Soru: Bilim, bilim, bilim… diyoruz. Bilimin Kapsamı konusundaki düşüncelerinizi  kısaca belirtirmisiniz?

Cevap: Bilim adamlarının genel kabulüne göre Bilim, evrenin, maddenin ve insan dahil tüm mahlukatın mahiyetinin ve hakikatinin anlaşılması yönünde insanların; gözlem, araştırma ve incelemeler yapması ve zekayı zorlanmasıyla elde ettiği, kısmi veya mutlak doğruluğu kanıtlanmış bilgilerdir.

İnsan yaşamını kolaylaştırmak, ihtiyaçlarını ve problemlerini gidermek için bilimsel tespitlerden yararlanılmakta ve ortaya yeni yeni metot ve vasıtalar konulmakta, ki buna da teknoloji denilmektedir. Gerek bilim, gerekse teknoloji zamana bağlı bir gelişme gösterir. Bilim ve teknolojiyi üreten varlık insan olduğuna göre, insanlar var olduğu sürece yani kıyamete kadar, bilimsel ve teknolojik gelişme devam edecektir. Bu genel tarif içerisinde Bilimin amacı, açıkça belirtilmiş olsa da, maalesef amaçla ilgili değişik zamanlarda bir takım çarptırmaların ve sapmaların yapıldığı görülmektedir.

Bilim adamlarınin öteden beri ifade ettiklerine ve vahyin bildirdiklerine baktığımızda; bilimin gerçekte iki amacının olduğunu görürüz.

1.Amaç; bizzat insanın yada insanlığın yaşantısının kolaylaşmasını yani ihtiyaç ve problemlerinin süratle ve kolayca giderilmesini yani teknolojinin ve medeniyetin gelişmesini sağlamak,

2.Amaç; İmanı inkişaf ettirmek için bilimin kaynağı olan evreni, maddeyi, insan dahil tüm mahlukatı ve yüce yaratıcıyı mahiyet ve hakikat cihetiyle tanımaktır.

Gerçek şu, ki rönasans aydınlanmasından 19.yy’a kadar batının bilim adamları, genel olarak 1.Amacı gözeterek gayret göstermişler ve daha önce hristiyan dogmalarından (incil’in tahrif edilmiş olmasından) çok çektiklerinden ve bilim ve teknolojide geri kalmalarını dini yanlışlıklara bağladıklarından; materyalizme prim vermek pahasına 2. Amacı, hep göz ardı etmişlerdir. Fakat bu kasti tavra rağmen yine de son son yüz yılda batıda 2. amacı da gözeten ve giderek sayıları artan örgütlü bir bilim hareketi ortaya çıkmıştır. Zig-zag yada zaman-zemin teorisyenleri ve teknisyenleri ekolü olarak ortaya çıkan bu bilim hareketinin kurucusunun, ilmi ve dini bilimlerde derinleşmiş Mevlana Halid-ı Bağdadi (K.S) olduğu belirtilmektedir. Evet! batının bilim ve teknolojik üstünlüğünün arkasında; vahyi ve ilmi bilgi ile hemhal bir müceddid alimin ve ondan direkt-doğrudan veya endirek-telapatik yolla veya yazılı olarak beslenen bilim adamları bulunmaktadır. Bilinmelidir, ki 19. ve 20. yy’da ortaya konulan bilimsel teoremlerin, teknolojik cihaz ve vasıtaların pek çoğu bu kanaldan beslenen bilim adamlarınca keşfedilmiştir. 

Soru: Nitelik yönüyle Batı dünyasında ve Türkiye’de bilim adamı ne durumda

Cevap: Batı dünyasında bilim adamı demek, her şeyden önce ihtisas sahibi insan demektir, ihtisası alanında yenilikleri takip eden, yeterince bilimsel makeleleri ve bir kaç kitabı yayıınlanan yada ciddi bir kaç icadı ve keşfi olan bilge insan demektir. Batıda bilim adamı; insanların inancına, inandığı gibi yaşamasına saygılı insandır. Esasen 19. yy ortalarından günümüze kadar batıda yetişen bilim adamlarının ekserisi gayretli ve çalışkan, dürüst insanlar olarak tanınmaktadır. Dünya çapında tanınan, Max Planc, Einstein, Edwin Habl, G.Weinberg, Koziref, Karl Schwarschild, Stephen Hawking gibi…

