Kader Gerçeği
Kader meselesi, önemli bir konudur. Çünki doğru açıklanamaması durumunda yani yanlış tevil edilmesi halinde insan hayatında, cemiyet hayatında ve en önemlisi ahiret hayatı cihetiyle telafisi imkansız maddi ve manevi zarara sebebiyet vermektedir. Bu nedenledir, ki kader; iman esasları arasına girmiştir. Her imani mesele gibi ilmi metotlarla isbatı gayretine girilmeksizin, yanlış tevillere itibar edilmeksizin, tartışmasız kabul edilmelidir. Şüphesiz yine her imani mesele gibi; kader konusunda da yanlışa düşülmemesi gerekir. Yani doğru bilgiyle mücehhez olunması yani iyi anlaşılması gerekmektedir. Kısacası her kes; kapasitesi ölçüsünde doğruyu öğrenme gayreti içerisinde olmaıdır.
İmani meselelerde açıklama yapanların da dikkatli davranmaları, özellikle kader konusunda ayet ve hadisleri tevil ederken, yorum ve açıklamalarda bulunurken çok sağlam kaynaklara dayanmaları esas olmalıdır.
Şüphesiz bir araştırmacı olarak bize düşen, doğru tevil yapanların yani müçtehit imamların söylediklerine göre kader meselesini açıklamaya çalışmaktır, ki kim ne derse desin müçtehit imamlara ve sünühat eserlere dayanmadan kaderle ilgili yapılan yorumlar ve açıklamalar; ya tümüyle yanlıştır yada eksik yorum ve açıklamalardır, ki bu tür yorum ve açıklamalar; malesef kafa karıştırmanın da ötesinde doğrudan itikadı bozmakta ve maalesef insanın küfür bataklığına düşmesine neden olmaktadır.
Evet! imani meseleler tezekkür ve tefekkür edilirken, özellikle yüce Allah ve mahlukat aleminin nasıl yaratıldığı hakkında düşünürken; her şeyden önce şu hususun iyi kavranması gerekir. Sonsuz ilim ve kudret sahibi yüce yaratıcının her fiili yani kudretinin her yansıması bir kanuna-prensibe-emre dayanmaktadır. Yine bilinmesi gerekir, ki kanunlar-prensipler-emirler itibari şeylerdir, vücüdları yoktur. Ancak ilahi irade ve kudretle varlıkların vücüda gelmesinde birer ölçü, birer mikyas, birer şart-sebeb olarak etkili olurlar. (Tabiat kanunlarının, tabiat olaylarının vücüda gelmesinde etkili olması gibi)
Eğer yaratılış anında ve sonrasında bir kanuna-prensibe-emire dayanılmamış olunsaydı mahlukat aleminde sistematik ve dengeli bir yapılanma, nizam ve intizam olmazdı, her şey karmakarışık yani hercü merc olurdu.
Evet! Nereye baksak bir kanuna-prensibe dayalı nizam-sistemli bir yapılanma, intizam-düzen ve denge görmekteyiz…Dolaysıyla yaratılanlara bahşedilen yaşam sürecinin ve ömrün de bir kanuna-prensibe-emre göre belirlenmiş olması mutlaka gerekir, ki uyulması hem zorunlu olan (tabiat kanunlarında olduğu gibi) ve hem de zorunlu olmayan yani insan ihtiyarına bırakılan (şeriat kanunlarında olduğu gibi) temel kanuniyete kader denilmektedir. Yaratılış olayı ve varlık aleminin yaşam süreci açısından, ehadiyet-tekillik kanunu kadar; kader kanunu da önemli ve etkili bir temel kanundur. Bu kanun, yaratılışın tesadüfi olmadığını, yaratılanların başıboş bırakılmadığını ve en önemlisi bir bütünün parçaları olarak her şeyin, yaratılmazdan önce bir plan ve programa yani bir ölçüye göre belirlendiğini ve de söz konusu plan ve programın açılımında ortaya çıkacak her şeyin yaratılmazdan önce yüce yaratıcıya malüm olduğunu bizlere göstermektedir.
Kader, arapça bir kelime olup, ölçme, biçme, planlama, programlama manasında dır. kur’ani manada da yüce Allah’ın planı, programı, ölçmesi, biçmesi ve takdir etmesi anlamındadır.
Kaderle ilgili Kuran-ı kerim’ de mealen şöyle buyurulmakta;“….İleri (gelecekte olacak) amelleri ve gerideki (geçmişte olmuş) eserleri kaydederiz. Biz her bir şeyi imam-ı mubin’de (apacık-klavuz niteliğinde hazırlanmış bir program halinde) yazıp, saymışız dir.” Yasin-12
Bir başka ayette de şöyle buyurulmakta; “ Yaş ve kuru hiç bir şey yoktur, ki kitab-ı mubinde (belirli-kesinleşmiş bir kitapta) bulunmasın” Enam-59
Bu ayetler, müteşabih yani teşbihli olduğundan ve abid ve alim olanlara mahsus derin bilgiyi haiz yada meleküt ilhama muhatap kişilerce ancak doğru açıklanabileceğinden; yorumlarken ve değerlendirirken çok dikkatli olunması gerekmektedir. Bu nedenle; kader meselesinin altından kalkan alim sayısı çok azdır. Pek çok islam alimi bu konuda ya yanlış tevil yapmışlardır. Ya da susmayı tercih etmişlerdir. Kısacası İslam kaynaklarında kader konusunda yapılan açıklama ve yorumlar oldukça azdır. Kafa karıştırmaksızın, doğru, kısa ve na bir şekilde açıklama yapan alimlerin sayısı damaddenin derinliği ile ilgili tespitler, genelde astrofizik, teorik fizik ve parçacık-kuantum fiziği ve fiziko kimya kapsamında yapılmaktadır. Şüphesiz gerçeğin araştırılması ve doğru bilgiye ulaşıaysıyla tabiiki kader üzerinde itikat bozucu, kafa karıştırıcı tartışmalar olmamalıdır, Ancak sağlam kaynaklara dayalı, doğru kavramlarla ve teşbihli açıklamalarla imanı inkişaf ettirecek şekilde müzakere yapılmasında bir mahsur olmasa gerektir. Kaldıki itikat bozucu yanlış tevillere itibar edilmemesi kader konusunda doğru açıklama ve yorumların yapılmasına her zaman ihtiyaç vardır.
