Ol deyince olduran, gönülleri imanla dolduran Yüce Allah’ın 99 adıyla; Ya Bismillah:
Malumunuz Allah Teâlâ isimlerinden bir kısmını Habib’ine vahy edip tüm ümmet-i Muhammed’e bildirdiği gibi bir kısmını da kendi ilminde gizlemiştir. Ama bu demek değildir ki, tüm ümmet-i Muhammed Yüce Allah’ın isimlerinin mana ve ruhuna eşit derecede vakıftır. Hiç şüphe yoktur ki, havas ehlinin vukufiyetiyle avamın vukufiyeti arasında derin farklılıklar vardır. Zira bu farklılık ilim tahsil etmekle alakalı bir farklılıktır. Dolayısıyla avam her halükarda Yüce Allah’ın 99 ismini ehlisünnet âlimlerin bizatihi kendisinden ya da yazdıkları akaid ve tevhid kitaplarını okuyaraktan öğrenmek durumundadır. Kaldı ki, beşeri sınıf içerisinde havas ehlinin hem kendi arasında hem de rabbani âlimler arasında 99 ismin mana ve ruhuna vakıf olmak bakımdan farklılıklar söz konusudur. Her ne kadar farklı idrak seviyeleri algılamalar olsa da sonuçta beşeri sınıfı içerisinde ister avam, ister havas, ister evliyaullah olsun hiç fark etmez tüm beşeriyet tek bir isme değil 99 ismin tamamına muhatap olarak hayat bulmakta. Öyle ki, 99 ismin tamamının beşeriyet üzerindeki tecelli dairelerinin tezahürüne baktığımızda, öyle isimler var ki doğrudan Allah’ın varlığının ispatına yöneliktir. Öyle isimler de var ki, Yüce Allah’ın eşi ve benzerinin olmadığına ve tüm mahlûkatın O’na muhtaç olduğunun hatırlatılması için tezahür etmekte. Cümle isimlerin tecelli dairelerine tam tekmil bir bütün olarak baktığımızda ise tüm kâinatta yaratılan her ne varsa, yani canlı cansız hiç fark etmez zerresinden kürresine El-Hâkim ismiyle idaresine sahip tek yegâne gücün Yüce Allah olduğunu görebiliyoruz pekâlâ. Böylece bu bilinç doğrultusunda ‘Bir’ olan Yüce Rabbimizin isimlerini dualarımıza kataraktan hayat bulup hem hacet dileriz hem de afvu mağfiret. Nitekim her dua edişimizde:
Ya Gaffar derken; Ey günahları affeden,
Ya Rahim derken; Ey Kullarını acıyan,
Ya Settar derken Ey günahları örten,
Ya Tevvab derken; Ey tövbeleri kabul eden,
Ya Rahman derken; Ey rahmet eden,
Ya Âlim derken; Ey halimizi en iyi bilen,
Ya Aziz derken; Ey herkese hükmü geçen,
Ya Kadir derken; Ey her şeye gücü yeten vs. nidalar eşliğinde boyun bükerekten ellerimizi açıp öyle başlarız dualarımıza. Böylece Yüce Allah’ın esma-i ilahiyesinin tecelli daireleri hayatın her alanına sirayet edip zerreden küreye, virüs ve bakteri gibi en küçük tek hücreli mikroorganizmalardan en kompleks çok hücreli canlı organizma türlerine, cemadattan nebatata, nebatattan hayvanata, hayvanattan tüm insanata yeter artarda. Hele bilhassa Yüce Allah’ın 99 isimlerinden Rezzak isminin bereketi sayesinde cümle mahlûkat hayat bularak hayatını idame etmiş olur. Hem nasıl cümle âlem hayat bulmasın ki, bir bakıyorsun icabında bir damla su ‘damlaya damlaya göl olur’ misali Yüce Allah’ın Kadir isminin yüzü suyu hürmetine bir anda derya olup kıraç susuz topraklara ve tüm susuz canlara ab-ı hayat olabiliyor. Tabii böylesi bir ab-ı hayat karşısında kendini Allah’a adamış hakiki müminler “Allah (c.c) her şeye kadirdir” demekten kendini alamaz da.