Türkiye’de bu seviyede bilim adamı varmı? derseniz; siz benden daha iyi bilirsiniz, ki belirttiğim ölçüleri haiz bilim adamı yok yada birkaç tane çıkar belki, Ki zaten olsa, ortaya koydukları çalışmaları, keşif ve icadları yada eserleri ile ilgili olarak gazetelerde, televizyonlarda sunulan haberlerden ve de kendilerinin bilim mahfillerinde yaptıkları açıklamalardan anlaşılırdı. Ne yazık ki Türkiye’de bilim adamı sıfatıyla ortaya çıkanların ekseriyeti, ihtisası dışında başka sahalarda boy göstermekte, akademik kariyer sahibi olmanın sağladığı avantajla hiç çekinmeden her konuda hatta hiç bilgileri olmamasına rağmen dini konularda bile, hemde müteşabih ayetlerle ilgili yorumlar yapabilmekte, kafa bulandırıcı küfrü mücip konuşmalar yapmaktan çekinmemekteler, hatta yetersiz bilgiye ragmen makaleler ve kitaplar yazmaktadırlar. Oysa Kur’an da mütaşabih ayetlerle ilgili kimlerin tevil-yorum yapabileceği açıkça belirtilmekte, esasen bu konuda gerçek bilim adamı için Kur’an da şöyle tarif yapılmaktadır. “…bir kısım ayetler açık ve kesindir. Bunlar kuranın esasıdır. Diğer bir kısım ayetler de vardır, ki müteşabihtir. İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve teviline gitmek için kuranın müteşabih ayetlerini ele alırlar, yanlış tevil yaparlar. Halbuki o müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş, metin ve olgun kimseler; biz ona inandık, açık ve kapalı bütün ayetler rabbimiz katındandır, derler. Bunları ancak olgun akıl sahipleri-alimler düşünür.” buyurulmakta. Ki, müteşabih ayetler ve bizzat tabiatta gözlemlenen ayet hükmündeki canlı, cansız varlıkların özellikleri hakkında doğru açıklama yapanlar gerçek bilim adamlarıdır.

Bu soruyla alakalı olması bakımından kısaca bizdeki bilim adamlarının ne vakitten beri bu duruma düştüklerini kısaca belirtmemde fayda var.

Kim ne derse desin gerçekte 17. yy’dan sonra islam aleminde eğitim, bilim ve teknolojide kopma dönemine girilmiştir, diyebiliriz. Ki kopmanın en önce olduğu devlet Osmanlı devleti olup, Asya da ki Müslüman devletler ve Mısır başta Afrikadaki Müslüman devletlerde bu gerilemelerin olduğu tarihi gerçektir. Oysa 17.yy’da önce islam bilim müeseselerinde yani medreselerde yukarıdaki ayette belirtilen nitelikte ilim adamları yetişmekteydi. İslam bilim tarihine bakıldığında medreselerde 17. yy öncesi yapılan eğitimin gerçek ilim adımı yetiştirmek olduğu; fen, tıp ve matematik bilimleri ile birlikte dini bilgilerin de yani ayet, hadis ve sünühat’a dayalı bilgilerin de tedris edildiği; hatta mühendislik-mimarlık-güzel sanatlar v.d ilmi disiplinlerin de eğitim kurumlarinda tedris edildiği bilinmektedir. Ancak 16. yy’dan itibaren yavaş yavaş bu müsbet ve dengeli bilim zihniyetinin terk edildiği; yerine sadece ayetlerin, hadislerin ezberlendiği; bu dönemde gözleme ve deneye dayalı müsbet bilimlere itibar etmeyen bir anlayışın hakim olduğu görülmektedir, ki bu durum islam aleminde gerilemenin başlangıcı olmuştur. Oysa 16.yy’dan itibaren batı da ise yani Hıristiyan aleminde tam tersine daha önce hiç olmayan pozitif ilim zihniyeti ve ihtisasa dayalı bilimsel kurumlaşmanin giderek geliştigi ve bilim teknololojik gelişmenin her yönüyle ileri bir seviyeye çıkmış olduğu görülür. Şüphesiz batıda, bilimin gerçekleri ile tahrif olmuş İncil buyruklarının uyumlu olmayışından, din ve bilim çatışması yasanmişsa da, zamanın kiralları, devlet adamlarının baskılamasıyla laisizm benimsenmiş ve dini eğitim kliseye hapsedilerek din adamlarına bırakılmış, müsbet bilimin talimi de; yeni eğitim kurumlarına ve ihtisas sahibi bilim adamlarına bırakılarak, bilim ve din çatışması kısmen ortadan kaldırılmıştır.Her ne kadar bu çözüm, geçici olarak işe yaramışsa da, neden sonra dine itibarın azalmasıyla sosyal yapıda bozulmalar olmuş, bilim ve teknolojik üstünlük, emperyalist emelleri kamcilayarak, toplum ve devlet olarak, başta islam coğrafyası olmak üzere Asya, Afrika Amerika’daki zayıf toplumlar ve devletler üzerinde hegemonya oluşturmaya ve sömürge idareleri kurmaya yonlendirmistir. Öyleki batılı devletler; bu konuda dünyayı paylaşım mücadelesine girmişler ve sonuçta insanlığa dünyayı zehir etmişlerdir.  Kim ne derse desin, bu süreçte batı dünyasında, dini eğitimle kazandırılan başta aile içi mukaddes değerler olmak üzere toplumsal dayanışma ve insanı faziletli kılan değerlerin zayıflamasından, para ve maddiyatın baş tacı edilmesinden buyuk felaketler yaşanmıştır, denilebilir.   Gerçek o ki, bu surecte dine itibar edilmemesinden, teknolojik üstünlüğü haiz batı toplumları, kısa zamanda, menfaati ölçüsünde insana değer veren, emperyalizme çanak tutan bir toplum yapısına evrilmiştir. Ki bu değişim ister istemez peş peşe dünya savaşlarının çıkmasına ve büyük sosyal felaketlere neden olmuştur.

