık olduğunu düşünebilirsiniz ama herşeyi bir yazılım olduğunu kabul ettiğimizde anlam kazanır. Çünkü bir program yaptığınızda içine koyacağınız kurallar sizin hayal gücünüzle sınırlı olur. Fakat programın içindekiler için sizin koyduğunuz kurallar bir bakıma doğa kanunudur.
Şekil 1 Boyutlar arttıkça A noktasından B noktasına gidilebilecek yol sayısı artar.
Eğer bu düşünce doğruysa, bir parçacığın sonsuz olasılıkla bir yerlerde var olması gerekliliği açıklanabilir. Bir parçacığın gerçekte var olduğu yer karadeliktir ve tüm hareketlerini ve varlığını orada sürdürür. Orada tek boyut olduğu için hareket edebileceği tek yön vardır. Şekil 1′de de görüldüğü gibi A noktasından B noktasına gidebileceği tek yol vardır. Fakat tek boyutlu hareketi 2 boyutlu bir holograma yükselttiğimizde A noktasından B noktasına sonsuz tane yol karşımıza çıkar. A noktasıyla B noktası arasındaki yüzeyin her noktası yol için kullanılabilecek potansiyele sahiptir. Eğer durum 3 boyutta irdelenirse 2 boyuta göre çok daha fazla yol olabileceği görülür. Biz üç boyutta bir parçacığın hareketini gözlemlediğimizde onu istediğimiz her yerde görebiliriz. Oysa parçacığın gerçek hareketi, tek boyuttadır.
Eğer bu düşünce doğruysa, bir parçacığın sonsuz olasılıkla bir yerlerde var olması gerekliliği açıklanabilir. Bir parçacığın gerçekte var olduğu yer karadeliktir ve tüm hareketlerini ve varlığını orada sürdürür. Orada tek boyut olduğu için hareket edebileceği tek yön vardır. Şekil 1′de de görüldüğü gibi A noktasından B noktasına gidebileceği tek yol vardır. Fakat tek boyutlu hareketi 2 boyutlu bir holograma yükselttiğimizde A noktasından B noktasına sonsuz tane yol karşımıza çıkar. A noktasıyla B noktası arasındaki yüzeyin her noktası yol için kullanılabilecek potansiyele sahiptir. Eğer durum 3 boyutta irdelenirse 2 boyuta göre çok daha fazla yol olabileceği görülür. Biz üç boyutta bir parçacığın hareketini gözlemlediğimizde onu istediğimiz her yerde görebiliriz. Oysa parçacığın gerçek hareketi, tek boyuttadır.
Eş parçacıkların aralarındaki mesafeye bakmaksızın eş hareket ettikleri bilinen bir gerçektir. Bu harekette gerçekte tek boyutta olduğu için bu parçacıklar birbirlerinden hiç ayrılmamıştır. Hiç ayrılmadıkları halde biz onları ayrıymış gibi görürüz. Onun için birbirleriyle anında haberleşmeleri bizi şaşırtır.
Ben, “Through the wormhole” belgeselini izlemeden önce de evrenimizin bir karadelik olduğunu düşünüyordum. Fakat karadelikten üç boyutlu bir uzayın oluşumunun nasıl olabileceğini anlamamıştım. Bu belgesel bu konuya da açıklık getirmektedir.
Bu durum, bizim evrenimizin hologramla oluşturulmasının fiziksel karşılığı olmalıdır. Yani karadelikler bir alt evren oluşturdukları gibi, aynı zamanda hologram makineleridirler. Tek boyutlu kuantum dünyasının üç boyutlu görüntüsünü oluştururlar. Elbette bu durum bizim bildiğimiz hologram teknolojisinin epey daha ötesinde bir durumdur. Henüz tam olarak çalışma prensibini anlayamamamıza rağmen bilimin matematiksel olarak böyle bir sonuca ulaşması bizi yönlendirenlerin insanlığı bilgilendirme çalışması sonucudur.
Eğer belgeselde anlatılan durum gerçekse o zaman karadeliğin içi kuantum evreni olmalıdır. Çünkü içeri düşen parçacık kuantum evrenini yansıtmalıdır. Bu durumda karadelikler kuantum evrenine açılan kapılardır. Bunun böyle olduğunu hep düşündüm ama bu güne kadar bilimsel bir veri bulamamıştım. O zaman karadelikleri biraz daha açmak gerek.
Karadelikler madde yapısını çökerterek boyutsuz yapısına döndürürler. Madde boyutsuz hale döndüğünde tek bir noktaya sığabilir. Onun için tüm evrendeki madde tek bir noktaya sığabilir. Nitekim Büyük Patlamada da tek noktadan tüm madde oluşmuştur.
Karadelikler aynı zamanda yuttukları maddelerle alt evren oluştururlar. Bu yapıyı M kuramını anlatırken anlatmıştım. Böylece karadeliklerin evrenimiz için ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlamış olduk. Eğer çift parçacıklardan birini yutarsa hologram makinesi oluyor. Yok, madde yutarsa alt evren oluşturuyor. Alt evren oluşturması için yuttuğu maddeyi kuantum evreninden geçirip başka bir uzayda tekrar kuasar olarak fışkırtıyor. Yeni oluşan evrende de karadelikler oluşmadan üç boyutlu uzay oluşmaz. Yani insan gibi canlıların olabilmesi için karadeliklerin oluşması şart gibi gözüküyor.