Evet! Kaderle ilgili bir hadiste de şöyle buyurulmakta; “…..Allah zikirde her şeyi yazdı, tespit etti. Sonra O program dahilinde kainatı yarattı.”, Başka hadis te de kaderle ilgili şöyle buyurulakta; “ Allah, gökleri ve yeri yaratmazdan ellibin sene önce tüm mahlukatın kaderlerini tayin ve tespit etti.” (Burada zaman bildirmenin sebebi, ne kadar zaman önce sorusuna belirli-kesin bir tarihin verilmesi bakımındandır. Yoksa zaman biz dünyalılara göre farklı, bir başka yıldız veya gezegende farklı işlemektedir. Çünki gök cisimlerinin dönme hızına bağlı olarak zamanın işleyişi farklı olmaktadır. Astrofizik bilimi geliştikçe zaman meselesi de giderek açıklığa kavuşmaktadır).
Evet! Ayette ve hadiste buyurulduğu üzere, yüce Allah, yaratacağı tüm mahlukatın plan ve programını yani imam-ı mübini; lehv-i mahfuz denilen manevi bir kompütöre kaydetmiştir, ki sonsuz kudreti haiz yüce Allah’ın, yaratmak istediği yaş-kuru hiç bir şey yoktur,ki imam-ı mübin’de bir diğer ifadeyle lehv-i mahfuz’da kaydedilmiş olmasın…
Burada şu hususun da iyice bilinmesi gerekir. Kaderle ilgili imam-ı mübin, levh-ı mahfuz, kitab-ı mübin, külli irade, cüzi irade, kaza, ata, levh-ı mahv ve isbat gibi kur’ani tabirlerin manaları iyice anlaşılmadan kader konusunun tam idrak edilmesi mümkün değildir.
Kaderle ilgili en doğru, en kısa ve öz açıklama; 20. Asrın müçtehit imamı Bediüzzaman Said Nursi (K.S) tarafından telif edilmiş olan kader risalesinde yapılmaktadır. Bir giriş-mukaddeme olacağı kanaatiyle söz konusu risaleden, bazı parlak cümleleri iktibas ederek; konuyu açıklamaya çalışalım.
“Evet! şu kainat kitabının manzum mektubatı ve manevi ayetleri şahadet eder, ki her şey yaratılmazdan önce yazılmış, kaydedilmiştir. Vücüd ve hayat sahibi bütün varlıklarda kader kaleminin hükmü geçer. En basit eşyadan insana kadar her şey kader kanununa tabidir. Nitekim her şeyin vücudundan önce yazılı olduğunu, tohumlar ve çekirdekler açıkça göstermektedir.”
“Evet bir çekirdekte, br cihetle yaratılış kanunlarının bir ünvanı olan kitab-ı mübinden haber veren ve işaret eden, bir diğer cihetle ilmi ilahinin bir ünvanı olan imam-ı mübinden haber veren ve işaret eden kaderin iki veçhesi vardır. Biri, öldükten sonra tarihçei hayat namıyla tabir edilen geçmişte yaşanmış, anbean değişen şartlara göre oluşan tavırların, vaziyetlerin, şekillerin, fiillerin ve de o çekirdekten neşet eden ağacın dallarının ve yapraklarının tecellisi ile ilgili veçhesidir, ki. bu ciheti ili kader sonradan ap açık görünecektir. Diğeri ciheti de; henüz intaş etmemiş-açmamış söz konusu çekirdeğin hedeflediği ağacın maddi keyfiyetini ve vaziyetlerini ve heyetlerini tazammum eden program cihetidir, ki bu ciheti ile kader fihriste olarak çekirdekte mahfuzdur.”
“Bir incir çekirdeğinde koca incir ağacınının programı yazılı olmasaydı, elbetteki o incir ağacı ortaya çıkmazdı.”
“İmam-ı mübin esas kader defteri ise kitab-ı mübin kudret defteridir. Yani her şey, vücudunda, mahiyetinde; sıfat ve fiillerinde kemal-i sanatla gösteriyor, ki mükemmel bir kudretin yazması ve üstün bir iradeninn takdir etmesiyle görünür şekillere bürünmektedir. Demek o kudret ve iradenen külli ve umumi kanunlarının bulunduğu büyük bir defter var. Her bir şey’in özel vücudları ve özel suretleri ona göre biçilip, giydiriliyor. Ehli gaflet ve delalet ve menfi felsefenin mensupları, yüce yaratıcının bu levh-i mahfuzunu, irad-i rabbaniyenin bu basirane defterinin eşyadaki cilvesini tabiat namıyla adlandırmaktadırlar. Oysa, yaratışılış silsilesi içerisinde her biri, birer ayet olan mevcudatı; kaderin hükmüyle ve düstüruyla, levh-ı mahf ve isbat denilen zamanın sahifelerinde; kudret eli yazmakta ve icad etmektedir.”
“Madem kaderin eşya üzerinde gayet kolay ve basit tecellileri var, elbette umum eşyanın vücuda gelmesinden önce yazılı olduğu anlaşılır. Madem en basit ve en aşağı hayat mertebesinde olan nebat hayatı bu derece kader kanununa tabidir. Elbetteki en yüksek hayat derecesinde olan insan hayatı da bütün teferruatı ile kaderin hükmüne tabiidir.”
“Eğer kader ve cüz-i ihtiyariden bahseden adam, ehli-i huzur ve kamal-i iman sahibi ise, kainatı ve nefsini cenaba hakka verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı vardır, ki kaderden ve cüz-i ihtiyariden bahsetsin. Çünki, madem nefsini ve herşeyi cenab-ı haktan bilir, o vakit cüz-i ihtiyariye istinat ederek mesuluyeti deruhte eder. Kötülükleri kendinden bilir ve rabbini takdis eder. Dairey-i ubudiyette kalıp, teklif-i ilahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudur eden kemalat ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen müsibetlerde kaderi görür, sabreder.
