Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi ile siyasi, sosyal ve kültürel yapılanma hakkında analizde bulunmadan önce yıkılıştan önce Osmanlı devletinin eğitim sistemi, öğretim kurumları ile siyası, sosyal ve kültürel yapılanma hakkında kısaca bir bilgi vermek gerekir.

Osmanlı coğrafyasında, Selçuklu döneminin eğitim sistemi ve eğitim kurumları aynen muhafaza edilmiş, tanzimatın ve ardından meşrutiyetin ilanına kadar, bu kurumlar önemini muhafaza etmiştir . Müslüman çocuklar için Kur’an merkezli temel eğitim (Adab-ı Muaşeret, Türkçe ve diğer bölgesel dillerden Arapça başta Kürtçe-Farsça-Boşnakça-Arnavutça Okuma-Yazma, Kur’an tilaveti, Tecvid ve Siret-i Nebi bilgisi ile zeki öğrenciler için Hafizlık öğretimi) camilerde imam ve yardımcılarınca verilmekte, Ayrıca cami yakınlarında medrese denilen binalarda da ileri seviyede dini bilgi (İslam Tarihi, Kelam ve Tefsir, Hadis Usulu ve Hadis bilgisi, Fıkıh-İslam hukuku, Hitabet ve Edebiyat, Tarih Felsefesi ve İslam Tarihi, Arapça) ile yine ileri seviyede ilmi bilgi  (Usul-Mantık ilmi, matematik, cebir ve geometri ilmi, coğrafya, astronomi, fen bilgisi (tabiat bilgisi-botanik-zooloji, kimya, fizik, mühendislik), Tıp ve halk sağlığı adları altında gençlere eğitim verilmekteydi. Medreseler, genelde eyalet merkezleri olan büyük şehirlerde (Edirne, Bursa, Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Mekke ve Medine gibi…) bulunmaktaydı. Bu kurumlardan yetişenler; eğitim hizmetleri başta, devletin değişik hizmet alanlarında (idari görevlerde, adli ve hukuki hizmetlerde) istihdam edilmekteydi.

Öte yandan Selçuklu ve Osmanlı döneminde, islam coğrafyasının her yerinde her ne kadar şeriat nizamı denilen islam hukukuna göre şekillenme, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılanma var olsa da; din ve vicdan hürriyetinin olabildiğince serbest olmasından, gayri müslümlere de, kendi dillerinde ve dillerinde her seviyede eğitim görme hakkı verilmişti. O nedenle Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılanmalara gayr-i müslüm ahalinin yaklaşımı oldukça yumuşak ve olumlu idi. Özellikle ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın bel kemiğini, değişik üretim dallarında faaliyette bulunan Lonca-Ahilik adı verilen, bir nevi esnaf ve sanatkar birlikleri, tüççarlar ve çiftçiler teşkil etmekteydi.

Devlet, sadece bu yapılamaların koruyuculuğunu yapmak üzere kurulmuş emniyet ve hukuk mekanizmalarını yani devlet organlarını işletmek, dış düşmanlara karşı her daim savaşacak asker bulundurmak görevini ifa etmekteydi.

Çiftçilik faaliyeti, Timar sistemi denilen bir üretim modeline dayanmakta, Timarlar, devletin asker ihtiyacını, masraflarını karşılayacak şekilde sipahi beyi adı verilen rütbeli askeri yöneticiler tarafından idare edilmekteydiler. Yani devlet için lazım olan gelir, Timar sistemi denilen geniş tarım arazilerine tasarrufta bulunan beylerin yönetimindeki üretim merkezlerinden sağlanmaktaydı, Bu işletmeler dışında, Ayrıca ‘Has’ denilen Timar sistemine benzer, geniş arazilerden oluşan bir kısım tarımsal üretim merkezlerinin gelirleri de, devletin üst yönetiminde bulunanlara tahsis edilmekteydi. Bu ekonomik ve sosyal yapılanma, Tanzimat devrine yani batı taklidi mülkiyet esaslı ekonomik ve sosyal yapılanmalara gidilmesine kadar devam etti. Mülkiyet esaslı batı tarzı tarımsal üretime geçildikten sonra devletin gelirleri azaldı.  Bunun üzerine ordunun, devlet görevlilerinin ve sarayın masraflarını karşılamak zorlaştı. İster istemez devleti yönetenler, zengin Yahudi bankerlere ve zengin dış devletlere borçlanmak durumunda kaldı. Bu kısır döngü Osmanlı devleti yıkılana kadar devam etti.