Bu durumda bilimin ulaştığı bilgilerin ne kadar hayal ötesi olduğunun bilmem farkında mısınız? Bu yapıyı pek çok insan hiç anlayamıyor. Öyle uçuk gözüküyor ki insanın hayalini aşıyor. Fakat bu durumun bir bilgisayar içinde olduğunu düşündüğümüzde, çok kolay yapılabileceğini anlayabiliriz. Bu gün bizde fizik kurallarının ve matematiğin farklı olduğu bir bilgisayar simülasyonu hazırlayabiliriz. Henüz tam olarak o teknolojiye ulaşamadıysak da elli yıl sonra yapabilecek düzeye geleceğimiz kesin. İşte bu durum bizimde bir bilgisayar içinde olduğumuzu çağrıştırıyor.Onun içinde belgeselde torunlarımızın tanrı olabileceği söylenmektedirler.
Kıyamete yaklaştıkça bu tür bilgiler bizler daha çok ulaşacak ve kim olduğumuzu, nereye gittiğimizi anlayacağız. İşte hep söylenen “kıyamette açık bilgiler olacak” sözü o zaman gerçek olacak. Görüldüğü gibi insanlığın bilgilendirilmesi pek çok kişi tarafından sistematik olarak olmaktadır. Yani dinlerin oluşumu gibi tek kişi seçilmemiştir. Fakat dinlerin oluşumundan farklı olarak görevli olan kişiler (örneğin bilim insanları) görevli olduklarını bilmiyorlar. Sadece yapmaları gerekenleri yapıp gerçek bilgiye ulaşmaya çalışıyorlar. “Arşı taşıyanlar” dünyayı hazırlamaya devam ediyor. Her ne kadar dinlerin tanrı dediği bu mekanizmayı dindarların kabul etmesi zor olsa da yavaş yavaş ulaşacak olduğumuz kesin bilgiler bizleri ikna edecek. Zaten dinlerde insanlığı kıyamete kadar getirmek için oluşturulmuştur. Onlar görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Kıyamette onlara ihtiyaç yoktur. Çünkü yarı bilinçli dönemimiz bitip tüm gerçeğe vakıf olacağız. Böylece yönlendirilen değil yönlendiren olacağız.
Evren Bir Hologramdır
David Bohm, evrenin de holografik bir biçimde davrandığını ileri sürmektedir. Ona göre, görünen ve yaşayan düzenin ardında, zaman ve uzaydan bağımsız olan bir Evren vardır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, bu holografik düzende bir arada bulunmaktadır.
İnsanında ötesinde, “evren de holografik biçimde organize olmuştur” dediğimizde, buradan çok önemli dört sonuç çıkmaktadır:
1. Her canlı ya da farklılaştırılmış her cisim, aynı bütünün parçalarıdır. Varolan her şey ve tüm evren, aynı bütünün parçalarıdır ve birbirinin kardeşidir. Her biri evrenin bilgilerinin tümünü içinde taşır. Ama tam ve mükemmel bir görüntü için hepsi birbirine muhtaçtır.
2. Bütün bilgiler her an ve her yerdedir.Evrende varolan her türlü bilgi (mikro ve makro boyutta) her an ve her yerdedir. Hologram plâkasında yapılan işlem, gözle görülen özelliklerin değil, o görüntüyü oluşturan frekansların kaydıdır. Holografik düzende zaman ve mekân bulunmaz. İşte bu nedenle bilgiler hem “her yerde”, hem de “her zamanda” mevcutturlar.
Atomaltı düzeyde, herhangi bir parçacığı, evrenin tamamından koparmak adetâ imkânsızdır. Parçacıklar bize birbirlerinden ayrı düşmüş gibi gözükseler bile, lokal olmayan bağıntılar tarafından birleştirilmişlerdir. Herhangi bir parçacığın davranışı, sistemin bütünü tarafından belirlenir. Kısaca “bütün bilgiler her an ve her yerdedir” diyebiliriz. Yeter ki onu görecek “göz”, “nasip” ya da “görev için gerekli liyakat” mevcut olsun. Nitekim Kur’an, “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” demenin yansıttığı hologramik bir anlayışı o zamanki insanlara böyle veciz bir ifadeyle sunmuştur. Şah damarında, yani “can alıcı noktanda” ben varım demek, “sen benim bütünümün içindesin, senle ben biriz, sen benim parçamsın” anlamına gelir. Ama bu ifade “sen de Tanrı”sın anlamında değildir o. “Sen Tanrı’dansın” anlamında kullanılan bir ifadedir.
3. Var edilmiş her birim tüm evrenin bilgisine sahiptir.Her insan, hatta her atom ya da her zerre, kendi başına bütün evren bilgisine sahiptir. Ancak bu bilgi kodlarının, o cismin içinde bulunduğu görev alanının gerektirdiği kadarı açıktır.
4. Evren, ancak tek tek algılanmalar sonucunda canlanır.Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler, ancak o çok katlı ana planın dalga boylarıyla bir rezonansa ve bir paralelliğe girdiğimiz oranda, o frekansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mal edebiliyoruz. Böylelikle de, evrenin bazı “sırları”nı çözebilmekteyiz.