Eğer kader ve cüz-i ihtiyarıden bahseden adam, ehli gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyariden bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i emmaresi, gaflet ve delalet saikasıyla kainatı sebeblere verip, Allah’ın malını onlara taksim eder. Kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve sebeblere verir. Mesuliyeti ve kusuru da kadere havale eder. O vakit, nihayette cenab-ı hakka verilecek cüz-i ihtiyari ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız bütün bütün onların hikmetine zıt ve mesuliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyyedir.”
Evet! kaderin iki cephesi vardır. 1- Mahlukatın sürdüreceği hayat seyirlerinin yani ömürlerinin tayin edilmesiyle ilgili plan ve program cephesi (imam-ı mübin). 2-Mahlukatın yaratıldıktan sonraki hayat seyirlerinin her anının yüce Allah tarafından algılanması ve gözlemlenme cephesi yani yüce Allah’a malum olan yönü (kitab-ı mubin), ki kader; her iki cephesiyle de; yüce Allah’ın ilminin ve kudretinin sınırsızlığını gösterir.
Evet! Kader, yüce Allah’ın sınırsız ilim sıfatına dayanan bir kanuniyettir.
Evet! Nasıl, ki mucize, keramet ve istidraç kapsamında bazı insanlar manevi bir dürbünle ard algı, ani algı ve ön algı yada duru görü şeklinde bir algılama ve görme imkanına kavuşmakta ise (şüphesiz yüce Allah’ın lütüf ve ihsanı ile olmakta) aynı şekilde yüce Allah’ta yarattığı mahlukatının her anını ve gelecekte vuku bulacak her türlü fiil ve eylemlerini algılamakta ve görmektedir. Esasen ara sırada da olsa böyle mucize, keramet hatta istidraç şeklindeki kudret yansımaları; geleceğin; Allah teala’ya ne kadar kolay malüm olduğunu ortaya koymaktadır. Bir kısım islam alimleri, bu hikmete binaen, kaderi; yüce Allah’ın sadece kudret sıfatı çerçevesinde ele alınarak kabul etmek gerektiği üzerinde durmuşlardır.
Evet! İslam alimlerinin genelde ittifak ettikleri kaderle ilgili en temel yorum; az önce ayetlerde, hadislerde ve sünühat eserlerde belirtildiği üzere; yüce Allah’ın bir kanunu olduğu ve insanın cüzi iradesi ile birlikte açıklanmasının zaruri olduğudur.
Kader kanununa göre bir bütünün parçaları kaabilinden tüm mahlukat alemi, yaratılmazdan önce eşya ve eşhas olarak belirli bir plan ve programa göre tayin edilmiştir, ki bu tayinin yapıldığı programa; kur’ani tabirle imam-ı mübin denilmektedir. Teşbihli bir ifade ile belirtecek olursak; bir ağaç modeline ait tüm özelliklerin ve model açılıldıktan sonraki hayat sürecinin, bir çekirdekte mevcudiyeti; kaderin imam-ı mübin ile ilgiliveçhesini gösterir, ki kaderin bu veçhesi yani imam-ı mübin; alem-i gaybe bakmaktadır..
Evet!, fizik ötesi ve fizik alemde yaratılmış olan kütlesiz veya kütleli, küçük veya büyük, canlı veya cansız; şuurlu veya şuursuz tüm varlıkların (cüzi iradeyi haiz akıllı varlıklar olan insan ve cinler de dahil) ömürleri-hayat süreçleri, birbirleriyle etkileşimleri; yaratılmazdan önce kader kanununa göre imam-ı mübin de belirlenmiştir (planlanmış, programlanmış, hesaplanmıştır) yani tayin ve tespit edilmiştir. Bu tayin ve tespit kur’ani tabirle levh-ı mahfuz denilen mahiyeti bilinmeyen manevi bir kompütöre kaydedilmiştir. Burada yaratıcı kudret değil sadece önceden tayin ve tespit ettiği fizik, kimyevi ve biyolojik oluşumların nerede ve nasıl ortaya çıkacağını bilmesi, yapmış olduğu plan ve programa ve belirlediği prensiplere göre, belirli zaman-mekan koordinatlarında yarattığı varlıkların anbe an cüzi iradeleriyle ortaya koydukları psikolojik, sosyolojik, v.d oluşumları da bilmektedir.
Evet! Varlıkların farklı farklı, cins cins, ferd, ferd yaratılış amaçları, yaratılış zinciri içerisindeki yerleri, bir vücuda ve ruha sahip olarak ne zaman ve nerede ortaya çıkacakları yada doğacakları; fiziki, kimyevi, psikolojik ve sosyolojik özellikleri ve fonksiyonları; cins-tür ve birey olarak teşkil edecekleri organizasyonların boyutları, sınırları ve ömürleri v.d sırri özellikleri, yaratılma olayından önce yüce Allah tarafından plan ve program bazında belirlenmiş olup, ister cüzi iradeyi haiz olsun, ister olmasın yaratılmalarından sonraki an be an meydana gelecek değişiklikler ve olaylar da yine yüce Allah’a daha önceden malum olmaktadır, ki kur’ani tabirle bu malumiyete kitab-ı mübin denilmektedir. Yani bir çekirdeğin açılmasıyla ortaya çıkan ağacın kök, gövde, dalları ve yapraklarından ibaret maddi özellikleri v.d heyeti-ı mecmuasıyla geçireceği hayat süreci (tarihçe-i hayatı), kaderin kitab-ı mübin ile ilgili veçhesini gösterir, ki kaderin bu veçhesi de alem-i şahadete bakmaktadır.
Evet! yaratıcı kudret, varlıkların hayat süreçlerini, kendi belirlediği prensiplere göre önceden planlamış ve programlamamış, tespit etmemiş ve gektiğinde müdahalede bulunmamış olsaydı, her halde evrenimiz böyle ahenkli, düzenli, intizamlı, dengeli ve sistemli olmazdı, her halda insan oğlu ortalığı bir birine katardı, her halde her şey hacü merc olurdu.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus şudur: Sebebsiz veya sebeblere dayalı yaratılış seyri, meydana gelen tabiat olayları, cansız ve canlı, şuursuz ve şuurlu, iradesiz ve iradeli madde ötesi yapıda ve maddi yapıdaki varlıklar imam-ı mübinde yani plan ve program safhasında iken vücud sahibi değildirler. Şu var ki, yaratılan her varlık imam-ı mübinde kendisine biçilmiş olan kalıba girmek, imam-ı mübinde belirlenen cüzi şuurla mücehhez olmak, imam-ı mübinde belirlenen prensiplere-kanuniyete uymak ve yine imam-ı mübinde belirlenen ömrü sürdürmek üzere yaratılmaktadırlar. Şüphesiz imam-ı mübinde belirlenmiş olsa da yüce Allah “ol” emrini vermedikçe, hiç bir varlık; vücüd, hayat ve cüzi şuur sahibi olamaz.