Şüphesiz islam alemi her ne kadar bu hengameden kendini muhafazaya çalışsa da islam coğrafyası, tabii zenginlikleri dolaysıyla emperyalist batı devletlerinin savaş alanı olmaktan kurtulamamış, onlarca yıl işgal altında kalmıştır.

İslam alemi, bilimde ve teknolojide geri kalmışlıktan dolayı, 20 Yüzyılda dünya savaşı galibi batı devletlerinin hegomanyası altında yaşamıştır. Ki  daha sonra Müslüman devletler olarak, galip batılı devletlerin müsaade ettiği nisbette bağımsız olmuşlardır. Ki bu devletler islam coğrafyasından çekildiklerinde, geride öyle bir  siyasi, hukuki ve maarif sistemi bıraktılar ki, sözde bağımsızliklarina kavuşan çoğu Müslüman devletler, onlarca yıl, uydu devlet olarak kaldılar. Cekilme sonrasında, müslüman devletler, hiç alışık olmadıkları cumhuriyet idaresine yönlendirildiler. Ki bu idari sistemle kurulan devletlede, uzunca yıllar iç karışıklıklar ve istikrarasız toplum yapısı yuzunden geri kalmisliktan kurtulunamadi. Cumhuriyetle idare edilen çoğu müslüman devletlerde sorunlar katmerleşti. Oyle ki, islami temelli eğitim ortadan kaldırıldı, yerine batının empoze ettiği laik temelli eğitim tesis edildi. Bu eğitim modeli, tüm İslam cografyasinda yaygınlaştı.