Aslında evrenin kendisi de, akışkan, dev bir hologramdan başka bir şey değildi ve bunun farkına varması, onun tüm dağınık sezgilerini, geniş kapsamlı ve uyumlu bir bütün halinde derlemesine olanak verdi.
DNA ve hücrelerin karşılıklı etkileşimleri ile hafıza konularındaki çalışmalarıyla iki Nobel ödülü almış bilim insanı olan, Fransa’daki Clamart Labaratuvarları Digital Biyoloji Direktörü, Prof. Dr. Jacques Benveniste, 1991 yılına suyun hafızası olduğunu keşfetmiştir. O, yaptığı genetik araştırmalarda, DNA hücrelerinin belli bir frekansta foton ışıdığını ve bu farklı DNA hücrelerinin, farklı frekansta titreşirken, iki farklı titreşimdeki hücre yan yana geldiğinde yeni bir ortak frekans oluşturup birlikte bu frekansta titreşmeye başladıklarını ve elektro manyetik dalgalar ile bir çağlayan yaratıp ışık hızında yolculuk ettiklerini keşfetmişti. Ancak bundan da daha önemli buluşu, suyun hafızası olduğunu keşfetmiş olmasıdır.
1980’lerde başlattığı çalışmalarında, suya zehirli bir madde yüklemiş ve bunu 1 milyon kez sulandırdıktan sonra, özel bir âlet ile aşırı hızda sallayarak yaptığı deneyde maddenin hiç yok olmadığını gözlemlenmişti. Ne kadar çok sulandırılırsa sulandırılsın, hattâ bu çözelti, 10 milyon defa sulandırılsa bile, suyun içine koyulan maddenin hâlâ var olduğunu tespit etmişti. Hattâ daha da ileri giderek, suya, zehirin kendisini değil de, sadece frekansını yüklediğinde, aynen zehirin kendisi koyulmuşçasına suyun sinek larvalarını öldürdüğünü gözlemlenmişti.
Bohm, Holografik Evren ve Zaman “Geçmiş, saklı bir tür düzen halinde, şimdinin içinde, aktif durumdadır.” Demektedir.
Zaman, asla bizlerin düşündüğü gibi bir şey değil, insanın evreni algıladığı beş duyusunun eseri olan bir kavram olarak, zihinlerimizde vardır. Kuantum kuramı çerçevesinde, “zaman” ölçülebilir bir büyüklük değildir. Mutlak zaman diye bir şey yoktur. Zaman her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Öte yandan zaman, tamamen hayal ürünü de değildir.
Bir Hologram Olarak Geçmiş: Holografik bir şekilde organize olmuş evrende, Uzay–Zaman koordinatlarının ötesine geçilmiş olur. Böyle bir planda, geçmiş–şimdi–gelecek, aynı yerde ve zamanda var olurlar.
Hologram tekniğini anlamaya çalışmak, “evren” ismiyle tanımlanmaya çalışılan sınırsız ve sonsuz tek varlığın, yani “bütün’e” ait tüm bilginin, hologramik bir biçimde, nasıl her zerrede mevcut olduğunu anlamamızı kolaylaştırmıştır. Buna göre, bizim gözlemlediğimiz evrenimizde olmuş veya olacak diye bildiğimiz her olay, her oluşum, evrenin holografik yapısında bilgi olarak yüklüdür. Ve yine, evren içi olan her bir varlık, kendi algılama kapasitesi ölçüsünde, bu holografik olarak düzenlenmiş bilgiyi değerlendirir. Çünkü evrensel tümel bilginin bir sınırı ve dolayısıyla da bir merkezi olmaması itibariyle, algılamanın gerçekleştiği her noktada, algılayıcıya, bütüne ait tüm bilgi hazır ve açıktır. Ancak, algılayıcı, bu bilgiyi, kendi algılama kapasitesince, değerlendirebilir. Yani, algılanan bilgi, tamamen algılayıcının algılama kapasitesinin bir eseridir. Zaten, algılayıcının kendisi de, oradaki bilginin özden açığa çıkışından başka bir şey değildir.
Eğer şuurun kökleri, Bohm’un öne sürdüğü gibi, saklı düzenin içindeyse, bu, insan zihninin ve geçmişin holografik kayıtlarının da, aynı alan içinde ve bir arada var olduğu, diğer bir deyişle, bunların hâlihazırda, birbirlerine komşu durumda oldukları anlamına gelmektedir. Böylece, geçmişe geçebilmek için yapılması gereken tek şey kişinin dikkat odağını kaydırması olabilir.
Geçmişin saklı düzende nasıl depolandığını bir hologramda görebiliriz. Holografik algılayış, aynı şeyin kendi geçmişimizi de kapsadığının bir ifadesidir. Geçmiş, unutuluş içinde eriyip gitmemekte ve kozmik hologramda kayıtlı olarak durmaktadır ve bizim oraya her zaman için yeniden girebilmemiz olasıdır. Başka bir deyişle, geçmişe ait kayıtlar, herhangi bir yerde kayıtlı olmayıp, tıpkı bir hologramın içerdiği bilgiler gibi mekânsızlık özelliği taşımaktadır ve uzay–zaman çatısının herhangi bir yerinde tekrar ortaya çıkabilir. Bazı duru görürlerin, geçmişe uyum yapabilmek için, psikometriye bile gereksinim duymamaları, bu fenomenin üzerinde kurulu olduğu mekânsızlık özelliğinin altını bir kez daha çizmektedir.