Malum su denildiğinde ab-ı hayat akla geldiğinden bir iyilikle karşılaştığımızda su gibi aziz ol deriz de. Hiç kuşkusuz suyun dışında da ab-ı hayat kaynaklar söz konusudur. Mesela pek çok kaynak arasında Yüce Allah’ın isimlerinin tecelli daireleriyle boyanmaya çalışmakta ab-ı hayattır elbet. Nitekim İmamı Gazali “Biliniz ki kulun olgunluğa ermesi Allah’ın isim ve sıfatlarının edebiyle süslenmekle mümkündür” derken besbelli ki bu hususta süslenmekten maksadın Kur’an ahlakiyle boyanmak manasına bir ab-ı hayatın varlığına işaret etmekte. Öyle ya, müminler olarak şayet büyük bir edeb dairesi içerisinde Yüce Allah’ın isimlerini anaraktan boyanmaya çalışırsak biliniz ki Rasulullah (s.a.v)’in beyan buyurduğu şu müjdeye her an mazhar olmamız mümkündür diyebiliriz: “Allah Teâlâ’nın 99 ismi vardır ki, onları sayan ve hıfz eden cennete girer.” (Buharı)
Hatta Arifler bu zikredilen hadis-i şeriften hareketle cümle beşeri sınıf içerisinde müminlerin Allah’ın isim ve sıfatlarını anaraktan boyanmaya çalışırken bulunduğu konumlarına göre nasıl derecelendiklerini şöyle açıklık getirirler de:
“-Avam (halk) Esma-ül Hüsna’nın lafzına aşina olaraktan, yani zahiri çıplak manasını zikrederek boyanırlar,
-Havas (âlimler) Esma-ül Hüsna’nın neye işaret ettiğini düşünerekten, yani ilmen zikrederek boyanırlar,
-Veli kullar ise Esma-ül Hüsna’nın mana ve ruhuna maneviyattan haiz olaraktan, yani kalben zikrederek boyanırlar.”
İşte görüyorsunuz cümle mahlûkat içerisinde Allah’a inanmış tüm müminler Allah’ın 99 isminin tecelli dairelerine kendi idrak seviyelerince zikrederekten istifade etmekte. Böylece her bir mümin gücü ölçüsünce maneviyatta hissesine düşen payı kadar hayat bulmuş olur. Malumunuz, Allah adı tüm 99 ismin tamamını kapsayan tek isimdir. Yani bu demektir ki, Yüce Allah’ı sırf Lafza-i Celal ismiyle de (Allah adıyla) anmak 99 ismin tamamını anmak gibidir. Şayet Esma-ül Hüsna isimlerinden biri veya birkaçı zikredildiğinde ise 99 ismin tamamını kapsamayıp sadece zikreden üzerinde zikredilen ismin mana ve ruhu tecelli edecektir. Nasıl mı? Şayet bir mümin Yüce Allah’ın 99 isimlerinden:
-Es-Selam isminin mana ve ruhuna sadık kalaraktan halis niyetle zikrettiğinde bu ismin tecellisi olarak selamete ermiş olacaktır.
-El- Hâkim isminin mana ve ruhuna sadık kalaraktan halis niyetle zikrettiğinde bu ismin tecellisi olarak had hudud bilip bilhassa Allah’ın kullar üzerindeki hakkını gözetecek bir hal üzere olacaktır.
-El-Rezzak isminin mana ve ruhuna sadık kalaraktan halis niyetle zikrettiğinde bu ismin tecellisi olarak maddi ve manevi rızık endişesine kapılmayacaktır.
-El-Settar isminin mana ve ruhuna sadık kalaraktan halis niyetle zikrettiğinde bu ismin tecellisi olarak kendi dışında mümin kardeşlerinin kusurlarını görmez olacaktır.