Tarihçilerin ortak kanaatine göre Osmanlı devletinin gerilemesi ve çökmesi üç sebepten oldu. Birincisi Timar sisteminin kaldırılması dolaysıyla ekonomik çöküntüye girilmesi, ikincisi de Selçukludan beri devam eden din ilimleri ile fen ve tabiat ilimlerinin (tıp ilimleri de dahil), birlikte tahsil edilmesi adetinin medreselerden dışlanmasıdır. Yani bir diğer ifade ile eğitim sisteminin bozulmasıyla bilim teknolojik üstünlüğün kaybedilmesidir. Üçüncü sebep olarak ta Osmanlı ordusunun vurucu gücü olan yeniçerilerin, savaşlarda başarılı olmalarını sağlayan güçlü iman ve yüksek ahlak odaklı eğitim prensiplerinin ve disiplininin bozulmasıdır.

10.Yüzyıldan itibaren Selçuklu veziri Nizamulmülk tarafından tesis edilen ilk modern islam yüksek okulları olan medreselerin müfredatında; yukarıda belirtildiği üzere aynı çatı altında yüksek seviyede din eğitimi ile birlikte fen ve matamatik, astronomi, mühendislik ve tıp alanında zamanın ilmi bilgileri birlikte talim edilmekteydi. Bu kurumlarda Öğrenciler, yeterli seviyede dini ve ilmi bilgiler alarak, eğitim sonrasında kendi kabiliyetleri, gayretleri ve isteklerine göre farklı konularda ihtisas sahibi olmakta ve hakkı, hakikatı ve adeleti en iyi şekilde gözetme adına mesleklerini icra etmekteydiler. Selçuklu devleti ile Osmanlı devleti parlak dönemlerinde, saray hekimliği yapan zatların, ilaç konusunda yeterli ilme ve aynı zamanda islam hukuku alanında fetva verebilecek yani kadılık yapacak seviyede dini bilgiye sahip oldukları bilinmektedir. Bu dönemde, ilim dünyasının en itibar edilir bilgi merkezleri, islam ülkelerinde bulunan bu medreselerdi. Buralarda talim edilen iki yönlü yani dini ve ilmi tedrisat, 17.Yüzyıla kadar devam etti. Ne gariptir,  ki batıda 17. Yüzyıl sonrasında, islamın ilim anlayışından etkilenerek Kiliseye, din adamlarına ve dine karşı umursamama, bağımsız olma ve menfaat odaklı ortaya çıkan aydınlanma hareketi, Hristiyan aleminde halk üzerinde etkisini artırarak, 18. Yüzyıldan itibaren yavaş yavaş hakimiyet tesis etmiş, daha sonra maddi üstünlüğü esas alan bu zihniyet, teknolojik üstünlüğün hedef alınmasına ön ayak olmuş ve gelişen emperyal devletlerin harplerde galip gelmesiyle; batıdan doğuya dogru 200 yıl sürecek bir saldırı ve istila döneminin açılmasına sebep olmuştur. 19. Yüzyılda bu durumu gören ve galibiyetin ilmi ve teknolojik üstünlükten kaynaklandığını düşünen Osmanlı devlet yöneticileri ve bir kısım aydın kesim,  medreselerden ayrı olarak fen ve diğer ilmi tedrisatın yapıldığı yeni mektepler açmak suretiyle, durumun telafi edileceğini düşünerek güya eski parlak dönemlere dönüleceği zannına kapılmışlar ve sadece batı eğitim kurumlarını taklitle Avrupai mektepler açmışlardır. Ne yazık ki, müfredatının batı eğitim sistemine göre olmasına, hatta batılı öğretmenler istihdam edilmesine rağmen, arzu edilen ilmi ve teknolojik üstünlüğe kavuşulamamıştır. Çünkü batıdaki şartlar ve ortaya konulan gayret, amaç ve hedef ile müslumanların içinde bulunduğu şartlar, ortaya konulan gayret, amaç ve hedefin farklılığı düşünülmeden Avrupai eğitim sistemi ve kurumlaşmanın taklidi cihetine gidildiğinden, bu kurumlardan yetişenler batılı zihniyeti haiz olarak yani dini umursamaz, bağımsız ve menfaat ehli karekteri haiz olarak devlet ve millet hayatında etkili olmuşlardır.