Kentucky’li ünlü duru görü medyumu Edgar Cayce, yalnızca istirahat halindeyken, uyku benzeri bir duruma geçerek, geçmişle ilişki kurabiliyordu. İnsan ırkının tarihi üzerine ciltlerce notlar yazdırdı. Verdiği bilgiler, genellikle şaşılacak derecede gerçeğe uygundu. Örneğin, “Ölü Deniz Yazıtlarının”, yukarı Kumran bölgesinde ki mağaraların içinde olduğuna dair vermiş olduğu bilgilerin doğruluğunun kanıtlanmasından on bir yıl önce, Kumran’daki Esseni toplumunun yerini duru görü yeteneği vasıtasıyla belirleyerek bu topluluğun tarih sahnesine çıkmasında önemli katkılarda bulunmuştu.
Bir Hologram Olarak Gelecek: Araştırmalar geleceği önceden görme vizyonlarının, trajik olaylar konusunda daha sık ortaya çıkmakta olduğunu göstermektedir. Mutlu olayların önceden sezilme oranı, üzücü olayların sezilme oranının dörtte biri kadardır.
Kötü olaylar arasında, ölüm olayının önceden içe doğması en yüksek bir orana sahiptir. Bunun arkasından kazalar ikinci, hastalıklar üçüncü gelir. Bunun nedeni açıktır. Geleceği algılayabilmenin olanaksız olduğuna kendimizi o denli inandırmışızdır ki, geleceği sezebilme konusundaki doğal yeteneğimiz körleşmiş bulunmaktadır.
Yaşamı tehlikeye sokan acil durumlarda bireylerin sergiledikleri insanüstü güçler, bir yakınımızın öleceği, çocuklarımız ya da sevdiğimiz başka bir kimsenin tehlikede olduğu gibi hep kriz zamanlarında ortaya çıkmaktadır.
Doğuştan sahip olduğumuz, geleceği görme yetilerimizi, şuur dışının gerilerine sürgün etmiş olduğumuza dair diğer kanıtları ise, geleceği sezme olaylarıyla rüyalarımız arasındaki yakın ilişkileri inceleyerek bulabiliriz.
İnancın Holosıçramaları (Zaman Boyutunda): Eğer gelecek, her ayrıntısı belirlenmiş bir hologram ise, o zaman bizim özgür irademiz söz konusu olamaz değil mi? Hal böyleyse, hepimiz kaderin elinde, daha önce yazılmış bir senaryo boyunca, şuursuzca eylemde bulunup duran kuklalar olmaz mıyız?
Holografik algılayış, dogmatik inancın yadsınamaz yumuşak karnı olan kadercilik yaklaşımına da, alternatifler sunmaktadır. Neyse ki, bu yaklaşım, kaderciliğin, kaderimiz olmadığına işaret eden kuvvetli kanıtlar içerir. Burada, felaketlerden kaçınabilmek için geleceği sezme yeteneklerini kullanabilen birçok kişiyi örnekleyen belgeler vardır. Kimi bireyler, bir uçağın düşeceğini önceden sezmişler ve bu uçağa binmeyerek ölümden kurtulmuşlardır. Kimi bireyler ise, önsezileriyle, çocuklarının bir sel baskınında boğulacaklarını hissedince, onları tehlike bölgesinden zamanında uzaklaştırabilmişlerdir.
On dokuz kişinin, Titanic’in batacağını önceden sezmiş olduğu, belgelenmiş durumdadır. Bu on dokuz kişinin bir bölümü, olay içlerine doğunca duygularını ciddiye alarak yaşamlarını kurtarabilmişler, diğer bir bölümü, sezgilerinin üzerinde durmadıkları için boğulmuşlar, başka bir bölümü ise, her iki kategoriye de girmeyenlerdir.
Bu gibi olaylar, geleceğin hazırlanmış bir kalıp olmayıp esnek ve değişken olabileceğini kuvvetle düşündürmektedir. Ancak bu görüş de, bir sorunu beraberinde getirmektedir. Eğer gelecek sürekli bir değişim durumundaysa, Croiset isimli bir medyum, belirli bir sandalyeye kimin oturacağını on yedi gün önceden görebildiği zaman nasıl bir gerçekliğe değinmektedir? Gelecek hem var olup, hem de var olmayabilir mi?
Bu nokaya kadar verilmiş bilgilerden de anlaşılacağı üzere, hologram kavramını, zihnimizde doğru bir perspektife oturtabilmek için, bu kavramın destekleyici alt başlıkları olabilecek kozmos, mikrokozmos ve makrokozmos gibi kavramlara da, yeterince değinmek gereklidir.
