Cevap: Bilindiği üzere ölüm, canlı bir varlığın, şu veya bu sebeple canlılığını (hayatiyetini) kaybetmesi halidir.

Tevhid kaynaklı dinlere göre ölüm, bedene ait bir olgudur. Bedenin canlılığını sağlayan, arka planda görülmeyen ruh denilen varlık ölmez.

İlmi tespitlere ve tevhid kaynaklı dinlere göre ölüm anına kadar bedenle birlikte olan ve ona hayatiyet veren ruh (bitki ve hayvan tüm canlılarda bedene hayat veren canlılık keyfiyeti, İnsanda ise bu keyfiyete ilave Öz benlik-gönül denen özel ruhi özelliği detaşıyan etkinlik) bedenden ayrıldığında ölüm denen olay meydana gelmektedir. Bedene canlılık veren ve ona pek çok fonksiyonellik kazandıran madde ötesi yapıyı haiz ruh, görülmeyen fakat varlığı hissedilen bir etkinliktir.

Ölümle birlikte beyin merkezlerini çalıştıran ruh, bedenden ayrıldığında, beden yapısını teşkil eden anatomik sistem felce uğrar, beyin merkezlerinin ve bu merkezlere bağlı sinir sisteminin faaliyeti durur. En küçük canlı yapı taşları olan hücreler, kendisine lüzumlu oksijen ve gıdayı alamaz ve karbondioksidi de geri veremez hale gelirler. Böylece, hücrelerin oluşturduğu organlar, önce katılaşmaya sonrada çözülmeye başlarlar. Çözülme, hücre yapısındaki deformasyon ve dağılma demektir.
Evet! İnsanda, Bitkilerde ve hayvanlarda bulunan ruhtan farklı Öz benliği-Gönül etkinliğini haiz bir ruh bulunmaktadır. Bu etkinlik, bitkilerde ve hayvanlarda bulunmamaktadır. Bitkilerde ruh etkinliği olarak can, hayvanlarda ise bu ruhi etkinliğe ilave nefs denen birbirini tamamlayan iki ruhi etkinlik bulunmaktadır.

Bedenin ilk teşekkülünde nasıl ki su, azot, karbonhidrat ve oksijen gibi maddeler; ruhi etkileşimle yani nebati-can ve hayvani ruh etkinliği-nefs etkinliği ile bir araya gelip, bedeni oluşturduysa (tevhid dinlerine göre dünyadan farklı fakat aynen dünya ortamını haiz cennette bu olay meydana gelmekte ve İnsan bir vesile ile dünyaya gönderilmekte), İnsanın dünyada ölümü halinde de tersi olay olmakta yani bedeni oluşturan elementlerle ruhi ilişki kesilmektedir. (Tevhid dinlerine göre insandaki ruhi bütünlükten ayrılan can etkinliği, ölümle birlikte kuyruk sokumunda oluşan tohuma çekilmekte, ruhi bütünlüğün diğer unsurları nefs ve Öz benlik-Gönül etkinliği de, esas yurtları olan lahut aleme-kişilik sahibi ruhların olduğu aleme çekilmektedir, yani esas yurduna dönmektedir). Yani insani Ruh etkinliğinin bir ucunu teşkil eden bitkisel ruh-can etkinliği, ölüm anında cesed de-beden de oluşan mikro çip özelliğini haiz tohumun (Aczübnez) içine çekilmekte diğer ucunu teşkil eden nefs ve gönül etkinliği de ruhlar alemine çekilmektedir.

Bitki ve Hayvanların ölümü (çürüme-kuruma ve bedenin dağılıp toprağa karışması) sonrasında, kendilerinde öz benlik-gönül etkinliği olmadığından, yaratıcı kudret nezdinde; insanların ruhu gibi bir muameleye tabi tutulmamaktadır.