Kader kanununa göre varlıkların vücüd, hayat ve cüzi şuur sahibi olmalarına yani kader programının hayata geçmesine kur’ani tabirle kaza denilmektedir.
Eşyanın ve eşhasın yaratılışı ve daha sonraki türeyişi ile cüzi irade odaklı olayların ceryanı (fiziksel, kimyasal, biyolojik, psikolojik, sosyolojik yapılanma ve gelişme cihetiyle) yani kurani tabirle kaza; iki şekilde olmaktadır 1- Doğrudan ol emrinin verilerek (sebebsiz yaratılma). 2-İlk sebeb varlığın ol emriyle yaratılmasından sonra bir dizi tabiat kanununa ve zincirleme sebeblere baglı olarak. Hangi şekilde olursa olsun, ister zincirleme tabiat olaylarının yada sebeblerin oluşması şeklinde olsun, ister sebeb olmadan doğrudan hedefe-maksada ulaşma şeklinde olsun, yüce yaratanın ilim, irade ve kudreti ile kaderin kazası olmaktadır.
Allahu teala’nın kanunları-emirleri de yine iki şekildedir 1-Yapılması mutlak zorunlu olan kanunlar-emirler dir, ki tabiaat kanunları bu tür emirlerdendir. Bu emirlere uyanlar tehlikesizce hayatlarını idame ettirirler, aksi halde ya hayatları tehlikeye girer, ya malül duruma düşerler ya da ölürler. 2-Yapılması cüzi iradeye bırakılmış emirlerdir, ki kuran-ı kerimde buyurulan şeriat kanunları da bu türden emirlerdir. Bu kanunlara uyanlar; İmkanları yetersiz de olsa, yeterli de olsa dünyada sağlıklı ve huzurlu hayat sürdürürler ve ayrıca da ahiret saadetine kavuşurlar. Uymayanlar ise sağlıksız ve huzursuz bir hayat sürdürmeye ilaveten ahiret saadetinden de mahrum kalırlar.
Gerçek o ki, yüce yaratıcı tarafından cebren işletilen tabiat kanunlarıyla yani ilahi emirlerle tüm mahlukat alemi yaratılmıştır. Yani tüm mahlukat bir dizi kanunların işletilmesiyle vücüd ve hayat sahibi olmuştur. Evet! yaratılmanın bir başlangıcı vardır, ki bu gerçek bing bang teoremiyle bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Yine bilimsel olarak kanıtlanmıştır, ki o başlangıçtan itibaren evrenimiz genişlemektedir. Big bang teoreminde belirtildiği üzere termodinamik prensipler gereği belirli ısı derecesine ulaşıldığında (bu ısı derecelerine eşik hararet derecesi denilmekete), önce dört temel kuvvet alanına henüz ayrışmamış süper tek kuvvet alanı oluşmakta ve yüksek ısı derecelerinden aşağı doğru ısı kaybı oldukça süper tek kuvvet; dört temel kuvvete (Çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, zayıf nükleer kuvvet ve güçlü nükleer kuvvet) ayrışmakta, daha sonra bu kuvvet alanları negatif ve pozitif elektrik yüklü kütlesiz enerji dalgaları ile yine negatif ve pozitif kütleli parçacıklar haline dönüşmekte, parçacıklar; ters ve benzer elektrik yüküne haiz olmalarından kısmen çarpışmakta veya birleşmekte ve de kümeleşerek atom çekirdeklerini oluşturmaktadırlar. Atom çekirdekleri atomlara, atomlar gaz bulutlarına dönüşmekte, gaz bulutlarından da galaksi çekirdekleri, galaksi çekirdeklerinden galaksiler ve yıldız sistemleri oluşmaktadır, ki kısaca ifade edersek; güneş sistemi ve bu sistemin bir parçası olan dünyamızın oluşmasına kadarki yaratılış seyri şüphesiz kader kanununa tabi olarak ceryan etmiş bir sürectir. Dünyamızın sayısız canlı varlığın ve biz insanların yaşamasına uygun hale gelmesine kadar geçen sürec de yine kader kanununa göre cebren kaza edilmiştir, ki bu sürecin kıyamete kadar devam edeceği ve meydana gelecek tüm kozmik olayların ve tabiat olaylarının ne zaman, nerede ve ne şekilde olacağı da cebren yine kaderde belirlenmiş olup, yüce Allah’ın takdiriyle kaza edilecektir.
Evet! Her ne kadar varlıkları, bir yandan bir bütünün parçaları gibi bir biri ile ilişki içerisinde olacak şekilde; diğer yandan her bir mahlükunu ayrı ayrı bağımsız hayat sürecek şekilde programlamıştır. Yani yüce Allah, öylebir yaratıcı kudrettir, ki ister en küçük cesamette bir varlık olsun, ister ilahi sırları bilen en üstün marifeti haiz bir varlık olsun; vücüt ve hayat sahibi olmazdan önce hangi tabii ve sosyal şartlar içerisinde (insanın cüzi iradesini kullanması da bir nevi sosyal şart sayılır), nasıl bir hayat tarzı sergileyeceğini bildiği gibi. yaratıldıktan sonra da en küçük teferruata kadar nasıl bir hayat seyri sergileyeceklerini de bilmektedir.