Kozmos
Etimolojik bakımdan “kozmos” sözcüğü Yunanca’dan alınmadır. “Düzen” ya da “Güzellik” anlamına gelir. Daha açık bir ifadeyle, Kozmos deyince, nesnel evrenden bahsediyoruz denmektir. Kozmos, aslında kendini oluşturan öğelerin en küçüğünden en büyüğüne kadar, bölünemez bir bütündür. Bununla birlikte, daha kolay anlaşılabilmesi için, “makrokozmos” ve “mikrokozmos” olarak iki farklı yönde incelenir. Mikrokozmosun ilgi alanı en küçükten, makrokozmosun ilgi alanı ise en büyüğe doğru gider.
Mikrokozmos(İnsan)
Etimolojik geçmişi Yunanca’ya dayanan bu terim, sözlük anlamı bakımından “küçük evren” demektir. Kelimenin kavramsal tabanı, “Bireyinin bütünselliği” üzerine inşa edilmiştir.
Mikrokozmos, belli bir boyuttan daha küçük olan öğeleri ve bunların kendi aralarındaki etkileşimleri ile kendi alanları dışında kalan öğeleri de etkileyerek tüm olayları, olguları içerir.
Kimine göre mikrokozmosun alt sınırı “atom altı”dır. Kimine göre ise sınır, daha ileridedir ve insanın duyu organlarıyla, ya da icat etmiş olduğu aygıtlarla ayrıntılarını somut bir şekilde belirleyemediği öğelere kadar uzanır. Bu çelişkili görüşlerden de anlaşıldığı üzere, mikrokozmosun başlangıcını belirleyen sınırın tanımlanmasında bir uyuşmazlık söz konusudur. Mikrokozmosun şekilsel sembolü olarak “Pentagram”, sayısal sembolü olarak da “Beş” rakamı kullanılmaktadır. (“Beş”, insanın sayısıdır. İnsan kollarını ve bacaklarını açtığı zaman, başı ile birlikte beş köşeli bir yıldıza benzemektedir. Gerek elinde, gerekse de ayaklarında beşer parmağı vardır. Ayrıca insanda görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma olmak üzere beş duyusu vardır.) Bunun yanısıra, makrokozmosun sayısal sembolü de “On” olarak betimlenmekte olduğuna işaret etmeliyiz. İnsanın “Beş” sayısıyla remzedilmesi bu sembolizmaya da uygun düşmektedir. Mikrokozmosun altında da daha ufak kozmoslar da vardır ve insan bu küçük kozmoslar ve evren arasında bir köprü teşkil etmekte ve bir bakıma orta yeri tutmaktadır.
Makrokozmos (Evren)
Etimolojik olarak Grekçe kökene sahip bu kelime, makros ve kosmos köklerinden oluşur ve “büyük evren” demektir. Makrokozmos, belli bir boyuttan sonsuz büyüğe doğru uzanarak, evrenin tüm öğelerini içerir. Ancak bilim adamları, makrokozmosun alt sınırını tanımlayan o “belli boyut” un ne olduğu üzerinde tam bir uzlaşıya varamamışlardır.
Bizler yaşadığımız boyuttaki zamanı, geçmiş/şimdi/gelecek diye üç kısma ayırır ve evreni de bu bakış açısına göre değerlendiririz. Hâlbuki gökyüzüne baktığımız zaman, ışığın (ona bakan gözlemcinin hızından bağımsız olarak) sabit bir hızla ilerlediğini söyleyen Rölativite teorisi uyarınca, yıldızların ve galaksilerin şu andaki hallerini değil, uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak geçmiş zamandaki durumlarını görürüz. Yani biz güneşin 8 dakika, güneş sistemimize en yakın yıldız olan Alfa Centauri’nin 4.3 milyon yıl öncesini, Andromeda galaksisinin 2.3 milyon yıl öncesini görmekteyiz. Aynı olaya farklı bir açıdan yani, şu anda dünyadan 10 ışık yılı uzaklıktaki bir noktadan gezegenimize geri baktığımızı düşünürsek; körfez savaşını 65 ışık yılı uzaklıktan, Japonya’ya atılan atom bombasını 212 ışık yılı uzaklıktan, 2000 ışık yılı uzaklıktan da Roma imparatorluğu dönemini gözlemleyebilirdik.
Mutlak uzay-zaman, dolayısıyla maddesel algılamaya dayalı anlayışımıza en büyük darbeyi indiren bu görüş bizi, geçmişte yaşadığımıza, zamanın göresel olduğu, evrenimizin maddesel bir yapıya sahip olmayıp, aslında bir enerji yumağı halinde dalgasal yapıda olduğu ve Lavaziyer’in “yoktan bir şey var olmaz, var olan bir şey de yok olmaz” prensibinin dalgasal formdaki ifadesine götürür. Bundan binlerce yıl önce, Pisagor ve takipçileri de fiziksel dünyada oluşan her eylem ve düşüncenin gökyüzüne kaydedilmekte olduğunu söyleyerek, buna “Doğanın Belleği” ya da “Akaşa” adını vermişlerdi.
Bütüncül (Holistik) Düşünce ve Evren Algılayışı
Bir sır var, çözdüklerimizden başka Bir ışık var bu ışıklardan başka Hiç bir yaptığından yetinme, geç öteye, Bir şey daha var bütün eserlerinden başka. Ömer Hayam Holistik Düşünce; evrendeki her şeyin aynı bütünün parçaları olduklarını, birbirlerinden haberdar olarak tek bir sistem şeklinde hareket ettiklerini ve birbirleriyle ilişki, iletişim ve etkileşim içinde bulunduklarını ortaya koyan bir düşünce tarzıdır.