Bilindiği üzere değil cumhuriyet döneminde, meşrutiyet dönemi Türkiye’sinde bile medrese karşısında güya dinden azade Darülfünün, Tıbbıye, Mülkiye, Harbiye gibi batı tarzı yüksek öğretim kurumları tesis edilmiş ve  sonuçta dine karşı lakayt güya aydın bir nesil yetişmiştir, ki bu nesil ittihat terakki programı ile koca imparoturluğu tarihe gömmüştür. Bu aydın nesil (?), 600 yıllık cihan devletinin yıkılmasını, sonra kendi menfaatleri icin fırsata çevirmiş, version değişikliği yaparak Cumhuriyeti kurmuşlar, ne var ki gavuru ustun görme, kendini aciz görme zihniyeti hiç değişmemiştir. Bir ara batı devşirmesi bu malum nesil iktidardan düşmüş, geçici bir süre dinle barışık bir iktidar iş başına gelmiş, fakat malum gavur hayranı ve din düşmanı nesil, 1960 ihtilalini yaparak. Onlarca yıl vesayetçi bir yönetim sergilemislerdir. 1960’lardan sonra üniversiteler; anarşizmin, kominizmin, sosyalizmin kol gezdiği kurumlar haline gelmiştir. Üniversiteler, sosyalizmi devlet rejimi haline getirmek istiyen öğretim üyesi ve öğrencilerin mekanı haline gelmiştir, karşı görüşte olanlar çok azınlıkta olmasına rağmen belirli bir süre üneversite kapısından içeri sokulmamışlardır. 1960 darbesinin sancıları, darbeyi yapanları rahatsız etmiş ve 1970 askeri muhtırası ile güya 60 ihtilalinin yanlışları düzeltilmiş, devlet olarak bütün imkanlar seferber edilmesine rağmen, ne ekonomik hayatta, ne sosyal ve kültürel hayatta, ne de siyasi hayatta başarılı olunamamıştır. Türkiye 1980 yılına kadar yangın yerine dönmüş, gencecik çocuklar bu yangında heder edilmiştir. 80 ihtilali ile yangın kısmen söndürülmüş, fakat ne yazıkkı iş başına gelen askeri hükümet yine anadolu halkının inancını hiçe sayan bir tutum ve davranış içerisine girmiş, bilimde, eğitimde olduğu gibi diğer alanlarda da yanlış kişilerle yanlış kurumlaşmalara çanak tutmuştur. Atatürk milliyetçisi libası giyen, dünün ateist, komünist devrimcilerine ve ne idüğü belirsizlere; başta YÖK olmak üzere önemli devlet kurumları emanet edilmiştir (yönetime getirilmiştir). Bu insanlar uğraşacakları ciddi işleri olmadığından da, kendileri gibi düşünmeyenlerin inancıyla, baş örtüsüyle ve örf adetiyle uğraşmaktadirlar.