Bitkilerin ölümü (sararma,kuruma ve çürüyüp dağılma) sonrasında nebati ruh (can etkinliği), bir yandan tohumlara geçerek, tabiat şartlarına bağlı olarak varlığını devam ettirir. Diğer yandan Ata bitkiden toprağa karışır, yok olur. Hayvanlardaki ruh etkinliği de, bitkilerdeki gibi bir yandan tohum-yavru oluşumuyla hayvan popülasyonunun devamını sağlar. Diğer yandan Ata hayvanın ölümü ile ruhlar alemine gitmeksizin cesedin çürüdüğü yerde mikro çip (aczübnez)içerisinde geçici süre varlığını devam ettirir.

İnsandaki ruh kompleksi (nebati canlılık-Hayvani nefis-Öz benlik-İnsani gönül etkinliği) ise öyle bir canlı mekanizmadır ki, bitki ve Hayvan ruhunun etkinliğine ilaveten daha pek çok teferruatlı etkinliği haizdir. İnsan ruhu, bitki ve hayvan bedeninde bulunan ruhi etkinlikten farklı olarak, beynin algılaması, düşünme ve konuşma merkezinin çalışması ile açıkça anlaşılır.

ÖLÜMÜN SEBEPLERİ, ÖLÜM ANI VE SONRASI                                                                                                                          

Bilindiği üzere ölümü meydana getiren birçok sebepler vardır. Bunların  hepsi, insan yaşantısıyla ilgili olduğu kadar İlâhi takdirle de (Kaderle)ilgilidir. Başta hastalıklar olmak üzere, çatışma ve çarpışma, düşme-boğulma–yanma gibi kazalar ve sekte-i kalb, intihar, katledilme (başkası tarafından), muharebelerde öldürülme (Şehadet), önemine ve gecikmesine binaen ölümcül ameliyatlar ölümün sebepleridir, denilebilir. Beden canlılığını kaybettiren ölüm, aniden olabildiği gibi kısa ve uzun devreler halinde bir zamanlamada da olabilmektedir. Bu devreler, ölümü gerektiren sebeplerin çeşidine göre değişebilir. Şok tesiri yapan âni ölümler, o insanın ahiret hayatına intikalinde şaşkınlık (intibaksızlık) meydana getirirse de esasen şu veya bu sebeple vaki olan ani ve biraz vakit alan ölüm gelip çattıktan sonra, anlaşılır veya anlaşılmaz bir şekilde farklı bir alemin (ahiret alemi) kanunlarına tabi olunduğu söylenebilir. Ölümden önce nasıl ki her şey Allah’ın emri dahilinde ise ölüm sonrasında da her gelişme adeta otomatiğe bağlanmışçasına Allah’ın emri dahilindedir.

Trafik kazası v.b ölüm olaylarında beyin ve kalp gibi hayati organların hasar görmesi v.b durumlardaki ani ölümlerde gözlemlenen sekaret hali (ölüm öncesi koma hali) bazen kısa, bazen uzun sürebilir,ki bu sürede gözlemlenen değişik haller, genelde ölümün eşiğindeki tüm insanlarda aynıdır. Bir diğer ifadeyle ani olmayan ölümlerde sekaret dönemi, üç farklı devreyi kapsar. Bu devrelerde gözlemlenen haller şöyledir.

BİRİNCİ DEVRE 

Göz (görme itibarıyla), kulak (işitme itibarıyla), burun (koku itibariyle), dil (konuşma ve tat itibarıyla), cilt (temas-dokunma hissi itibarıyla) çok zayıf faaliyet gösterirler. Bu anda, dışarıdan verilecek her hangi bir telkin ve etki, bu duyulardan beyin merkezlerine kadar giderse de, hasta cevap vermeye muktedir değildir. Yarı hayal âleminde gibidir. Bazı hallerde, hafif uyanışlar göstererek,imalı ve anlaşılmaz kelimeler ifade ederlerse de, bu hal kısa devam eder. Ölümün birinci devresi (normal şartlar altında) asgarî birkaç saatten, bir kaç güne kadar uzayabilir.