Düşüncenin ilk evresi “lineer-çizgisel” düşüncedir. Bu evrede, sorunu çevreleyen tüm koşulları ve etmenleri etraflıca araştırmadan, çözüme etkili olabilecek tüm bilgileri hesaba katmadan sonuç çıkarmaya çalışan ve her sonucun tek nedene bağlandığı bir düşünce yapısı hâkimdir. Biz buna “evet-hayır” veya “siyah-beyaz” evresi de diyoruz. Oysa doğada ve onun simülasyonu olan toplumda karşılaştığımız tüm olgular lineer değildir. Her şey bu basitlikte izah edilemez. Düşüncenin ikinci evresi; her şeyi parça parça ele alan, dünyayı parçaların birleşmesinin bütünü olarak ele alan “kartezyen” düşünce evresidir. Buradaki düşünce sistemi; çözümlemeleri indirgeyerek yapan, doğrularını bir yüzeye yerleştiren, yüzey geometrisi, yani kartezyen geometri bu evrenin geometrisidir. Felsefede Descartes, fizikte Newton bu düşünce sistemiyle ürün vermiş bilim adamlarıdır. Bu düşünce sisteminin teknolojisi ile uçaklar, otomobiller ve parçaların birleştirilmesiyle üretilen diğer tüm mekanik sistemler, oluşturulmuştur. Bu yüzden bu evreye “mekanik düşünce” evresi de denilebilir. Bu düşünce evresinin temel değerleri rekabet, niceliklere önem verme ve çizgisel hiyerarşidir.
Düşüncenin üçüncü ve bugün yaygınlaşmaya başlayan evresi ise “holistik – bütüncül” düşünce evresidir. Bu evrede parçalar yoktur, bütün vardır… Çizgi yoktur, “ağ” vardır. Ve her şey birbirine bağlıdır. Bu düşünce sisteminde; hiçbir sonucun tek sebebi yoktur. Bu evrenin geometrisi uzaysaldır. Temel değerleri ise (Kartezyen Düşünceye kıyasla) rekabet yerine işbirliği, nicelik yerine nitelik, hiyerarşik egemenlik yerine ağsal ortaklıktır.
Günümüz holistik düşünce tarzının dikte ettirdiği “Holistik Felsefe” ise, tüm evrenin bir bütün sistem olduğunun ve bu büyük bütünün içindeki yapıların, düzenler ve fonksiyonları ile tamamen o büyük bütüne benzediğinin, daha küçük bütünlerin bulunduğu varsayımına dayandığının altını çizen bir yaklaşımı içermektedir.Filozoflar, bu düşünceyi ifade etmek için mikrokozmos–makrokozmos kavramlarını kullanırlar. Tüm evren bir mikrokozmosun, yâni bir insanın içindedir. Buna karşılık, göklerdeki yıldızlarla dolu düzen, bir “Büyük İnsan” ya da bir “Kozmik İnsan”dır. Bu tür bir ilişkiye, bir atomun güneş sistemiyle karşılaştırılması örnek verilebilir. Atom, makrokozmik güneş sisteminin, mikrokozmosudur.
Holistik (Bütünsel) Evren tasarımı, bizim, şu gerçekleri, modelleme yoluyla daha kolay algılayabilmemizi sağlar:
•Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız.
• Var edilmiş her birim, bütün evren bilgisine sahiptir.
• Bütün bilgiler her an ve her yerdedir.
Kuantum fiziği alanında elde edilen son bulgulara göre; evreni, şu an ki alışagelmiş bakış açımıza göre değerlendirişimiz, tamamen bir yanılgıdan ibarettir. Yaşamı, onun özünde işleyen sistemden habersizce değerlendiriyoruz. Çünkü evreni, birbirinden ayrı “parçaların” oluşturduğu bir yapı şeklinde gözlemliyoruz ve her şey hakkında da, bu gözlemimize göre yargıya varıyoruz. Bu ise, salt bu bakış açımız nedeniyle, düşüncemizin bloke olması ve yaşamın gerçek yüzünü fark edemeyişimiz anlamına gelmektedir. Orijinal evren, gözümüzün yanıldığı gibi birbirinden ayrı “parçalardan” oluşmuş bir kütle değildir. Eğer evreni kuantum düzeyinde gözlemleyebilecek aracımız olsa veya onu atomaltı düzey özellikleriyle algılayabilsek, canlı ve cansız ayrımının olmadığı boşluksuz ve sınırsız bir yaşam okyanusuyla karşılaşırız. Bu yaşam bir bütündür ve her şeyi kapsar. Bizim duyularımızla algıladığımız veya algılayamadığımız her şey, bu “Sınırsız Bütün’den” meydana gelmiştir.
Evrensel Bütünü, ayrı ayrı parçalara bölmek ve bu parçalara “Bütün’den” ayrıymış gibi isimler takmak ihtiyacı, tamamiyle görme araçlarımızın algı kapasitesinden kaynaklanmaktadır. Gerçek olarak gözlemlediğimizi zannettiğimiz bu nesneler dünyası, gözlemcinin, yani bizlerin algı biçiminin bir ürünüdür ve görsel’dir. Çünkü algı araçlarımızın kapasitesi değiştikçe, algıladığımız nesnelerin biçimleri ve özellikleri de değişmektedir. Oysa kuantum düzeyinden bakıldığında, evrende hiçbir şey asla bir diğer şeyden ayrı veya kopuk değildir. Kuantum düzeyinde evrendeki her şey, bir kumaşın dokuları gibi birbiriyle ilintilidir.