Soru: Batının Bilim ve teknoloji seviyesi ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Cevap: Önce batının mevcut bilim ve teknoloji seviyesine hangi merhalelerden geçerek bugunlere geldiğini belirtmemeiz gerekir. Bilimsel araştırma ve değerlendirmede sadece akla ve mantık yürütmeye itibar edildiği M.Ö 4.Yüzyıla tekabül eden antik yunan döneminden yani Aristo döneminden; gözlem, deney ve araşıtırmanın giderek itibar gördüğü 16. yy’a kadar; batıda genelde yanlış bilgilere dayalı bilim ve eğitim hayatının olduğu görülmektedir. Bu dönemin sonlarında misal, M.S 14 yy’da öylesine yanlışlıklar olur, ki din adına dini rencide edici bir bilim hayatı, engizisyon mahkemeleri v.s ortalığı kasıp kavurmuştur. Bu dönemde; klise gözetimindeki eğitim kurumlarında tahrif edilmiş incil öğretimi yanında felsefe, hukuk, mantık, matematik, astronomi, fizik gibi bilimler de talim edilmekteydi.. Misal, batı eğitim kurumlarında 16. yy’a kadar “dünyanın evren merkezi olduğu, güneşin ve gezegenlerin dünya etrafında döndüğü, gök cisimlerinin belirli yeri ve konumu haiz olduğu ve durumlarının değişmediği, ağır cisimlerin daha hızlı düştükleri, bir cismin harekete devam etmesi için daima bir kuvvet etkilemesinin gerektiği” şeklinde yanlış bilgiler talim edilmekteydi, ki temel fizik prensipler olarak bu teorilere asırlarca itibar edilmiştir. Ne zaman ki M.S 15. yy’da islam medreselerinden esinlenerek dogru bilgiler tahsil edildikten sonra eğitimde gerek müfredat ve gerekse mahiyet ve hakikat itibarıyla düzeltmeler yapmışlar, köklü değişikliğe gitmişlerdir, Ki daha sonra batı eğitim kurumlarında Astronomi, fizik, mimarlık, mühendislik, güzel sanatlar, tıp, biyoloji, kimya ilimleri talim edilmeye başlanmış, yavaş yavaş gerçek bilim ön plana çıkmıştır. İslam medreselerinde talim edilen fen, tıp, sosyal ilimlere nazire olarak klise mekteplerinden ayrı okullar-kolejler oluşturulmuştur. En önemlisi batıda meydana gelen rönesans ve reform hareketlerinin ortaya çıkmasının ardındaki en önemli sebeb, islam medreselerinin ornek alınmasıyla batıda oluşan arastirmaya, gözlem ve deneye, mantiki ölçülere dayali zihniyet değişimdir. Misal, Galile engizisyon mahkemelerinin baskısına rağmen yaptığı gözleme ve deneye dayanarak “dünyanın evren merkezi olmadığını ve diğer gezegenler gibi güneşin etrafında döndüğünü, gök cisimlerininin hiç durmaksızın hareket ettiklerini, düşen cisimlerin hızlarının ağırlıklarına bağlı olmadığını, cismlerin sadece hızını ve doğrultusunu değiştirmek için kuvvet etkilemesi gerektiğini” ispatlamasi ve kilisenin talimleri karşısında bilim hesabına önemli tespitlerde bulunmus olmasıdır. Galile’nin belirlediği bu prensipler, daha sonra İsaac Newton tarafından matamatiki ifadelerle formüle edilmiştir. Newton; “evrendeki her kütle, diğer bir kütleyi “çekim kuvveti” denen bir kuvvetle çeker. Çekim kuvveti sadece dünya ve üzerindeki cisimler arasında değil gök cisimleri arasında da vardır” diyerek, Galile’nin tespitlerini teyit etmekle birlikte hem gezegenlerin hareketlerini, hem düşen cisimlerin hareketini, çekim kuvveti muvacenesinde formüle etmiştır. Böylece 17. y.y’dan itibaren batıda bilimsel kurumlaşmanın ve bilimsel gelişmenin önü açılmıştır. Batıda bilim hesabına oluşan bu müsbet gelişme 19/20. yüzyılda insan aklının hayal edemediği seviyede peş peşe keşifler yapılmasını sağlamıştır. Önce sanayii devrimi olmuş ardından sibernetik devrimle batı bilim ve teknolojide olağan üstü bir seviyeye gelmiştir.19 ve 20 yy’d ameydana gelen önemli gelişmeleri kısaca özetlersem; 19.yy başlarında William Herschel, kırmızı ötesi ışınları yani görünmeyen ısı dalgalarını keşfetmiş, ardından Wilhlem Ritter; optik spektrumun öbür tarafındaki mor ötesi ultreviyole ışınları keşfetmiştir. 19. yy ortalarında Clerx Maxwel adlı bir diğer bilim adamı, yaptığı deneyler sonucu ışığın elektromanyetik bir dalga akımı olduğunu kanıtlamıştır. Maxwel, evrende çekim alanı ve elektromanyatik alan dışında başka kuvvet alanlarının da olabileceğini belirtmiştir. 19. yy sonlarında Albert Michelson ve Edward Morley adlı iki bilim adamı, ışık hızının boşlukta-uzayda yavaşlamadan sabit bir hızla yol aldığını deneyle kanıtlamışlardır. 19. yy sonlarına doğru da Henrich Hertz, radyo dalgalarını keşfetmiş, ardından Guglielmo Marconi radyoyu icad edilmiştir. Herzt, enerjinin dalga yayılması olduğunu, her hangi bir kimyasal ve fiziksel olaydan sonra ortaya çıkan enerjinin kaybolmadığını, hal değiştirerek te olsa varlığını devam ettirdiğini ileri sürmüştür. Bu durum enerjinin korunumu prensibi olarak belirtilmiş, fakat daha sora Einstein, enerji ve maddenin korunumu prensibini ayrı ayrı ifade etmenin yanlış olduğuna değinerek, yani enerji ve maddenin eşdeğerliliğini ileri sürmüş ve maddenin yoğunlaşmış enerji, enerjinin de seyreltilmiş madde olduğunu belirtmiştir. Bu arada enerji çeşitleri üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda Wilhelm Konrad Röntgen, X ışınlarını keşfetmiştir. 19.Asrın sonlarına doğru Marie ve Pierre Currie çifti de gama ışınlarını yani nükleer-radydaktif ışımayı keşfetmişlerdir. Böylece evrende mevcut elektromanyetik ışımaların hemer hemen tamamı (kozmik ışınlar hariç) keşfedilmiştir. Daha sonra bu ışımaların, güneşte nükleer patlama ile peş peşe ortaya çıktıkları anlaşılmış ve bu enerji çeşitlerinin dalga boyları tespit edilmiştir. Kısacası 18.yuzyil sonrası batı dünyası, bilim ve teknolojik gelisme yönüyle doğu dunyasinin ve islam aleminin önüne gecmistir.