İKİNCİ DEVRE 

Dış duyu organlarının tamamen felç olması ile başlar. İç duyular merkezi sinir sistemi ile kişiliği temsil eden Şuur – hafıza ve irade, bir müddet faaliyetine devam eder. Ancak dış hayattan ne bir şey algılanır, ne de bir iletişim olur. Bu devrede bazı şahıslarda âni uyanışlar olur, bu durum, önceki devreden daha kısa süre devam eder.

Bu devrede, kişi kendisi ile baş başadır, bu haldeyken çektiği bedenî ıstırab veya manevî endişe devam eder. Teneffüs, nabız ve kalb hissedilmez derecede yavaşlar.  Eğer ki; önceden kendisini ahiret hayatına hazırlamış bir kişi ise, bu devreyi huzurlu ve sakin ve müsterih bir şekilde geçirir. Bazı insanlarda, bu devrede de kısa bedenî refleksler görülür.

ÜÇÜNCü DEVRE  

insan kişiliğini yüklenmiş olan ruh (ruh kompleksi); bu devrede, bedenî terk etmekte ve beden yavaş yavaş soğumaya ve katılaşmaya başlamaktadır. Bu anda, bazı insanlarda son bir defaya mahsus olarak, ağız ve gözlerin açılıp kapanması görülebilir. Bedeni terk eden haiz ruh, kapalı bir zindandan kurtulmuş gibi kendini bir boşlukta hisseder. Bu arada belirli bir süre sanki kendi bedeninden etrafı seyrediyormuş gibi, çevreyi gözlemler ve gözlemlediklerinin seslerini duyar. Hatta dünyadaki yakınlarına v.d tanıdığı bedenli varlıklara bir şeyler söylemek, onlara dokunmak ister, fakat bunu yapacak veya kendini ifade edecek bir organa sahip olmadığından (Rüyada olduğu gibi), şaşkınlık içerisinde bocalama geçirilir. Eğer bu anda, o mahalde bulunan, ruhanilerle ilişki kurabilecek kabiliyette, yetişkin bir insan varsa, bedeninden henüz ayrılmış olan bu ruh ile o kişi arasında ilişki-rabıta kurulabilir, onunla görüşülebilir. Fakat bu irtibat süreci de çok kısadır.

Ölümün meydana gelmesinden önce, görevli ruhani varlıklar (melekler), ölen  kişinin bulunduğu mahale gelirler. Nasıl ki, gebe bir annenin doğumdan önce yaptığı hazırlıklar ve ebenin haberdar edilmesi gerekiyorsa, manevî âlemin bu elçileri de, ahiret hayatına doğacak o insan için gerekli hazırlıkları yaparlar. Yani ölüm halini hazırlarlar. Böyle bir karşılama, dünya hayatını terk edecek insanın, kişiliğinde (nefs ve gönül birliteliğini haiz ruhta) yüklü değerler (iman – bilgi ve ahlâk) ile orantılıdır. Günahkârın, kabahatli bir insanın emniyet kuvvetleri tarafından yakalanıp götürülmesi ile, iman ve ahlak seviyesi yüksek insanın, hoş geldin denilerek itibarlı biri gibi karşılanması arasında elbette ki bir fark vardır.

Ölümden sonra, ahiret âlemindeki lâyık olacağı yere götürülünceye kadar, kişilerin çektikleri intibaksızlık haline TEŞEVVÜŞ denilir. Bu teşevvüş, her keste ayrı ayrı zamanlar içinde cereyan eder.

Ani ölümler, birden bire vukua geldiğinden, üçüncü devreden sonraki intibaksızlık (Teşevvüş) hali, uzun zaman devam edebilir.

Ahiret yolculuğunun başladığı bu devrelerden, kolaylıkla geçebilmek için, dünya hayatında kendisini bu devrelere alıştıranlar, herhangi bir güçlük çekmezler. Bunun içindir ki yüce Peygamber Hazreti Muhammed, ÖLMEDEN ÖNCE ÖLüNÜZ, diye buyurmuştur.