Kozmosta her şey, gizli iradenin kesintisiz holografik yapısı olduğundan; parçalardan söz etmek anlamsızdır. Bu, suyun aktığı muslukları, suyun kaynağından bağlantısız parçalarmış gibi düşünmeye benzer. Bu yüzden elektron, ilk temel madde değil; holohareketin bir görünüşüdür. Evrendeki her şey, bir halının motifleri gibi tüme bağlıdır. Einstein, uzay ve mekânın, birbirine bağlı olduğunu söylediği zaman, dünya hayret etmişti. Bohm bu görüşü bir basamak daha ilerletti ve, “evrende her şey, birbirinin devamı olarak süreklilik arz etmektedir” dedi. Bunu göz önüne alınca, her şey, aynı şeydir; “Som, Bölünmez, Tek” Bilincin, yaşamın ve gerçekte her şeyin, evrenin dokusunu oluşturuyor olması, şaşırtıcı gibi görünse de, aslında doğaldır. Hologramın bir parçasının, tümün özelliklerini içermesi gibi, eğer ulaşmasını bilirsek, başparmağımızın ucunda Andromeda galaksisini bulabiliriz. Aynı zamanda Kleopatra’nın Sezar’la ilk karşılaşmasına da tanık olabiliriz. Çünkü ilke olarak tüm geçmiş ve tüm geleceğin imajları, uzay ve zamanın en ufak bölümüne varıncaya dek, her yere yayılmış durumdadır. Bedenimizin her bir hücresi tüm kozmosu barındırır.
Her yaprak, her yağmur damlası ve her bir toz tanesi de öyle, tıpkı William Blake’in ünlü şiirinde olduğu gibi ve ona yeni anlamlar ekleyerek:
‘Çinliler sürekli değişime inanırlar, ama her şeyin daha önceki bir duruma doğru hareket ettiğini düşünürler. Dikkatlerini çok geniş bir olaylar yelpazesine yöneltirler, şeyler arasındaki ilişkileri araştırırlar ve bütünü anlamadan parçanın anlaşılamayacağını düşünürler.
Batılılar ise daha basit, daha determinist bir dünyada yaşarlar ve daha büyük resme bakmak yerine dikkat çekici nesnelere veya insanlara odaklanırlar. Bu şekilde, nesnelerin davranışına hükmeden kuralları öğrendiklerinde, olayları denetleyebileceklerini düşünürler.”
Buradaki yaklaşımın altında yatan ilke olan bütüncüllük, her olayın diğer tüm olaylarla bağlantılı olduğuna işaret eder. Çinliler de dünyayı, bu doğrultuda, ayrı ayrı nesnelerin toplamı olarak değil, bir maddeler kütlesi olarak algılıyorlardı. Bütünselliğe ilişkin diğer çarpıcı bir örnek gelişim psikologları Anne Fernald ve Hiromi’den: Onlar altı, on iki ya da on dokuz aylık bebekleri olan Japon ve Amerikalıların evlerine gittiler. Annelerden, oyun alanından oyuncakları kaldırmalarını istediler, sonra da yanlarında getirdikleri oyuncakları ortaya koydular-içi doldurulmuş bir köpek ve domuz, bir araba ve bir kamyon. Annelerden, bebekleriyle birlikte her zamanki gibi bu oyuncaklarla oynamalarını istediler. Annelerin en küçük bebeklerine karşı davranışlarında bile çok büyük farklar gözlemlediler.
Amerikalı anneler nesne etiketlerini (“domuzcuk”, “köpekçik”) Japon annelerden iki kat fazla kullanıyordu; Japon anneler ise nezaket kurallarını öğreten toplumsal rutinlere (örneğin, empati ve selamlama) iki kat fazla başvuruyordu.
Amerikalı bir annenin bebeğiyle konuşması şöyle olabiliyordu: “Bu bir araba. Arabayı gördün mü? Sevdin mi? Ne güzel tekerlekleri var.” Japon bir anne ise şöyle söylüyordu: “İşte! Bu bir düt düt. Onu sana veriyorum. Şimdi de sen bana ver. Evet! Teşekkür ederim.” Amerikalı çocuklar, dünyanın genelde nesnelerle dolu bir yer olduğunu öğrenirken, Japon çocuklar, dünyanın genelde ilişkilerle ilgili olduğunu öğreniyorlar.