İşte bir mümin sıralanan bu isimlerin hangisini anarsa ansın sadece andığı o isimlerin mana ve ruhuyla cilalanmış olur. Hele birde o müminin Allah’ın isimlerini hakkıyla yâd ettiğini bir düşünün eninde sonunda Kur’an ahlakıyla boyanacağı muhakkak. Aksi halde Allah’ı hakkiyle zikretmeyen bir müminden güzel ahlak çıkmaz. Ama şu da bir gerçek, biz aciz müminler olarak Allah adını hakkiyle anmadığımız halde bir bakıyorsun Yüce Allah (c.c) ‘Er Rahim’ isminin tecellisi olarak bizleri merhametiyle affedebiliyor. Bu yüzden müminler olarak Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Kaldı ki kâfirler bile Yüce Allah’ın ‘Er- Rahman ve Er-Rahim’ isminin tecellisinden istifade edip dünya nimetlerinden faydalanabiliyor. Keza bu istifade edişe tüm biyolojik âlem ve tüm kâinatta dâhildir. Hem nasıl dâhil olmasın ki, baksanıza tüm kâinat ve tüm biyolojik âlem (canlı âlem) Allah’ın 99 güzel isimlerinin yüzü suyu hürmetine habire deveran olmakta. Öyle ki bu kâinat döngüsü içerisinde yer alan konakladığımız dünyada gezegenlerle birlikte güneş etrafında halka olaraktan Hayy’dan gelip Hu’ya doğru kıyamet saatine ayarlanmış halde seyr-i âlem eylemekte. Bu arada jeologlar kaya katmanlarının tılsımını çözmeye çalışa dursun, şu bir gerçek tüm dünya sathını oluşturan cansız sanılan tüm maddi elementler bile kendi hal lisanınca zikrederek hayat bulmakta. Ta ki, Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle bu seyr-i âlem haline dur denilir, işte o zaman her nefis ölümü tattığı gibi tüm döngü âlem mevcudatta bir gün yok olacaktır elbet. Böylece o gün tüm mahlûkat kendi ölümünü ve yokluğunu tattığında yegâne ebedi kudret sahibinin sadece Allah azze ve celle olduğunu ‘Ya baki entel baki’ zikriyle tasdik eyleyerek son vazifesini icra etmiş olur.
Evet, bir zamanlar gâh ana rahmine düşüp anne karnında dokuz aylık embriyolojik hayat yaşadık, gâh dünyada gözümüzü açıp kundakta bebek olduk, gâh emekleyerek buluğa erip genç olduk, gâh çoluk çocuğa karışıp ihtiyar olduk, derken gâh ölümü tadaraktan yeniden toprak oluverdik. Üstelik tüm bu oldubitti gâhlar irademizin dışında gerçekleşti hep. Ve ecel kapıya dayandığında bir baktık ki dünya ile olan irtibatımız bir anda kesilivermiş. Artık önümüzde bu kez bizi kıyamet sonrası bir başka hayat biçimi karşılayacaktır. Öyle ya, bir zamanlar nasıl ki kendi irademiz dışında dünyaya gelip hayat bulduysak kıyamet koptuğunda da hiç şüphe yoktur ki, yine Rabbimizin ‘ol’ emriyle, yani kendi irademiz dışında ahrette dirileceğiz demektir. Böylece huzura çıktığımızda dünyada ne ektiysek mizan terazisinde Yüce Allah’ın ‘El Adil” ismi tecelli edip ya cennette hayat bulacağız ya da cehennem azabı bir hayata duçar olacağız. Neyse ki, cehennem hayatı yaşayan mümin kullar tüm günahlarının cezasını çektikten sonra dönüp dolaşacağı yurt cennet vatan hayat olacaktır. Malum cehennemden ebedi olarak hiç çıkmayacak olanlar sadece kâfirler olacaktır.