ÖLÜM SONRASI DÜNYA İLE İLİŞKİ

Ölüm sonrasında esas kendi yurduna (kişilik sahibi ruhlar alemine) götürülen nefis ve gönül birlikteliğini haiz ruh, her ne kadar meleklerin nezaretinde olsa da, ilahi emir tahtında gerektiği hallerde, ahiret kanunlarına göre geçici süreliğine, dünyada bıraktığı tohum misali bedene ait çürümeyen biyolojik canlılığını muhafaza eden mikroçip (aczübnez) üzerinden iletişim kurabilir(bu mikroçip, bir nevi baz istasyonu gibi vazife görmekte olduğundan, her kişilik sahibi ruh kompleksi adeta kendine mahsus telefonla görüşürcesine bildik kişilerle, sevgi bağı olan akraba ve dostlarıyla iletişim kurabilir. Ancak bu iletişim her an kesilebilir). Şüphesiz bu irtibatın kanunları, elbette dünya alemiminin kanunlarından farklı işlemektedir. Ki burada iki amaçla ruhani irtibat söz konusudur. Ya dünya da ilahi vazifelerini yapanlara mahsus mükafat kabilinden yukarıda belirtilen şekilde serbestçe ahiret ve dünya aleminde kendi frekansına uyumlu bildik insanlarla görüşmek üzere irtibat kurmaya izin verilmesi olarak, ya da çok kötülük yapan insanlara, görevli meleklerin kabir azabı çektirmek üzere hissedilir derecede ruhani irtibata izin verilmesi olarak…  

AHİRET ALEMİ 
 Ahiret âlemi derken, maddî beden yapısına sahip varlıkların tamamen zıddı olan yada maddi olmayan bedene sahip varlıkların olduğu alem düşünülmelidir. Örnek olarak, elektro manyetik bir yapı veya etkeni düşünebiliriz. Bu elektro manyetik mahiyeti haiz varlıkların bulunduğu alana AHİRET ÂLEMİ denilmektedir.

Verdiğimiz örnek, esasen yetersiz bir benzetmeden öteye geçemez. Çünkü, hiçbir şekilde maddî duygularımız ile, ahiret âlemini görmemize imkân yoktur. Ancak yüce yaratıcı kudretin izni ile bu âleme yükselebilecek insanlar da yoktur, denilemez. İlerde bu kabiliyeti haiz seçkin insanların bu alemi nasıl temaşa ettikleri konusunda açıklama yapılacaktır. Ahiret alemi ile ilgili şimdilik vereceğimiz bilgi, ister istemez, maddi alemin genel yapısıyla kıyaslamaya göre ve seçkin insanların (peygamberler ve onların izinde giden evliyalar ve maddi ve manevi ilimlerde mesafe almış alimler) gözlemlerine dayalı bilgiler olacaktır. 

Bilindiği gibi (ilmi tespirlere göre), üzerinde bedenli olarak yaşadığımız dünyanın, JEOLOJİK yapısına göre, merkezine kadar bir takım tabakaları
mevcuttur. Yine yer kabuğu üzerinden başlamak ve sonsuz fezaya kadar devam etmek üzere, farklı yapıları haiz tabakaları olduğu da tespit edilmiş durumda ve bu tabakalara farklı isimler verilmektedir.

Esasen evrenin, bilinmesi tanınması için son zamanlarda yoğun astronomik gözlemler ve araştırmalar yapılmaktadır. Eserden, yani var olanlardan, müessire yani, var edenini tanımaya götüren müsbet ilimler, İlâhi bir inanç içinde-imani çerçevede yürütüldüğü zaman, elbette her şeyden önce yüce yaratıcı kudretin varlığı ve azameti daha iyi anlaşılmaktadır.

Bugünkü araştırmalar, milyonlarca kilometrelik mesafelere yayılan güneş sistemi dışında, daha nice güneş sistemlerinin ve galaksilerin olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. Milyon ve milyar kilometre uzaklıkları bir tarafa bırakırsak, mesafelerin Işık hızıyla ölçüldüğü asrımızda, maddi kainatın genişliğini tahayyül etmek mümkün olmasa da, madde ötesi ahiret âleminin ilk tabakasının ve farklı yapıları haiz diğer tabakaların, ne denli büyük alanı kapsadığını düşünmek zor olmasa gerektir.