Bugünkü holistik evren anlayışının temelinde, hem kadîm Doğu Bilgeliği, hem de Batının analizci yaklaşımı vardır. Bilindiği gibi gerçeklik, hem dalgaları (ilişkileri) hem de parçacıkları (bireyselliği) kapsar. Düşünmeye bu noktadan başladığımız bir yolun sonunda, şu sorunun sorulması kaçınılmaz hâle gelir; “Gerçeklik dediğimiz şey, ilişkilerden ve bireylerden oluşmaz mı?” Hint’li Mistik düşünür Osho’nun, evrene ilişkin yaklaşımını bu bağlamda aktarabiliriz:
“Evren canlı bir varlık, organik bir bütündür. Onun içinde var olan hiçbir şey diğerlerinden soyutlanmamıştır, her şey birbirine bağlıdır. En uzaktaki şeyler bile en yakındakilerle bağlantılıdır, hiçbir şey birbirinden ayrı değildir. Bu yüzden kimse kendisinin her şeyden ayrı duran, uzak, soyut bir ada olduğu yanılgısına düşmesin. Her şey bütüne bağlıdır ve sürekli diğerlerini etkilemekte ve onlardan etkilenmektedir. Evren bir aileye benzer, tek bir organik beden gibidir. Soluk aldığımızda tüm beden bundan etkilenir, aynı şekilde güneş soluk aldığı zaman da, dünya etkilenir. Dünya uzak mesafelerdeki başka güneşlerin hareketlerinden bile etkilenmektedir. Çünkü en küçük hücre bile, o dev güneşlerle birlik içinde titreşir.”
Holistik Farkındalık
Evren varolduğundan beri, onu oluşturan bütün öğeler birbirleri ile karşılıklı bir ilişki, iletişim ve etkileşim içinde bulunmaktadır. Günümüz insanlığının gelişmişlik düzeyi, giderek daha fazla bireyin bunun bilincinde olmasına yol açması, “Holistik Farkındalık” düzeyini de arttırmaktadır.
Holistik Farkındalık Oluşumu, “tek bir insanlık ailesi” hedefini taşımakta, evrensel ilkelerle yolunu ortaya koymakta, yerel özellikler ile de kendi gücünü ve farkındalığını öne çıkarmaktadır.
Dünya bir “bilinç sıçraması”nın içinde bulunuyor. “Holistik Farkındalık” adını verdiğimiz ve evrenin bütün birimlerinin birbirlerine bağlı, ilişki, iletişim ve etkileşim içinde bulunduklarının farkında olan ve yüksek bir bilinç düzeyine ulaşmış kişilerin varlığı ve bunların sayılarının hızla artması bu gerçeği ortaya koyuyor. Ama bu insanlar neyin-nasıl olduğunu, neleri-nerelere yerleştirmeleri gerektiğini ve neye göre-ne şekilde yaşamak durumunda bulunduklarını tam olarak bilemiyorlar.
Holistik farkındalık düzeyinde olan kişiler hem holografik evren gerçeğinin, hem de ezoterik yasaların bilimsel bir şekilde ve net olarak ortaya koydukları “evren bir bütündür, herşey bu bütünün parçalarıdır. Bu nedenle bir parçanın zarar görmesi, bütünün zarar görmesi demektir” ilkesinin de bilincinde olduklarından, tüm parçalara (bireylere) aynı uzaklıkta ve tarafsız olarak davranırlar. Ayrıca onları, tıpkı kendileri gibi aynı bütünün parçaları olarak görürler.
Bu algılayış çerçevesinden bakıldığında, holistik farkındalık düzeyini yakalayabilmiş yönetici ve bireyler, şu niteliklere da sahip olmalıdır:
●Resmin bütününü görebilmeli,
●Görev bilinciyle davranmalı,
●Sorumluluk duygusuna sahip olmalı,
● Evrendeki bütün birimlerin birbirlerine muhtaç olduklarının farkında olmalı,
● Kendisinin de aynı bütün içinde yer alan önemli bir birim olduğunu bilmeli,
● Evrensel bie ahlâk kuramı olan “Kendisine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamalı” kuralını benimsemeli ve yaşamında da uygulayabilmelidir.
Klâsik düşünme biçimimiz içersinde, sanıyoruz ki, her şey “doğar, büyür, gelişir ve ölür”. Ama olaya daha geniş bir boyuttan baktığımız zaman, özellikle tarihsel gelişmelerin dairesel ya da bütünsel bir gelişim çizdiklerini görüyoruz. Evrenin bütüncül algılanışının bizlere sağladığı olasılıklar içersinde, zamanın ilerlemesinin doğrusal, tek yönde olmadığını fark ediyoruz. Bu algılayış sayesinde, klâsik düşünme biçiminin bizleri mahkûm ettiği, tek boyutta ilerleyen, yani geçmişten gelip, geleceğe doğru giden bir zaman anlayışından da kurtulmuş oluruz.
Evren, aslında, sanki görünmeyen bir takım iplerle birbirine içten içe bağlı bir bütünlüktür. Burada her yapılan şey ve her türlü hareket, sistemin bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap verilir. Bir kelebeğin kanadını çırpmasından, bütün kâinatın haberdar olması gibi.
Dr. Fred Alan Wolf’un buna ilişkin özlü bir tümcesi var: “Evren, hem madde hem de şuuru, tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdır.”
Bu bütüncül kavrayış doğrultusunda, aydın ve kâmil bir insan olma yolunda ilerlerken ihtiyacımız olan tek avadanlık, evrene ve kendimize mikro kozmik açıdan bakarken, aynı anda makro kozmosu da görebileceğimiz veya makro kozmik açıdan bakarken de, mikro kozmosumuzu görebileceğimiz bir hologramdır.
Seyfullah DEMİR