20.Yüzyıla girildiğinde bilimsel gelişmelere parelel, teknolojide de önemli ilerlemeler olmuş ve önce buharla, petrolle işleyen makineler, tren, otomobil ve Uçak keşfedilmiştir. Daha sonra özel yakıtlarla işleyen jet motorlu uçaklar, elektrikle işleyen fabrika tezgahları ve çeşitli makineler, hızlı trenler keşfedilmiş, nükleer enerji ile işleyen gemiler ve enerji santralleri inşa edilmiş, 20 y.y sonlarına gelindiğinde elektronik sistemleri haiz otomobiller, gemiler, uçaklar, roketler, elektronik donanımlı-otomasyon sistemlerini haiz sanayi tezgahları yani fabrika yapan fabrikalar, elektronik tıbbı cihazlar ve çeşitli ev aletleri keşfedilmiştir. Bu arada belirtmemiz gereken bir husus; elektronik-bilgi çağının kapılarını zig zag mensubu bir bilim adamı açmıştır. Osmanlı Yugoslavya’sında çağının çok ilerisinde tasarımlar ortaya koyan Nikolai Tesla, Osmanlı devletinin bu tür çalışmalara değer vermeyişinden olsa gerek, 20. y.y başlarında Osmanlı yugoslavyasından ABD’ye göç etmiş ve tasarımlarını devlet desteğinde uygulamaya geçirmiştir. Tesla, ABD’ye gittiğinde önce Thomas Edison’la tanışmış ve ona tasarımlarını göstermiştir. Ancak Edison işin ticari boyutunu düşünerek sadece ampül üzerinde kafa yormuş ve gerçekte Tesla’nın hakkı olan ampülün mücidliğini üzerine tescil etmiştir. Oysa Tesla’nın tasarımları arasında ampülden başka aydınlatmada kullanılan doğru akımı altarnatif akima çeviren elektrik bobini-trafo, transformatör-jenaratör, elektrik motoru, floranslı ve flamanlı lamba, zayıf elektrik akımını kuvvetlendiren diyot; icad edilmeyi beklemekteydi, ki Tesla; daha sonra bu cihazları icad etme imkanı bulmuştur, en önemlisi tel ve kablo gerektirmeyen mikro dalgalar vasıtasıyla sağlanan elektronik iletişim sistemlerini, uzaktan kumanda cihazları, telsis tulefon gibi fosforik ışıma ve benzeri ışımalarla iletişimin yapıldığı cihazları keşfetmiştir. Bu arada Tesla’nın çağdaşı olan Nurmbert Werner’ de, dalga teknolojisinde önemli bir adım atmış ve radarı keşfetmiştir. Bu keşfin ardından John Logie Baird, proto tip T.V’yi keşfetmiş, 10 yıl sonra katot tüpünün icadıyla günümüz tüplü T.V icad edilmiştir. Daha sonra Haward Aikan tarafından proto tip elektronik bilgisayarlar keşfedilmiştir. 20. y.y sonlarına gelindiğinde T.V ve bilgisayarlar, hemen hemen her alanda, her sektörde ve evlerde kullanılır olmuş, özellikle bilgisayarlar, nerdeyse insanı devre dışı bırakacak şekilde çok maksatlı kullanılan bir vasıta olmuştur. Bu arada oldukça etkili-güçlü suni lazer ışını keşfedilmiştir. Lazer ışını, kırmızı elmas veya yakut içerisinden üst üste binecek şekilde geçirilen, dalga boyu 0,0001 cm alan ışık demetidir. Bu  ışınlarla elektronik alanda mikro boyutta teller birleştirilmekte-kaynak yapılmakta ve hassas­-mikro boyutlu ameliyatlar yapılmakadır. ABD başta olmak üzere malum bazı batı ülkeleri, bilim ve teknolojide öylesine ciddi ve önemli çalışmalar içerisine girmişlerdir, ki özellikle uzay teknoloji alanında yaptıkları keşiflerin pek çoğunu gizlemektedirler, ancak teknoloji transferi yapılmayacak formatlara sokulduktan sonra keşiflerini ortaya çıkarmaktadırlar. Bu arada belirtmem lazım. Rusya, Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan gibi devletler, kısa yoldan teknoloji casusluğu ile mesafe almaya çalışmaktadır. Ki 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı devleti ile Japonya da bu yolla mesafe almak istemiş, ancak üstün teknolojiyi haiz batı devletleri dünya savaşı çıkarma pahasına bu transferler gerçekleşmeden gereken hamleyi yapmislar ve bilim ve teknolojide kontrol ve inisiyatifi ellerinde tutmaya devam etmişlerdir, Bu arada eskiyen teknolojilerin transferine müsaade etnişlerdir.