Burada tekrar etmemiz gereken bir husus; yüce Allah’ın olacak her şeyi önceden bilmesinin, bir tespit olduğu yani ona malum olan bir görsel ve işitsel bir bilgi olduğudur. Yani “ilim maluma tabidir” kaidesince bilinmektedir. (Önceden yapılan hesaplamalarla ay ve güneş tutulmasının hangi tarihte hangi saatte olacağının bilinmesi gibi… Yada bir mühendisin, değişik veya aynı mühit ve şarlarda bir binanın inşasına geçmeden önce mühendislik ilminin gerektirdiği şekilde belirli prensipleri gözeterek, statik zemin hesaplarını, nirengi noktalarını, çizimleri, resimleri, a’dan z’ye gerekli olan her türlü malzemenin miktarını v.d detayları ve de inşatın başlama ve bitim süresini, ömrünün ne kadar olacağını ilmiyle belirlemesi dolaysıyla bilmesi gibi) Yoksa olacakları o seneryolaştırmış değildir. Evet! cüzi iradesi olmayan vücüd ve hayat sahibi varlıklar, tabiat kuvvetlerine bağlı ne gibi değişimler geçiriyorlarsa; cüzi iradesi olan varlıklar da (kuranı-ı kerimde bu varlıkların sadece cinler ve insanlar olduğu belirtilmekte) cüzi iradeleriyle neler yapıyorlarsa; fiiliyat olmadan önce yüce Allah’a malum olmaktadır. Yani burada tespit söz konusudur. Şüphesiz yüce Allah; tespit ettiklerini onaylamıyarak kazayı tehir edecek yada tamamiyle iptal edecek kudrettedir de. Evet! yüce Allah’ın gerekli görmesi halinde belirli kanuniyete göre yani ilahi adeleti gereği mücize, keramet ve hatta istidraç kapsamında kazaya ve dolaysıyla kadere tesir etmektedir. Nitekim yüce Allah, lütüf ve ihsan kaabilinden; istisnai olarak bazı kullarının kaderlerindeki şerleri, onaylamamakta yani kazayı iptal etmektedir.
Kuran-ı kerimde bu konuda şöyle buyurulmaktadır; “ …İşte ondan kütülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik, doğrusu o bizim muhlis kullarımızdandı.” Yusuf-24
Evet! Bir insan ki, yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket eder ve salih bir kul olmanın gereklerini yerine getirirse; elbetteki emniyet ve huzur içinde olmanın ötesinde cemiyete de faydalı bir insan olur. Bir insan ki, yüce Allah’ın emirleri hilafına hareket eder ve günahkar, isyankar bir kul olursa, elbetteki hem kendine, hem cemiyete zararlı olur. İşte bir birine zıt olan bu iki eylem tarzı kaderde mevcuttur. Yani hayrın ve şerrin ne gibi neticeler vereceği yüce Allah tarafından önceden belirlenmiştir, ki yüce Allah’ın ilmiyle kaderde belirlediği bu prensipler-kanunlar-emirler; peygamberler vasıtasıyla da insanlara bildirilmiştir. Ancak tebliğ edilen emirlere mutlak iteat etme gibi bir mecburiyete İnsanlar tabi tutulmamış, ruhi bir etkinlik olarak insana verilmiş cüzi iradeye yani seçme hürriyetine iş bırakılmıştır. Evet! İnsan, ap açık neticesi belli iki yoldan hangisine girerse o yol kaza haline gelmektedir.. Yani kaderde; her iki yol da belirlenmiştir. İnsan, cüzi iradesiyle hayr istikametine yönelirse o istikamette kaza olmakta, tabiiki hayra meyleden kulun kaderinde şer olsa da kaza edilmemektedir.
Evet! İnsanların cüzi iradelerinin etkili olmadığı hallerde eşya ve eşhas ile iligili kaderde ne varsa yani yaratılış kanunlarına yada tabiat kanunlarına bağlı olarak neler olacaksa, yani kaderde ne varsa aynen kaza olmaktadır. Ancak, insanların ve cinlerin odak oldukları eşya ve eşhasla ilgili kaderin kazasına gelince, burada yüce Allah; insanların cüzi iradelerine bakmaktadır. Yani kaderin kaza edilmesinde cüzi irade şartı öne geçmektedir. Yani yüce Allah, insanların iyilik ve kötülük istikametindeki niyet, istek ve meyillerine bakarak kaderi onaylamakta-kaza etmekte, yada onaylamamakta-kaza etmemektedir. Bir diğer ifadeyle insanların cüzi iradelerini nazara alan yüce Allah; İsterse kaderin kazasına izin-onay vermekte, isterse atasıyla yani lütüf ve ihsanı ile kazaya müdahil olmaktadır. Buda şu demektir; yüce Allah, gerektiğinde direkt (sebebsiz) veya endirekt (sebebli) etkili olacak şekilde; bazı insanlara istimdat etmekte ve şerden ve müsibetlerden onları korumaktadır. Kaderde tayin ve tespit olunan şeyin onaylanmamasına yani kazanın olmamasına; kur’ani tabirle ata denilmektedir. Ata; yüce Allah’ın lütüf ve ihsanı manasında bir kelimedir.
Bu konuda kuranı kerimde şöyle buyurulmaktadır: “….Her kese, onlara ve başkalarına; rabbin atasından imdat ederiz. Rabbin atası, elbetteki men edilmiş değildir.”
Evet! Varlık sahasına çıkmayan şeyler; kaderde vardır, fakat kaza edilmemektedir. Yani vücuda gelen-yaratılan her şey hem kazadır, hemde kaderdir. Ancak kaderde olan her şey kaza edilmemektedir. Kaza edilmemesinin sebebi ise yüce Allah’ın atasıdır. Yani lütüf ve ihsanıdır. Şüphesiz ata kanununu harekete geçiren sebebler de yine yüce Allah tarafından insanlara ilham edilmekte, ancak bu ilhama itibar edip etmeme yine kulun cüzi iradesine bırakılmaktadır..