Dinlerin sonuncusu olan İslâm dini, bu tabakaları- makamları Kutsal Kitabı Kur’an da ve Yüce Peygamberi vasıtasıyla bildirmektedir. Bu bilgiler, her çağın anlayışına hitap etmesi bakımından, genelde müteşabih yani temsil ve teşbihle yapılan bilgilendirmeler olarak belirtilmektedir.

Bu bilgilendirmelere göre; Madde âleminin tabakaları gibi, madde ötesi ahiret âleminin de bir takım tabakaları bulunmaktadır. Maddi aleme en yakın olan tabaka yani birinci tabaka, maddi yapıdaki fezanın-semanın bittiği yerden başlamakta ve maddi tabakalardan faklı fonksiyonelliği olduğu belirtilmektedir. Ki maddi semaya açılan madde ötesi bu tabakaya berzah (maddi kainat alemi ve madde ötesi ahiret alemini ayıran geçiş bölgesi) denilmektedir. Bu tabakanın temel fonksiyonu, ölen kişilik sahibi ruhları muhafaza etmesidir. Ki bu tabakanın da alt ve üst mertebeleri vardır. Alt mertebede dünya yaşantısı büyük ve küçük günahlar işlemekle geçmiş insan ve cinlerin ruhları muhafaza edilmekte, üst mertebede ise Allah’ın hoşnut olduğu mümin kulların ruhları muhafaza edilmektedir. Ruhlar alemi ile ilgili olarak dini kaynaklarda şu hususlar belirtilmektedir

ÂLEM-İ ERVAH, yani ruhlar âlemi, birçok mertebeyi ve etki alanlarını kapsamaktadır. İlâhi İrade sahibi yüce Allah’ın vadettiği kıyamet gününe kadar, ruhlar âleminde, dünya hayatındaki yaşantılarına göre, ölümü tadarak gelen insanların kişiliği haiz ruhları, sınıflandırıldıkları yer ve etki altında beklemektedir, denilmektedir.

Âlem-i ervahın, alt kademesinden üst kademesine kadar ruhlar derecelenmiştir.

Peygamberlerin mertebeleri de alemi ervahın en üst mertebelerindedir. Ruhların, bir mertebeden diğerine geçmiye, ne kuvvetleri ve nede yetkileri vardır. Fakat her ruh, İlâhi izinle, dünyada bulunan sevdikleri ve tanıdıkları iyi insanlarla; bulundukları yerden, olağan üstü iletişimle ruhi irtibata geçebilir. Görüşebilir ve yardımda bulunabilir. Görüşme ekseriyetle rüya halinde, çok ender olarak ta, şuurlu ve uyanık halde (Transa girmek veya murakabe yoluyla) mümkün olmaktadır.

Ruhlar âleminin alt derecedeki birinci mertebesinde fena vasıflı ruhlar (Caniler-katiller- cahil sapıklar, aşağılık duygusuna sahip inançsız, sefil, küfürbaz, sahtekâr, yalancı, riyâkar, hırsız, dolandırıcı, ırz düşmanı, şehvetperest, haris, cimri, fahişe, ahlâksızlar ve sarhoşlar v.b. kişiliği haiz düşük vasıflı ruhlar), bulunmaktadır.
İkinci mertebede, yaptıkları her türlü fenalıklardan dolayı vicdan azabı çekenlerle doludur, bunlar(Kendi menfaati için başkalarının hakkım yiyen, gasbeden, dedikodu edenler, İlâhi emirde istenilen görevleri yerine getirmeyenler,insanların ve toplumun zararına faaliyette bulunanlar, huzur bozucu fikirleri etrafa yayanlar, maddî iktidarları nisbetinde zor kullanarak işkence yapanlar, iktidarda olup bilerek kötü icraatta bulunanlar, bilerek adalete mugayir yanlış hüküm verenler, rüşvet yiyenler, şehveti tahrik edici gösterim ve yayınlar yapanlar, nifak ve haset taşıyanlar v.b. vasıfları haiz olanlar)
Üçüncü mertebede, çıkarlarında başkalarının çıkarlarını düşünmeyen zayıf ahlâk sahipleri ile gurur ve kibir sahipleri (kimseye zararı dokunmasa da cahil, tenbel olan insanlar, zenginlikleriyle sadece zevk ve eğlenceye düşkün olanlar, kibarlık hastası budalalar, olduğu gibi görünmeyen, takiye yapan maskeli siyasiler, kendilerinde bulunmayan meziyet ve inançları varmış gibi görünenler, başkalarını taklitle ömür sürdürenler, fahiş kazanç sağlıyanlar, hakkı olan ücretten fazlasını alanlar, görevlerini ihmâl edenler, şöhret düşkünleri, ana babalarına bakmayıp onları düşkün durumda bulunduranlar, akraba ve komşularına eziyet yapanlar v.b. vasıfları haiz olanlar)