Osmanlı devletinde ortaya çıkan, hak ve adalet yerine menfaat ve maddi üstünlüğü esas alan yerli aydınlanmacılar, islam karşıtı dış kaynaklardan ve güçlerden beslenerek, 19.Yüzyıl itibarıyla öyle bir organizasyon içerisine girdiler ki, Osmanlı devletinin, her yanına ve devletin bütün organlarına sızmak suretiyle iktidar sahibi oldular ve önce Osmanlı devletini batılılaşma ugruna iğdiş ettiler, daha sonra ortadan kaldırarak islam alemini başsız koydular.

Osmanlı coğrafyasında yaşamakta olan gayr-i muslimler, islam dininin hoş görüşü ve sağladığı din ve vicdan hürriyeti kapsamında; dini cemaatler adına kilise-manastır, havra gibi ibadethanelerde ya da bunların yanında inşa edilmiş cemaat mekteplerinde eğitim görmekteydiler. Devlet-i Aliye; devlet aleyhine bir fitne ve eylem olmadığı sürece bu cemaatlerin dini ve ilmi eğitim faaliyetlerine karışmamakta, alabildiğine bir serbestlik bulunmaktaydı. Bu serbestlik, Osmanlının son dönemlerinde istismar edilmiş, klise ve havra yönetimindeki bu mektepler, bazı büyük devletlerce korunup, kollanan özel ajan okulları haline getirilmiştir. Özellikle Osmanlı devletinin son dönemlerinde, güya gayr-i müslim çocukları ve gençleri için tesis edilen bu mektepler (misyoner okulları), büyük devletlerin (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya gibi) sorumluluğu altına girmiş, dokunulmaz olmuştur. Hal böyleyken yani bu okullar; gayr-i müslim çocuklar için eğitim vermek amacıyla kurulmuş olmasına rağmen, devletin üst kademe memurları ile varlıklı müslümanlar da; bu mekteplere rağbet etmiştir. Yabancı dil öğrenme ve devlet memurluğuna tercihen alınma gibi avantajların olmasından dolayı, bazı Müslüman devlet görevlileri de, çocuklarını, bu mekteplere teslim etmişlerdir. Ki buralardan yetişen müslim ve gayr-i müslim gençler, elçilik ve konsolosluklar v.s devlet kurumlarında istihdam edilmede, iş bulmakta hep ön almışlardır. Bu okulların sayıları, Cumhuriyet öncesinde o kadar çoğalmış ki, hemen hemen yurdun her tarafına (o dönemlerde gayr-i müslümler her şehirde ve kasabada yaşamakta olduklarından) yayılmıştı.