Soru: Türkiye’nin bilim ve teknoloji seviyesi ne durumda

Cevap: Türkiye’de 19 yy’dan yani meşrutiyet döneminden itibaren bilimde ve eğitimde batı standartlarında kurumlaşmanın başladığı görülmektedir. Batının sanayi devrimine uyum sağlama amacıyla meşrutiyet döneminde batılı mühendisler nezaretinde  iplik fabrikası, dokuma fabrikası, kumaş fabrikası, kağıt fabrikası, top, tüfek fabrikası ve tersane tesis edilmiştir. Ancak avrupadan teknoloji transferi yeterli olmadığından bu tesisler; işletme, bakım onarım bakımından verimli çalıştırılamamıştır. Bu dönemde Askeri mühendislik mektebi, Tıbbıye, Darülfünün gibi yüksek eğitim ve öğretim kurumları oluşturulmuştur, ki bu kurumlar, İstanbul Üniversitesi (İÜ) ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ),’nin çekirdeği hükmünde  müeseselerdir. Kim ne derse desin bu kurumlar cumhuriyet döneminde kurulan bilim ve eğitim kurumlarının çekirdeğini, alt yapısını oluşturmuştur. Ancak cumhuriyet döneminde bu alt yapı değerlendirilememiştir. Bu arada bir fırsat daha çıkmış, 2. Dünya harbinde Almanya’dan kaçan bazı bilim adamlarına Ankara’da A. Ü kurdurulmuştur. AÜ’nün çatısı altında Fen Fakültesi, Ziraat, Orman ve Veteriner fakülteleri kurulmuştur, Daha sonra İzmir’de Ege üniversitesi (1958), 1960 ihtilalinden sonra TÜBİTAK kurulmuş (1961), ardından Erzurum Atatürk Üniversitesi (1962) kurulmuştur, ki Cumhuriyeti kuranların ortaya koydukları bilim ve eğitimin blançosu bu kadar. 1980 ihtilalinden sonra daha önce arzettiğim gibi üniversiteler, bağımsız kurumlar olmaktan çıkarılmış, YÖK merkezli araştırma faaliyeti olmayan eğitim kurumları haline getirilmiştir. Bu arada her ilde bir üniversite açma gayretine girilmiş ve bugün bir kaç ilimiz hariç hemen hemen her ilde bir üniversite kurulmuştur. Şüphesiz amaç; yüksek öğretimi yurdun her tarafına yaymak gibi görünse de, gerçekte devletin altından kalkamıyacağı yüksek maaşlı bir öğretim üyesi ordusunu barındıran ve diploma veren  kurumlar  oluşturulmuştur. Düşünün şimdi, her ilde bir Üniversite, ilçelerde değişik alanlarda eğitim veren yüksek okullar, ki lise sayısına ulaştı zannederim. Osmanlı devletinin son dönemlerinde ve cumhuriyetin ilk yıllarında bir tek üniversite için tahsisat ayırmakta zorluk çeken devletimiz, bu üniversitelerin bina, demirbaş, araç gereç ve personel ihtiyacını nasıl karşılıyor, benim aklım almıyor. İşin en kötü tarafı batıda 1980’lerden itibaren bilim ve teknolojide, her on yılda adeta yeni bir çağ atlanırcasına; hayret verici değişimler yaşanırken, malesef Türkiye’de devlet sırtında büyük bir yük olan TÜBİTAK ve bağlı araştırma merkezleri ile YÖK’e bağlı Üniversitelerimizde ciddi bilimsel ve teknolojik bir yenilik ortaya konulmamıştır. Tabiiki bunun sebebi kurulan binaların planı, araç ve gereç noksanlığı, hocaların ve öğrencilerin sayısı değildir, elbette… Bunun sebebi zihniyeti ve meşrebi bozuk yöneticilerdir. Öylesine kazara yeni bir icad yapılsa, projesi derhal parasal menfaat karşılığı batı orjinli bir kuruluşa aktarılmıştır.