Dördüncü mertebede, ilim – inanç ve ahlâkta istenilen olgunluğu elde edemeyip, kendilerine göre yaşantılarını tanzim edenler (az da olsa nef-sinde olumsuz ve hodgam haller bulunduran, bilerek veya bilmeyerek hatır gönül yıkan, inançlarına yarım sadakat göstererek, onları keyiflerine göre

yerlerine getirenler, nemelâzımcılar, gerçekleri saklayanlar, gösteriş için kendilerini başka halde gösterenler, sabırsız, kanaatsız ve asabî olanlar, başkalarının inanç ve yaşantılarıyla alay edenler,saygı ve sevgileri yapmacık bulunanlar; şüphe, korku ve vehim içinde yaşıyanlar v.b. vasıfları haiz olanlar)

Bu belirtilen dört mertebedeki ruhlar olumsuz kişiliklerinden dolayı ahiret âleminde,belirli sürelerde,kabir azabı denilen çeşitli ıstırap ve işkencelere muhataptır.

Ruhlar âlemine ait saydığımız şu dört alt mertebenin üstünde sayısız mertebeler mevcuttur.  Ki bu mertebelerin en az yarısında olumsuz kişiliklere sahip ruhlar bulunmaktadır. Olumlu kişiliklere sahip ruhların bulunduğu mertebelerdede şu vasıflara sahip insanların olduğu belirtilmektedir.

Yaşadıkları yüzyıllara göre, o devirdeki son Peygamberin inanç telkinlerini kabul ederek, aynen yerine getiren mü’minler. Bunlar bilgin, saf ve ümmî(bilgisi olmayan fakat, çalışkan sabırlı insanlar) olarak ikiye ayrılır. Kendilerini, İlâhi emirler altında dünyada en faydalı şeylerle yetiştiren ve topluma yararlı olan bu insanlardan, hiçbir kimse incinmemiş, onun kişiliği hakkında her hangi bir şüphe ve tereddüt göstermemiştir. Bu varlıkların dünya hayatlarındaki, ilim, ticaret ve sanat faaliyetleri esnasında, kaza ve kaderlerine razı, sabırlı, kanaatkâr, kendilerinde olanları başkalarında görmek istiyen, adaletle emirleri yerine getiren, fedakâr, vaadlerinde vefakâr, ahlâk ve fazilette örnek insanlar oldukları söylenebilir.

Manevi varlığımızı oluşturan öz benliğimiz, manevî varlığımız, bütün kişiliğimizi saptayan (Bilgi, ahlâk, inanç, huy, karakter, irade, akıl v.b. gibi) özelliklerimizin tümüdür. Bu özellikler, dünya hayatında kazanılır ve kendimize mal edilir. Biz oyuz, o biz.