Evet! Yüce Allah, tövbe etmeyi ilham etmeseydi ve Hz. Adem vicdanıyla rikkate gelip bu ilhama yapışmasaydı, lütüf ve ihsana nail olabilirmiydi? Elbetteki hayır! Bu şekilde iltimasa mazhar kullar, Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunların seçkinlikleri, şüphesiz o kullar yaratılmazdan önce yani ezelde yüce Allah’a malüm olmuş ve lehfv-I mahfuza kaydedilmiştir, ki bu kullar, zahirde yani görünüşte amelleriyle olumsuz bir manzara içinde olsalarda, ahir ömürlerinde (cehenneme bir karış kala bile olsa) işledikleri hayırla mutlaka cenneti kazanırlar. Şehitlerin de, cenneti kazanmaları böyle olsa gerek. Bu nedenle her günahkar kulun, cehenneme yakın olduğu kadar, tövbe-istiğfar ile, iyiliğe-hayra meyletmesiyle cennete de çok yakın alacağını söylenebilir.
Kader, kaza ve ata kanunlarının işlemesini ve bir biriyle ilişkisini şöyle bir benzetmeyle açıklayabiliriz: Bizim elimizi kaldırmamızı düşünmemiz kader, kaldırmaya karar verip elimizi kaldırmamız kaza, elimizi kaldırmayı düşünmemize rağmen, şu veya bu sebebten kaldırmamamız ise atadır.
Evet! Kader, kazadan şümüllüdür Yani kaza edilen her şey kaderde vardır. Ancak kaderde olan her şey kaza edilmemektedir. Kaza edilmemesinin sebebi ise yüce Allah’ın atasıdır. Yani lütüf ve ihsanıdır.
Gerçek o’ki kader kanunun işleyişi ile zıt kutupluluk kanununun (yaratılış ve türeyişle ilgili temel bir kanun) işleyişi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yüce Allah her şeyi her şeyi zıttıyla ve de çift olarak yaratmıştır. Evet! Mahiyeti bilinmeyen ruhi kademeleşmeden (en latiften az latife doğru sıralarsak; gönül, nefis, can, nur şeklinde adlandırılmaktadır),öz enerji-takyon kademeleşmesinden (Dört temel kuvvetin enerji yoğunluk sıralaması şöyle, yer çekimi kuvvet alanı, elektromanyetik kuvvet alanı, nükleer zayıf kuvvet alanı ve nükleer güçlü kvvet alanı olarak adlandırılmakta) mahiyeti bilinen tabii eneji kademeleşmesine (farklı ışık tayfları, farklı ısı dereceleri v.d enerji çeşitleri) kadar, parçacıklardan atom çekirdeklerine ve atomlara kadar, gaz elementlerden, sıvı, yarı sıvı ve katı elementlere; bileşiklere kadar, irili ufaklı tüm eşya negatif veya pazitif elektrik yüklü yani zıt kutuplu yaratılmıştır. Aynı şekilde hayat ve şuur sahibi tüm varlıklar da yine zıt kutuplu olarak yaratılmışlardır. Yine kavramlar da zıt karekterdedir. Hayr ve şer, İyi ve kötü, güzel ve çirkin, müsbet ve menfi, evet ve hayır, kabul ve red, istemek veya istememek ila ahir zıt kutupluluk kanunu; yaratılışın en önemli temel kanunlarındandır. Şüphesiz insanlarda bu kanun da cüzi irade dahilinde işlemektedir
Evet! kaderin kazası, zıt kutupluluk kanununa göre olmaktadır. Zıt kutupluluk kanunun, İnsanlar cihetiyle işleyişi de; cüzi iradeni kullanılması şartına baglanmıştır. Yani insan; zıtlardan hangisine meylederse, neyi isterse; yüce Allah külli iradesiyle ve mutlak kudretiyle onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan yani cüz-i irademizle yaptığımız tek şey, ya istemek yada istememek, ye yapmak yada yapmamak şeklinde karar vermektir. ötesi Yüce Allahtandır. Yemeği ağzımıza götürdükten sonra bağırsaklardan dışarı atılana kadar, bizim hiç bir şey yapmamamız gibi, vücüdümüzdaki metobolizma faaliyeti kendiliğinden mi olmakta? Yada fabrika gibi işleyen sindirim sistemimiz kendiliğinden mi çalışmakta? Aynı şekilde başta insan olmak üzere tüm canlıların hayatlarını ideame ettirmede önemi haiz olan atmosfer olayları kendiliğinden mi olmakta? Elbette hayır! Bizim İstediğimiz fiillerin oluşmasıiçin vücüdumuzdaki organlarımızın çalışmasından tutun, kainatta yapılması gerek pek çok faaliyete kadar, tüm fiiller yüce Allah’ın külli iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Örneğin; görme fiilinde insanın elinde olan şey, helal veya haram olan manzaralardan birisine bakmayı tercih etmekteir. Bundan sonrası , yani görmemizi sağlıyan dahili ve harici şartların yaratılması yüce Allah’a aittir. Çünkü görmek için gerekli gözdeki faaliyetleri, görmeye sebeb olan güneş ışığın ve diğer şartları yaratan yüce Allah’tır. Bu durumda bir kimse kendi iradesiyle ahlak dışı bir kitabı okusa, yada bir resme veya açık saçık gezinen bir kişiye göz takılmasının ötesinde hususen baksa; diyebilirmi ki, “ne yapayım, bunları bana güneş ışığı gösterdi” Şüphesiz haram şeylere irade dışı göz takılması, irade dışı yapılmaması gereken fiil ve eylemlerin yapılması yada böyle eylemlerin olmasına katkıda bulunulması ayrı bir meseledir.