Evet, her dem canlar yeniden canlanır. Seyri âlem eylediğimiz dünyanın bir yüzü Napolyon’un ifadesiyle para para diye inlemekte adeta. Öteki yüzü ise ahrete yönelik olarak Yunusçasına vahdet diye inlemekte. Tabii bizim tercihimiz paradan yana olmamalı, ebediyetten yana olmalı. Zira kurtuluşumuz vahdet sırrında gizli. Öyle ki bu kurtuluş sırrı Allah’ın 99 isminin tecelli daireleri eşliğinde hayatın her safhasında varlığını hissettiriyor bile Yeter ki, Yüce Allah’ın isimlerinin ilahi tecelli dairelerine her daim yüzümüzü çevirelim, bak o zaman kurtuluşa erip iki cihanda saadete ermek her an mümkün. Zira ‘Esma-ül Hüsna’mız fani dünyadan kurtulup ebedi saadete açılan tek kapımızdır. Hiç kuşkusuz O’ndan geldik dönüş yine O’nadır. Baksanıza dünyaya konuk oluşumuz bile Yüce Allah’ın isimlerinin yüzü suyu hürmetine bir var olmaktır. Belli ki kal-u beladan anne karnına düşüşümüz, anne karnından bu dünyaya gelişimiz ötelere yol almak içindir. Dahası bu dünyada gözünü açan can konuklar dünyada ne ekerse onu ahrette biçmek için konuk olmakta. Zira dünya ahret için hazırlanmış bir tarladır. O halde daha ne duruyoruz Allah adını dağa, taşa, suya, hatta kalbimize işleyip (ekip) anmayacağız da peki ya ne zaman anacağız. En iyisi mi ecel kapıya dayanmadan bir an evvel Yüce Allah’ı sıkça analım ki bu sayede Esma-ül Hüsna isimlerini tek kelimede, yani Lafza-i celal isminde birleştirip kalbimizde ‘Allah’ diye zikretmiş olalım. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi Lafza-i Celal zikri Allah’ın tüm 99 ismini kendinde toplayan bir zikirdir. Şayet oldu ya Yüce Allah’ı zikretmekten nefsimize ve şeytanın oyunlarına yenik düşüp gafil avlandıysak, bari hiç olmazsa Allah adının anıldığı bir mecliste hasbelkader bulunduğumuzda, ya da bir başka mekânda Allah adını işittiğimizde ‘Celle Celalühu’ ve ‘Teâlâ’ demekten geri kalmamış olalım. Belli mi olur, bir bakmışsın Yüce Allah’ı tasdik mahiyetinde böylesi bir anmak bile bizim kurtuluşumuza kapı aralayan bir ilaç olabilir her an.
Sakın ola ki, isimleri anmakta neymiş deyip es geçmeyelim, bilakis her şeyde olduğu gibi bir bilene danışaraktan isimlerin hakkını vermek gerekir. Yani Esma-ül Hüsna isimlerini vird edinmeye talip olunduğunda ehline danışıp ona göre zikretmelidir. Aksi halde kaş yapıyım derken göz çıkarabiliriz. Bikere isimde olsa her şeyden önce dikkat gerektiren hususlar söz konusudur. Mesela Allah’ın sıfatlarını insana atfen kullanıldığında kendimizden değil Yüce Allah’ın bizim üzerimizdeki ilahi tecellisi olarak düşünmek hiç şüphe yoktur ki dikkat gerektiren bir husustur. Zira Allah’ın sıfatlarının kullar üzerindeki tezahür etkisi sınırlı olup izafidir. Allah’ın zati sıfatları ise ne ezelde ne de sonradan yaratılmış değildir, başlangıcı ve sonu olmaksızın ezelden ebede an be an hazır ve nazır olarak vardı zaten. Keza Allah’ın görmesi bizim görmemiz gibi olmayıp vasıtasızdır. Dahası Allah’ın bir göze ihtiyacı olmadığı gibi üstelik kıyas kabul etmez eşi ve benzeri olmayan bir görmektir bu. Hiç kuşkusuz işitmek gibi diğer sıfatlarda öyledir. Derken Rabbul Âlemin bu hususlarda şu ayet cellilesiyle hükmünü şöyle ortaya koyar da; “O’nun benzeri hiç bir varlık yoktur. O her şeyi işiten ve görendir.” (Şura,11)
Evet, yaratılan kâinatta her ne varsa Rabbul Âleminin isminin tecelli dairelerinin yansımasından başka bir şey değildir. Her şey O’ndandır, dönüş yine O’nadır. Ancak burada Allah’ın zati sıfatları ile bizim üzerimizdeki tecelli eden sıfatlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mesela bizim hayatımızla Allah’ın hayatı bir değildir. Çünkü Allah’ın hayat sıfatı zaman ve mekândan münezzehtir. Asla O’nun misli düşünülemez, O zatıyla vardır zaten. Allah ‘ol’ (kün) deyince her şey oluverir. Hiç kuşkusuz tüm kâinatın idari hâkimi ve tasarrufatı da O’na ait bir melekedir. Her kimde ne mülk varsa, bilsin ki edindiği mülk sadece emanetten ibaret bir mülktür. Bakın Yunus ne diyor:
“Mal da yalan,
Mülkte yalan,
Var biraz da sen oyalan.” Yunus deyişinde haklıdır elbet. Nasıl haklı olmasın ki, bikere her şeyi yoktan var eden Rabbul Âlemindir. Hiç kuşkusuz O (c.c) aynı zamanda her şeye de gücü yetendir, ancak onun güç sıfatı bizim gücümüz gibi değildir. Her kim ki kendine güç atfedip gücü kendinden bilirse Allah’la yarışmak gibi olur ki, Allah muhafaza bu tutum insanı küfre götürür.