Demekki insanın, maddî beden fizyonomisi gibi, manevî bir fizyonomisi vardır. Ruh ise, insanın dünyada beden canlılığını (Hayatiyetini), ahiret hayatında kişiliğini (Nefs’ini) muhafaza eden, hatta gerektiğinde dünyadaki canlı mikro çiple irtibatı sağlayan olağan üstü görevi haiz bütüncül yapıda manevî varlıktır. İnsan ruh bütünlüğü içerisinde sorumluluk nefis’de dir. Öldükten sonra, geride kalan yakınlarının, o insan için, ruhu şad olsun, kabri nur olsun, makamı cennet olsun gibi hayır dularında, o insanın kişiliği yani nefsi kasdedilmektedir. Çünkü RUH, Kur’an-ı Kerim de buyurulduğu gibi âlemi emirden dir. Âlemi emir, Cenabı Hak’kın zatına mahsus iradesinden doğan bir kudrettir.

Ahiret hayatına intikâl eden bedensiz ruhani varlık yapıları, dünya hayatından getirdikleri kişilikleriyle orantılı mertebelerde, büyük kıyamet ve hesap gününe kadar bekleyeceklerdir. Bekleyiş tabiri kullanılırken bilinmesi gereklidir ki, dünya hayat şartlarının artık hiç birisi ahiret hayatı için düşünülemez. Bu hayata örnek verirken, önceleri bahsettiğimiz rüya halimizi tekrar hatırlamamız yerinde olur. Nasıl ki uykuda gördüğümüz rüyalarda, yer, içer, hareket eder, konuşur, gezer dolaşır, üzülür, sevinir, gerek dünya hayatındaki ve gerekse ahiret hayatındaki insanlarla ilişki kurarız, ahiret hayatı da, buna yakın ebedî bir rüya gibidir. Demek ki, canlı bedenimizin uzanıp yattığı yatağında, uyku hali ile gezip dolaşan, yeyip içen kişiliği, tamamen manevî varlığımıza bir örnektir. Bu manevî yaşantımız, nasıl maddî bir varlığa lüzum kalmadan devam ediyorsa, gerçek ölümle, ahiret hayatına geçen bedensiz varlığımızda, maddî bir yapıya ihtiyaç göstermez.

İlâhi emirde bildirilen büyük kıyamet ve hesap gününe kadar bekleyişe gelince. Elbette ki, İlâhi emirlere uyarak ALLAH’a yaklâşma çabası gösterenlerin bu bekleyişi, diğer suçlu insanların bekleyişi gibi değildir. İşte İlâhi kudretin azameti burada aşikâr tecelli etmekte, hiç birimizin dünya akıl ve mantığına sığmıyan, sığmasına da imkân olmayan hayat başlamış bulunmaktadır. Bu İlâhi azamet, kişinin ruhu sayesinde nefsinde etki-
sini gösterir. Her hangi bir örnek vermenin, kelime kalıplarıyla imkânı yoksada, ancak benzetmeler yaparak belki ifade etmiye yaklaşabiliriz. Meselâ, şöyle bir görüş alanı kabul. ediniz ki, bulunduğunuz yerden, istediğiniz konuda o şeyleri olduğu gibi o andaki durumlarıyla görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Hatta o şeylerin yanına gidip geliyor veya o şeyler, arzunuza göre sizin yanınıza gelip gidiyorlar.

Diğer ikinci örnek, öyle bir görüş alanına sahipsiniz ki, kendinizden başka (kişiliğinizden – nefsinizden) bir şey göremiyor işitemiyorsunuz. Buna rağmen görmek, işitmek, gidip gelmek vb. istiyor, fakat yerinizden kat’iyyen ayrılamıyorsunuz. Bu durumda iken, dünya hayatınızda yaptığınız çeşitli olumsuz hatalar, başkalarına verdiğiniz ıstıraplar, karşınızda birer surette görünerek size intikamla bakıyorlar, kayboluyorlar. Bu halin bir de karanlık ve kâbus verici olduğunu, sonsuz devamını düşününüz.

Birinci örnek sahibi, İlâhi /İrade emirlerini nispeten yerine getiren inançlı bir insandır, ikinci örnek, emirlere uymadığı gibi, dünya hayatında pek çok kimseye eziyet ve sıkıntı veren bir insan kişiliğini canlandırmaktadır.