Daha önce ifade edildiği üzere Osmanlı devletinde, son zamanlarda medreseler; sadece din ilimlerinin tahsil edildiği eğitim kurumları haline gelmiş olduğundan ve her ne kadar temel eğitim, din odaklı yapılmaya devam etse de, ayrıca sosyal ilimlerin, fen ilimlerinin, sağlık-tıb ilimlerinin tahsil edildiği mekteplerin de açılmasına hız verilmiştir. Büyük şehirlerde Rüştiye adıyla orta okullar, İdiadi adıyla günümüz lise eğitimine benzer okullar açılmış, bu okulların müfredatında olsun, İstanbul’da yüksek okul olarak açılan mülkiye, tıbbiye, harbiye, mühendishane gibi mekteplerin müfredatlarında olsun, dini bilgiler dışlanmıştır. Bu durum, ister istemez Müslüman çocuklarına verilmesi gereken bütüncül eğitimden (Dini ve ilmi eğitimin aynı çatı altında birlikte verilmesi durumundan) mahrum kalınmasına sebep olmuştur. Ki üstüne üstlük bu mekteplerde, başlangıçta gayr-i müslim eğitimcilere (genelde Alman, Fransız ve İngiliz hocalara) yer verildiğinden ve bu hocaların çoğunun dine itibar etmeyen kişiler olmasından, öğrenciler bunlardan etkilenmiş ve buralardan yetişen gençler, ister istemez dine soğuk tutum ve davranış içerisine girmişlerdir. Bu mekteplerden yetişenlerin çoğu, son dönem Osmanlı aydın kesimini oluşturmalarından dolayı da, devlet kurumlarında olumsuz etkide bulunmuşlardır. Öyle ki; bunlar, Avrupadaki aydınlanmacılar gibi dini-imanı dışlayan idari ve sosyal reformlar yapmak hevesine bile kapılmışlar, dine karşı küstah tavırlar sergilemişlerdir. Dine karşı bu Avrupai yaklaşım, aydınlanma hevesi, medrese mezunu bir kısım din adamlarını bile etkilemiş, bazılarını; modern insan olma adına Avrupai hayat yaşama özentisine sevketmiştir. Sonuçta dış düşmanların yönlendirmesiyle askeri ve sivil gizli örgütlenmelere gidilmiş (ittihat ve terakki hareketi), bu örgütlenmelerin neticesinde ‘hareket ordusu’ namıyla Selanik’te bir ihtilal ordusu oluşturularak, Türk-İslam iradesinin hakim olduğu mutlakiyet rejimi kaldırılmış, yerine gayr-i müslüm iradesinin ortak olduğu meşrutiyet rejimi getirilmiştir. Daha sonra Bu rejimin hamisi İttihat Terakki hareketi, siyasi parti haline gelerek kendini meşrulaştırmış ve devleti ele geçirmiştir. Bu hareketin kadroları, Avrupa aydınlanma hareketini takliden batı özentisi fikirler doğrultusunda, devlet nizamında köklü değişiklikler yapmışladır. Bu hareketin yöneticileri, öylesine delalet içine girmişler ki, Türk ve islam düşmanı gayri Müslim balkan çetecileriyle birlikte hareket etmişler ve onların Osmanlı idaresinden çıkıp zülüm temelli küçük devletler kurmalarına destek vermişlerdir. Hatta daha sonra bu çetelerin kurduğu devletler birlik olup, Osmanlıya karşı savaşmalarına seyirci kalmışlardır. (Osmanlı Ordusundaki İttihat terakki hareketi mensubu subaylar, bu harekete mensup olmayan komutanların emirleri hilafına geri çekilmişler ve yapılan savaşta Osmanlı devletini yenik duruma düşürmüşlerdir. Çete anlayışıyla hareket eden ittihat terakki mensubu subaylar, daha sonra darbe yaparak iş başına geçmişler ve yenilginin faturasını paşa komutanlara keserek, hepsini emekliye ayırmışlardır) Bu savaştan sonra üstüne üstlük İngiltere ve Almanya arasında sömürge yarışından kaynaklanan kapışma ile çıkan 1.Dünya savaşında,  üç rütbe terfi alarak  kendilerini paşalığa yükselten ittihat terakki komuta kademesi, devleti-i aliye’yi  Almanya safında savaşa sokmuşlardır, Savaş sonunda Osmanlı devletinin, Anadolu dışında tüm topraklarının elden çıkmasına sebep olmuşlardır. Daha sonra bu kadrolar, cumhuriyet rejimi kandırmacasıyla, bir kez daha iş başına geçmişler ve Osmanlı devletini yıkarak  küfür adaklı  yeni bir devlet  inşa etmişlerdir. Tabii bu kadroların bozdukları devlet-i aliye’nin çoğu kurumları gibi, bozulmuş eğitim sistemi ve eğitim kurumları, yeni kurulan T.C devletine miras kalmıştır.

Aşağıda yüz yıllık tarih sürecinde, Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenlerin, eğitim sistemiyle ve siyasi-sosyal-kültürel yapılanmasıyla ilgili icraatları, dokuz başlık altında ayrı ayrı ele alacagiz.

Cumhuriyetin Kuruluşu ile kurucu lider M.Kemal Atatürk’ün ölümü arası (1923-1938) dönem

Bu dönemin ilk yıllarında, Osmanlı döneminde olduğu şekilde muhafazakar bir tavır sergilenmiştir. Bu dönemde, Osmanlı medreselerinde; sosyal, fen ve sağlık ilimlerinin dışlanması ve batı mektepleri tarzında eğitim kurumlarının oluşturulması yani adı konulmamış dine itibar etmeyen seküler eğitim sistemi aynen devam etmiştir, Nihayetinde 1927 yılı sonrasında beklenmedik adımlar atılarak. sosyal ve kültürel yapılanmada olsun, eğitim sistemi ve eğitim kurumlarında olsun, menfi yönde köklü değişiklikler yapılmıştır.