Malum Allah ile kul arasında var olan yetmiş bin hicab perde vardır. Ancak burada perde ifadesi Allah’ın Esma’sı ve sıfatlarının tecelli daireleri manasına bir ifadedir bu. Şu da var ki Yüce Allah’a ulaşmada her bir perdeyi aşmak için zikrimizi İsmi Azam duasıyla desteklemekte gerekir. Zira İsm-i Azam isimyle müsemma en büyük isim demek, bu nedenle tüm esma-i ilahiyeyide içine alan bir isimdir, böylece bu duanın yüzü suyu hürmetine tüm insanlık hayat bulmuş olur. Nasıl hayat bulmasın ki, azamet ancak O’na mahsustur. Ki, Kur’an‘da bu husus “En güzel isimler Allah’ındır” diye buyrulmakta. (Araf/179)
Anlaşılan o ki, kâinatta olan bitene akıl sır ermiyor. Kaldı ki bizim bilmemiz Allah’ın bilmesi gibi değil, bizim bilmemiz ‘her şey zıddıyla bilinir’ çerçevesinde bilmektir. Nitekim çirkinlik sıfatı halk edilmeseydi güzellik nedir bilemeyecektik. Bu yüzden Allah (c.c) kulları için tezat kanunu halk etmiştir. Halk etmiş ki iyi kötüden ayırt edip doğru yolu bulabilsin. Hiç kuşkusuz gayret bizden Tevfik Allah’tandır. Şu da var ki, O dilemeyince hiç bir kul hidayete eremez. O’nun iradesiyle her şey bilinip öyle yol alınır elbet.
Allah’ın konuşması ezelidir, tabiî ki, konuşması bizim ki gibi değildir. Dil sadece O’nun tercümanı bir tezahürdür. Dahası İlahi kitaplar ezeli kelamın tecelli daireleri hükmünde önümüze konulan sahifelerdir. Belki de Rabbimizin Tur-i Sina’da Hz. Musa ile kelam etmesi Musa’nın nezdinde elesti bezminde ruhlara hitap ettiği manayı hatırlayalım diyedir. Ki; Yüce Rabbimiz kendisinin bilinmesini murad ediyor, böylece tüm mahlûkata kendi kelamıyla emir yüklüyor, hitabını bildirip yürürlüğe koyuyor. Yüce Allah ezeli ilmiyle ezelde ne takdir etmişse hükmüyle vakit gelince var edip devam ettiriyor, ya da yok ediyor.
Var oluş ve yok oluş hayatın bir gerçeği. İnsanoğlu bu varoluş ve yok oluş döngüsünde hakikati aramaya koyulduğunda bir icat bulduğunda sadece icat bulmuş olur, yani Allah’ın yaratmış olduğu bir icadı ya da bir kanununun açığa çıkarmış olur, asla kanun icat etmiş olamaz. Bir başka ifadeyle insan bu buluşu ile yaratmış olmuyor, tam aksine kanun koyucunun varlığını seziyor. Yaratıcılık sadece Allah’a mahsustur, insana sadece yaratılmış kanunları bulmaya çalışıp tefekkür etmek düşer. Hem biz kim yaratmak kim, akıl melekesini kullarına lütfedende Allah’tır. Aklımızı kullanabildiğimiz ölçüde bir şeyleri keşfedebiliyoruz. Üstelik akıllı bir varlık olmamıza rağmen arının kovanında yaptığı harika sanatı yapmaktan aciziz de. O halde Esma-ül Hüsna’nın tecelli dairelerinden istifadeyle Allah’ın yarattığı kanunlardan ne çıkarabildiysek asıl yaratıcı sahibinin Allah olduğunu idrak etmek düşer bize.