Çok basit bu iki örneği o kadar çok çeşitleriyle çoğaltabiliriz ki, kitaplar almaz. İşte, ahirete intikâl eden bedensiz varlıklarda, dünya hayatı gibi serbest bir İrade bulunmadığından, ancak dünya hayatında kazandıkları veya kaybettikleri İlâhi meziyetleri ile orantılı manevî bir hayat devam eder. Bu arada, İlâhi terbiye kanunları, bedensiz varlıklar üzerinde etkisini gösterir.

Bu etki, o kişinin kazancı ve kaybı dışında, ancak ALLAH’ın takdir ve tertibine bağlıdır. ALLAH’ın takdir ve tertibine etkili olacak yegâne vasıta, sebep ve varlıklar Peygamberler ile o kişinin dünya hayatında bıraktığı yakınlarının duası veya HASENE-İ CARİYE denilen (İlâhi emirlere uygun gelecek surette, dünya hayatında bıraktıkları ve halen devam eden hayır müesseseleridir.) Buhların çeşitleri Kutsal Kitapda açıklanmıştır. Dileyen tetkik eder, tatbik eder. Ahiret hayatının kıyamete kadar devam edecek olan bu düzeni, kıyamet günü sona ererek hesaplaşma başlar, Cennet ve Cehennemlik insanlar ceza ve mükâfatlarını görmek üzere sevkedilir. İnsanın halk edildiği günden, kıyamet gününe kadar devam ederek, doğum ve ölümle meydana gelecek sayıyı zannedersem, dünya rakamları vermiye kâfi gelmiyecektir. Bu azametli günde, ahiret âleminde işleyecek İlâhi kudreti bir defa düşünmek kâfidir.

Alemi ervahdan sonraki tabakaya ALEM-İ MELEKÛT (Melekler âlemi)denilmekte, bu tabakada da mertebeli olup, kader kanununa göre dünyaya yeni gelecek ruhların mahfuz tutulduğu en üst tabakasına ALEM-İ CEBERRUT (İlâhi kudrete en yakın varlıkların olduğu âlemi)denilmektedir. Bunlarında üstünde LEVH-İ MAHFUZ (İlmî İlâhinin varlıklara ait bilgisinin muhafaza edildiği mertebe) bulunmakta, bunun da üstünde KÜRSÎ (İlâhi varlığın özel kudretlerinin tecelli ettiği mertebe)bulunmakta, onunda üstünde SİDRE-İ MUAZZAMA (İlâhi varlığın zatına ait en yakın tecelli mertebesi). Bulunmakta ve nihayetinde ARŞ ve ARŞ-I AZAM (İlâhi varlığın zatına mahsus tecelli mertebesi)bulunmaktadır, Bundan öteye artık kelime yoktur.

Murat Bayraktar

Kaynaklar

Ali Fikri YAVUZ, Kuranı-ı Kerim ve Meali, Sönmez Matbaacılık, 1973-İstanbul

Ali KÖMÜRCÜ, Bilim Ötesi ve İnsan, BİLTAV Yayınları, 2000-Ankara

Ayhan SONGAR, Beynimiz ve Sinirlerimiz, Yeni Asya Yayınları, 1979-İstanbul

Eckhard HANDLER. Ölümü Ertelemek Mümkün mü? Akis Kitap Yayıncılık San. Tic.AŞ, 2008-İstanbul

Haluk NURBAKİ, Tek Nur, Damla Yayınevi, 1986-İstanbul

Hasan Hüsnü ERDEM, Rıyazü’s Salihin Tercümesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1961-İstanbul

HEYET, Kuranı-ı Kerim ve Türkçe Meali, Çağ Yayınları, 1961-İstanbul

Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi, D.İ.B Yayınları, 1978-Ankara

İmam Celalettin SÜYÜTİ, Kabir Âlemi ve Ölülerin Halleri (Çeviri), Kahraman Yayınları 1992-İstanbul