Evet! İnsanla ilgili kaderin iki yönü vardır. 1. Yönü, cüzi iradesiyle güc ve kaabiliyetinin elverdıği eylemlerle ilgilidir, ki bu yönüyle insan sorumludur. Yüce Allah insanın bu yöndeki fiil ve eylemlerine bakarak ya isteğini onaylamakta yada onaylamamaktadır. Yani yüce Allah; ya nimetler ihsan etmekte, saadet ve huzur vermekte. Ya da müsibetler ve felaketler vermektedir, bu cihetle fert planında; sorumluluk halka halka genişlemekte ve nihayet ferdin cüzi iradesinin ve gücünün dışına taşmaktadır. Kaderin, insan iradesini ve gücünü aşan 2. Yönü tamamen külli irade ve mutlak ilahi kudret tahtında meydana gelmetedir, ki bizim irademiz dışında meydana gelen nahoş olayları; bize zararı dokunsa da dokunmasa da niçin, neden diye sorgulamamız gereksizdir. Bu şekilde insanın başına gelen nahoş olaylar, tabiiki yüce Allah’ın izni-onayı ile meydana gelmektedir. Biz ancak cüzi irademiz dahilinde kendi yaptığımız, hataları, kötülükleri; öz eleştiri kaabilinden sorgulayabilriz.. Çünkü sorumlu biziz.. Bu nedenle islam alimleri ‘Kesb-i şer şerdir, Halk-ı şer şer değildir” demişlerdir. Yani kulun yaptığı-işlediği şer, şerdir. Fakat kulun iradesi dışında meydana gelen şer, gerçekte şer değildir. Evet! yüce Allah’ın takdiriyle bizim irademiz dışında meydana gelen hoşumuza gitmeyen ve bize zarar veren şerleri, şer olarak kabul etmemek gerekir. Çünkü bu şerlerin önünde arkasında bizim bilemediğimiz hikmetler ve adalet gizlidir. Yani şerler; yüce Allah’ın bildiği, bizim bilmediğimiz haksızlıklara, zülme kesilen cezalar olarak karşımıza çıkabileceği gibi, gözle gördüğümüz, ancak elimizden bir şey gelmeyen, mani olamadığımız seyyiata-kötülüklere, zülüm ve haksızlıklara kesilen cezalar olarakta karşımıza çıkabilir. Ayrıca bizim bilmediğimiz bedduaların neticesi de olabilir. Bu durumda her ne olursa tevekkülle karşılamak gerekir.
Şu da bir gerçektir, ki halk-ı şer dolayısıyla çekilen sıkıntılar, eziyetler, zülümler iki şekilde insanı etkilemektedir. Ya biz hak etmişisizdir, dolaysıyla günahlarımızın kefaretidir. Neticede günahlarımızın cezasini çekmiş oluruz ve ahiret hayatı cihetiyle bir borç kalmaz. Ya da aynı yerde, aynı toplum içinde olmak yüzünden başkalarının çekmesi gereken sıkıntıya, eziyete, zülüme katlanmak durumunda kalınmaktadır, ki bu durumda yüce Allah, masumluğun mükafatnı sonradan verir (dünyada veya ahirette). Evet! Savaşlarda, deprem v.b tabii afetlerde vefat eden masumların mükafatını, elbetteki yüce Allah verecektir. Öte yandan İnsanın iradesi dışında başına gelen bazı olaylar; şer gibi görünse de, hayra sebeb olabilir. Kaderin bu şekilde tezahürü, insanın hoşuna gitmemesi bir yana, bir müsibete veya bir haksızlığa uğrama şeklinde de olabilir, ki bu durum ilerde bilinmedik bir hayra sebebiyet vereceği gibi, yüce Allah, atasıyla da, bu durumu o insanın yine bilmediği bir hayra çevirebilir.
Evet! Günümüzde görünüşe bakıldğında sanki hayatın seyri insanların, toplumların ve devletlerin elindeymiş gibi anlaşılmakta. Oysa gerçekte hayat çarkı Allah’ın dilemesi ve takdiriyle dönmektedir. O istemedikçe ne bir insan, ne de insan toplulukları ve ne de devletler bir iş ve eylemde bulunabilirler. Öyleki devletlerin ve siyasi iktidarın yaptıkları işler, halka zarar verir durumda olsa ve kendi menfeatlerine fayda sağlıyacak gibi görünse de, yüce Allah; yapılan işleri halkın menfeatine faydalı hale getirebilir. Şüphesiz burada halka faydalı oldu diye, maksadı halka zarar verme pahasına iş yapanlara manevi bir mükafat yani sevap olmaz. Tersine kötü maksatla yaptıklarının vebali boyunlarında kalır. Yani bir kötülükten sonra hayr’ın ortaya çıkmasının sevabı olmadığı gibi o kötülüğün cezası da kalkmaz.
Şu da bir ayrı hakikattir ki, insanın cüzi iradesinin bir yere kadar etkili olduğunun (gerisinin yüce Allah’ın takdirine ait olduğunun) kabülü, insanın başından geçen olumlu veya olumsuz olaylarla ilgili niye şöyle veya böyle oluyor? Şeklinde haddini aşan, yanlış düşüncelere kapılmamasını sağlamakta ve insanın hilafet emaneti yada emanet-i kübra denilen çok ağır sorumluluk altında ezilmesine mani olmaktadır yani insanın yükünü hafifletmektedir. Yani insan, iradesi ve gücü dahilinde her türlü tedbire başvurduktan sonra iradesi ve gücünün yetmediği durumda tevekkül etmeli, metanet göstermeli, kadere ve kazaya rıza göstermelidir. Ne türlü müsibetle karşılaşırsa karşılaşsın anlamsız telaşa ve çırpınışlara, isyanlara girmeden, normal bir insan gibi üzülmelidir. Fakat malesef imanı zayıf insanlar değil çok yakın birisinin ölümü karşısında, bir hastalık durumunda bile feryad figan etmekte boş yere telaş ve şikayetler etmektedir. Kaderin iki yönünü tartan bir müslüman böyle durumlara düşmez, düşmemelidir.
Ne varki, pek çok millette görüldüğü gibi bazı müslümanlar da, kaderi yanlış anlamaktadırlar, ki güc ve kuvvet yani imkanlar elvermesine rağmen “neyapalım kader böyle imiş” demektedirler ve kendilerini sorumlu durumdan azade etmektedirler. Yani irade kullanmadan, bir eylemde bulunmadan miskin miskin oturmaktadırlar, ki bu durum gerçekte kaderi yanlış anlamanın ötesinde küfürdür.
Kaderin bir diğer yanlış anlaşılması da;“ Her şey benim iradem dahilinde oluyor” denilmesidir, bu durumda başa gelen bütün olayların sebebi olarak, insan sadece kendisini görmekte ve yüce Allah’ın kudret ve iradesini tanımamak veya görmezden gelmek gibi bir büyük yanlışa düşülmektedir, ki bu anlayışta yanlış anlamanın ötesinde küfürdür.