Soru: Bilim ve teknolojide gelişmiş ülkelerin seviyesine çıkmak için sizce neler yapılmalıdır.

Cevap: Yapılacak iş çok basit ve çok kolaydır. Herşeyden önce dine saygılı bilim zihniyetini benimseyenlerle yola çıkıp, akılla birlikte vicdanları parlatmakla işe başlamak gerekir. Bu zihniyetin kabulünün ardından gelişmiş batı ülkelerinin bilim ve teknoloji seviyesini ve daha da ilerisini hedef alan akıllı ve vicdanlı, siyasetten uzak duran saglam ve milli düşünen bilim adamlarıyla en az on yada yirmi yıllık bir çalışma programı oluşturulmalıdır. Ne şekilde olursa olsun en son bilimsel yenilikleri ve en son teknolojileri transfer edecek stratejiler geliştirilmelidir. Bilindiği üzere 1950’lerdan sonra batıda her on yılda çağ atlanırcasına bilim ve teknolojide gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki; 1950’li yıllarda füze ve atom çağı, 1960’lı yıllarda uzaya açılma çağı, 1970’li yıllarda makine ve otomasyon çağı, 1980’li yıllarda elektronik ve bilgi işlem çağ, 1990’larda internet ve hızlı bilgi iletişim çağı, 2000’li yıllarda süper iletişim çağı, 2010’larda yapay zeka çağı ile baş döndürücü bir gelişmenin olduğu görülmektedir. Muhtemelen 2020 yılından sonra süper iletişim ve takyon çağına geçilecektir. Ki Türkiye’nin bu hedefe göre  bir çalışma programı hazırlayıp, teknolojik gelişmede ön alması gereklidir.

Bir diğer önemli husus, kendi kaynaklarıyla yaşayabilen, devlete yük olmayan yeni bilim ve teknoloji araştıma-geliştirme kurumları oluşturmalıdır. Devlete yük olanların da faydalı hale gettirilmesi yada başka amaçlara yönlendirilmesi gerekir.

Fakat enterasandır, pek zor olmayan ve devlete fazla yük olmayan böylesine bir çözüm yolu varken, 1993’te kurulan ve Türkiye’yi gelişmiş batı ülkelerinin bilim ve teknoloji seviyesine çıkarmak üzere görevlendirilen “Bilim ve Teknoloji yüksek Kurulu”nca alınan kararlara baktığımızda; bilim adamlarının sayısının ve bunların yapacakları ar-gel çalışmalarına ayrılacak tahsisatın artırılmasıyla yanı isitatistikleri yüksek oranlara çıkarmakla 2000’li yıllarda gelişmiş ülkelerin belki yakalanacağı belirtilmiştir. Şöyle’ki; Her 10.000 çalışan nüfüsa düşen 7 bilim adamı sayısının 14’e çıkarılması, araştırma-geliştirme için gayrısafi milli hasıladan ayrılan % 0,33 oranındaki payın, %1’e çıkarılması istenmiş, istekleri karşılanmış ancak 2000’li yıllara girilmiş olunmasına rağmen değil gelişmiş ülkeleri yakalamak, aradaki mesafe daha da açılmıştır, ki burada amacın, devletin imkanlarını biraz daha fazla bu sözde bilim adamlarına sunmak, biraz daha kadroları şişirmek, biraz daha fazla devleti sömürmek olduğu ortaya çıkmıştır.

Şüphesiz Bilim ve teknolojide batı seviyesine çıkmak için her şeyden önce siyasi irade gerekmektedir. İnşallah o iradeyi gerçekleştirecek bir siyasi toparlanma ve değişim olur…