Birinci Dünya savaşı sonrası Rusya önderliğinde, Almanya’nın yarısında ve doğu Avrupa  ülkelerinde komünizm denen, dine karşı ekonomik, sosyal ve kültürel yapılanmaya parelel emeğin baş tacı edildiği siyasi bir nizam tesis edildi. Avrupa’nın batısında da İngiltere önderliğinde kapitalizm yada liberalizm yada demokrasi adı verilen, dine doğrudan karşı olmayan, sermayenin baş tacı edildiği, zayıfları sömürmeyi meşru gören ekonomik, sosyal ve kültürel yapılanmaya paralel siyasi nizamlar tesis edildi. Bu gelişmelerden tabii ki,Türkiye de etkilendi. Genç Cumhuriyet ve onun kurucu lideri, her ne kadar komünistler gibi dine karşı olsa da, komünizmin milliyetçiliğe karşı duruşunu tasvip etmediğinden, kapitalist-liberalist tarafın ekonomik, sosyal ve ekonomik görüşlerine göre uygulamalar yaptı. Eknomik yapılanmayı kapitalist-liberalist ekonomiye entegre etmek üzere 1. İktisat kongresi yaptı. O sıralarda dünyada esen milliyetçilik rüzgarının da etkisiyle milli eğitimi,Türkçülük temelli laik bir bir yapıya oturtmak istedi. Bunun için Türkçülük temasını tepe tepe kullandı.

Başlangıçta İslam cumhuriyeti diye kurulan devletin, laik cumhuriyete evrilmesi yönünde atılan adımlara dikkat edilirse, din karşıtı yada dini yozlaştırma yönünde atılan adımların hepsinde Türkçülük teması işlenmiştir. Bu adımlar, kısaca şöyle özetlenebilir.  

Şüphesiz en başta yapılan icraat, din karşıtı olup,1924’de hazırlanan Anayasa’da ‘TC.devleti’nin dini islamdır’ ibaresinin kaldırılması ve yerine laik devlet ibaresinin konulması olmuştur.  Bu ibareyle, T.C devletinin İslam Cumhuriyeti olma tanımı çöpe atılarak, resmen dine karşı tavır alınmıştır. Daha sonra laiklik prensibi, öyle bir sihirli araç olmuştur ki, laiklik prensibinin Anayasa’ya konulmasıyla, 600 yıllık Osmanlı İslam devletinin tesis ettiği bütün kurumların işleyişi ve hizmet anlayışı değiştirilmiştir. Bu dönemde inkılap adı altında hukuki, sosyal, kültürel değişim ve dönüşümlerin dayandığı temel ilke, hep laiklik olmuştur.

Esasında laiklik, batıda uygulandığından farklı olarak, mahsus dine karşı olmakmış şeklinde uygulanmıştır. Oysa o sıralarda batıda uygulana laiklik, Osmanlı devlet anlayışına benzere şekilde ‘Din ve vicdan hürriyeti’ kapsamında ele alınmakta ve uygulanmaktaydı. Maksatlı olarak Anayasaya konulan  laiklik prensibine dayanılarak,  din odaklı yani islam hukukuna-şeriata göre oluşturulmuş, kanunlar tümüyle kaldırılmış, yerine batı hukukunun esas alındığı kanunlar konulmuştur,

Laiklik kapsamında harf inkılabı adı altında eğitim kökten değiştirilmiş, bin yıllık yazılı Türk İslam kültürü (Edebi, tarihi ve ilmi eserler) adeta çöpe atılmış, yetmemiş, Arap alfabesini  kullananlar için cezai müeyyideler getirilmiştir. Bu hususta o kadar ileri gidilmiştir ki, Arapça yazılı olan Kur’an-ı kerim öğretilmesi dahi yasaklanmış, izbe yerlerde öğretenler, tutuklanıp mahkeme kararları ile cezalandırılmıştır.

Bir diğer önemli husus, birkaç yenilgi dışında zaferlerle dolu Osmanlı tarihi, eğitim müfredatında kısa olarak yer verilirken ve haksız tenkitler yapılırken, dünya tarihi hakkında batı toplumlarıyla ilgili abartılı övgü dolu bilgilere yer verilmiştir. Ki Türklük üzerinde de alabildiğine spekülasyonlar yapılmış, Yunanlılar dahil, Akdeniz havzasında yaşayan kavimlerin kökünün Türk olduğu üzerinde tezler ileri sürülmüştür. Eğitim müfredatına canlı yaşanmış tarihi gerçeklerin, olayların konulması ve öğretilmesi gerekirken, tamamen faraziyelere dayalı muhayyel düzmece ve gerçek dışı tarihi bilgiler yer almıştır. Öyle ki, bu dönemde Türk tarihi ve Türkçülük-Milliyetçilik gerçek olaylarla, gerçek bilgilerle savunulmak yerine, uyduruk hayal mahsulü tarih tezleri ileri sürülerek savunulmuştur. Bu dönemde, her ne kadar Türklük, Türkçülük, Milliyetçilik üzerinde fazlasıyla durulmuş ise de; bu kavramların içi doğru bilgilerle doldurulmadığından, maksatlı olarak, Araplara düşmanlık yönünde dini ve öztürkçecilik adı altında da (yazı dilinden, Arapça ve Farsça kelimeleri atmak ve yerine Fransızca, İngilizce başta değişik dillerden yada uydurma kelimeler koymak şeklinde) dil tahrip edilmiştir.