Evet, her bir yaratılan eşya anlam yüklüdür, her bir eşyanın kendine has kanunu ve hakikat perdesi vardır. Bazen duyularımızla, bazen Kur’an ve sünnetten gelen haberlerle, bazen de akıl yürütmeyle eşyanın dilini çözmeye çalışırız. Peki ya hayvanat âlemi? Malum, hayvanattan meralarda kırlarda bayırlarda otlayan koyunlara baktığımızda onca otlayaraktan dolaşmalarına rağmen ne eşyanın dilinden anlamaktalar ne de antik eserlerden. Anlayacakları tek şey otlamaktır. Besbelli ki; yaratılan her şey insan için yaratılmış. Niye derseniz, tefekkür edip kulluk yapalım diye elbet. Tefekkür dağarcığımız olmazsa bizimde koyundan hiç farkımız kalmayacaktı. Hiç kuşkusuz insan cümle âlem içerisinde en mükemmel şah eserdir, yani Eşrefi Mahlûkat şah eserdir. Madem öyle, “Kendini bilen Rabbini bilir” ilahi kelama kulak vermemiz icab eder. Buna mecburuz da. Zira insanın dışında tüm mahlûkatın bilme yükümlülüğü yoktur. Baksanıza güneş aydınlatmasına aydınlatıyor ama ne için aydınlattığını bilmekten aciz, üstelik kendisinin güneş olduğunu da bilmez. İşte bu noktada insanı tüm yaratılmış mahlûkattan ayıran en can alıcı nokta kendini bilmesidir. Bu yüzden insan için âlimlerin bir kısmı küçük âlem derken, bir kısım ulemamızda insanı büyük âlem olarak ilan etmiştir.
Âlem, Allah’tan gayri bütün varlıklara verilen bir isimdir. Cisimler, cevherler, madde, hava, hareket her ne akla gelirse bu kapsama girer. Fakat Allah’a âlem diyemeyiz, ancak şey diyebiliriz. Zira şey varlıktır, var olandır, yani cisimsiz cevhersiz bir şey anlamında zat mana kastedilir.
Bakınız, merak bu ya Ariflerden bir zata şöyle sual tevdi etmişler;
-Rabbinizi nasıl bildiniz?
O zat ise şu müthiş cevabı vermiş;
-Rabbimi Rabbimle bildim.
Evet, ne müthiş sözdür bu. Hakeza Rabbimi Rabbimizle bilmek manasına bir başka güzel deyişi bir yaşlı ihtiyarın yaşadığı bir hadisede de görebiliyoruz pekâlâ. Nasıl mı? Şöyle ki;
Günlerden bir gün etrafında pür dikkat kesilen kalabalık eşliğinde ünlü bir âlim yolda geçerken, insanların etrafında dört döndüğünü gören ihtiyar kadın merak edip;
-Bu kalabalık neyin nesi diye sormuş.
Derler ki:
-O; Allah’ın birliğine 1001 delil olan meşhur âlimimizdir.
Tabii bu durum yaşlı kadının taaccübüne gidip:
– Demek ki onun Allah’ın birliğine 1001 tane şüphesi var ki ortaya delil (ispat) koymuş, bense Allah’a delilsiz inanıyorum diye söylenince, bu söz âlimin hoşuna gitmiş, ellerini açıp:
-Allah’ım senden şu ihtiyar kadının imanı gibi saf duru bir iman ve kalp istiyorum diye dua eder. Ve etrafındakilere dönüp:

  • Gelin hepimiz bu yaşlı anne gibi iman yürekli olalım temennisinde bulunur.
    Velhasıl; her şey O’nun Esma’ül Hüsna’sıyla güzeldir.
    Vesselam.
    SELİM GÜRBÜZER