Şüpnesiz, insanın sorumluğu, onun teşebbüs kabiliyetiyle ve yüce Allah’ın lütfettiği imkanlarla, mal ve mülkle orantılı olarak genişlemekte ve daralmaktadır. Kaderdeki hikmet ve adelet, elbetteki bu daralan ve genişleyen imkanı, malı, mülkü , iktidarı veya gücü de dikkate almaktadır. Kaderdeki hikmet ve adelet, elbetteki herkesin elindeki nimetlere göre olacaktır. Elbetteki kaderin, zengin için ayrı, yoksul-fakir için ayrı; işçi için ayrı, patron için ayrı, çöpçü için ayrı belediye başkanı için ayrı, amir için ayrı, memur için ayrı; hakim için ayrı, savcı için ayrı kadın için ayrı, koca için ayrı; baba için ayrı, evlat için ayrı bir muhtevası olacaktır. Ancak sonuçta herkes sorumluluğu ölçüsünde; hayra ve şerre cüzi iradesini kullanmasına göre mükafata veya cezaya nail olacaktır, ki söz konusu ceza ve mükafatın miktarı-ağırlığı tabbiki elindeki nimetlerle orantılı olarak, hafif veya ağır olacaktır.
Gerçek şu ki, kader; kulun teklif ve mesuliyetten (sorumluluktan) kendini kurtarması için değil, belki kulun kendine pay çıkarmaması ve gururlanmaması için imani esaslarından olmuştur. Yani mümin kul her şeyi, nefsini yüce Allah’a vere vere en sonunda sorumluluktan kurtulmamak için karşısına cüzi irade çıkmakta ve onun sorumluluğunu hatırlatmaktadır. Öte yandan iyilikler ve hayırlı ve faydalı işler yaptığında da karşısına kader çıkmakta ve haddini bil! Bunları yapan sen değilsin demektedir
Kuran-ı kerimde bu konuda şöyle buyurulmaktadır;
“Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” Saffat-96
“Yer yüzünde ve sizin başınıza gelen her hangibir müsibet yoktur, ki biz onu yaratmazdan önce o bir kitapta bulunmasın, Doğrusu bu Allah’a çok kolaydır.” Hadid-22
Evet! Yüce Allah söz konusu anlayışların yanlışlığını göstermenin yanında imkanların. malın, mülkün, mevkiin, makamın da; ne denli geçici olduğunu şu ayetle bildirmekte:
De ki;“Mülkün sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Bütün hayr senin elindedir. Doğrusu sen her şeye kadirsin.” Ali imran-26
Ayetlerde, hadislerde ve sünühat eserlerde gayet açık ve net ortaya konulmasına rağmen yine kader konusunda yanlış tevillerin yapıldığını görmekteyiz Yanlış tevilde bulunanların bir kısmı, cüzi irayi kabul etmemekte, işlediği şerlerin mesuliyetini Allah’a vermekte (cebriyye); bir kısmı da, işlenen şerri de, hayrı da cüzi iradeye bağlamakta; Yüce Allah’ın ilim, irade ve kudretini görmezden gelmektedir (Mutezile). Her iki tevilde de insaf ve adaletin olmadığı, şu vereceğimiz misalden anlaşılacaktır: Bir kişi bir adamı tüfekle vurmuş olsa ve vurulan ölse; cebriyecilere göre tüfekle ateş eden adam mesul değildir. Çünkü o ateş etmeseydi de, ölüm o adamı yine bulacaktı. Mutezileye göre ise tüfekle ateş eden mesuldür. Çünkü tüfekle ateş edilmeseydi adam ölmeyecekti. Bu iki şekilde kaderin tevili elbette yanlıştır. Doğrusu şöyledir (Ehl-i sunnetin kader anlayışı); Evet! Tüfekle ateş eden mesuldür. Fakat adama ateş edilmeseydi, onun ölüp ölmeyeceği bizce meçhuldür. Allahu teala’nın neyi, nasıl takdir edeceğini biz bilemeyiz. Yani tüfekle ateş edilmeseydi adam ölebilirdi de, ölmeyebilirdi de.
Evet! Doğrusu, fiilimizi yaratan yüce Allah’tır, fakat isteyen talep eden biziz. Dolaysıyla mesuliyet te bize aittir. Şüphesiz, yüce Allah, insanlara öyle bir özellik vermiştir, ki vicdan yada kalbi ölçü denilen bu özellik dolaysıyla her insan; hayrın, şerden, üstün olduğu ilhamına mazhar olur ve yüce Allah, şerre meyleden her kulunda bu anlayışı öne geçirir. Ancak buna rağmen kul şerre meyleder ve şerri işler. Bu nedenle bütün şerler nefisten, bütün hayırlar Allah’tan dır. Çünki cüzi iradesiyle şerre meyledene bile o şerri işlememesi için ilhamda bulunulmakta, velev ki, şer işlenmese; o kul diyebilirmi, ki hayrı ben cüzi irademle işledim.
Kuranı kerimde bu konuda mealen şöyle buyurulmakta; “ Ey İnsan! Sana gelen her iyilik Allah’tan dır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.”Nisa-79
Evet! Hilkatin gerçek amacı her ne kadar yüce Allah’ı tanımak ve bilmek ise, bu tanıma ve bilmeden maksat ta insan olarak olgunlaşmak, yüce Allah’a yakınlaşmak ve nun iradesiyle bütünleşmektir, ki bunun yolu da; yüce Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan geçmektedir. Yani kötülüğe meyletmemek, iyliğe meyletmek yönünde cüzi iradeyi kullanmaktan geçmektedir. Şüphesiz tüm kötülüklerin kaynağı nefs-i emmaremizdir. Yani olgunlaşmamış nefsimizdir. Buna karşılık tüm iyiliklerin kaynağı yani iyilik yapmızı sağlayan yüce Allah’tır.
Evet! Risale-i nur’dan yani kader risalesinden kısa ve parlak bir açıklama ile kader konusuna son noktayı koyalım dersek: “Evet! Kur’anın dediği gibi insan seyyiatından tamamene mes’uldür. Çünkü, seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nevi’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder.-Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi- Fakat, hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü; hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i ilahiye ve icad eden kudreti rabbaniye’dir.
Ali Kömürcü
Başta Risale-i Nur olmak üzere v.d sünuhat eserlerden derlenmiştir.