1923-1938 döneminde, Avrupa devletleri (Almanya, müttefik birkaç doğu Avrupa ülkesi ve İskandinav ülkeleri  hariç)  11. Yüzyıldaki haçlı seferlerinde olduğu gibi yeniden yönünü, doğuya çevirmişler ve 1.Dünya savaşının galipleri olarak uzak doğu, orta doğu ve Afrika topraklarını işgal ederek kendilerine tabi, ırki farklılığa göre zayıf dominyonlar oluşturmuşlardır. Buralarda askeri teşkilatlanmadan emniyet teşkilatlanmasına, ticaretten ulaşıma; eğitimden, hukuki işleyişe kadar her alanda, kontrol ve yönetim bizzat kendileri yönetmişlerdir. Yani bu dönemde, Türkiye hariç (Daha önce Osmanlı hakimiyetinde olan topraklar terk edilmiş ve Anadolu’yu savunma amaçlı yapılan kurtuluş savaşı sonrasında, galip devletlerle Lozan anlaşmasında; tam bağımsız T.C devletinin istiklali tanınmış olduğundan), islam coğrafyası orta Asya tarafında Rusya’nın Komünizm idaresine  Orta doğu ve Kuzey Afrika tarafında ise Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda’nın kapitalist müstemleke idaresi altına girmiştir. Dolaysıyla buralarda her alanda yaşam şartlarını ve eğitim sistemini, Avrupalılar belirleyici olmuştur.

Bu dönemde sömürgeci devletler, her ne kadar T.C devleti üzerinde yaşam şartlarını ve eğitim sistemini belirleyecek bir etkide bulunmasa da, Osmanlı varisi ve bakiyesi T:C devleti olarak, Lozan’da yapılan antlaşmada verilen batılılaşma taahhüdü dolaysıyla istenen din karşıtı sosyal ve kültürel reformlar, kendiliğinden bir bir yapılmıştır. Ki yukarda belirtildiği üzere yapılan en önemli reform, geçmiş Türk islam kültür birikimini çöp eden, eğitim sistemini temelden çökerten, Arap-İslam alfabesinin değiştirilmesine ilişkin yapılan harf inkilabıdır. Bu inkilabın ardından yapılan diğer sosyal ve kültürel değişiklikleri hedefleyen inkilaplar, esasen harf inkilabını kökleştiren ve tamamlayan değişimlerdir.

Kurucu Lider Atatürk’ün ölümü sonrası (1938-1950 arası) dönem

 Atatürk’ün ölümü sonrasında, esasen hem içerde, hem dışarıda şartlar uygun olduğundan (İçerde İnönü’nün parelel devlet yapılanmasıyla Türkçü-milliyetçi ve muhafazakar kadroların temizlemesi ve yerine daha katı din karşıtı sosyalist-komünist meşrep kadroların getirilmesi; dışarıda da komünizmin giderek yaygınlaşması dolaysıyla), her alanda din karşıtı laik politika izlenmiştir. En önemli değişiklik, ilk okul, orta okul ve liselerin müfredatlarındaki milliyetçi Türkçü odaklı bilgilerin kaldırılması ve komünist ülkelerdeki gibi güya hümanist yani insanı kutsayan anlayışla yeni bir eğitim tarzının eğitim politikasının benimsenmesi olmuştur. Bu çerçevede Türk milletinin ve Müslüman ahalinin dini ve örfü değerleri dikkate alınmaksızın avrupai bir eğitim sistemi oluşturulmuş ve yeni bir eğitim yapılanmasına gidilmiştir. Bu kapsamda yetişkin kız ve erkek öğrencilerin birlikte talim görmesi esas alınmıştır. Ayrıca müfredata Osmanlı devletine ve Türk islam tarihine husumet duyar şekilde tarih dersleri konulmuş ve bu müfredata göre hazırlanan Tarih kitapları okullarda talim edilmiştir. İnönü dönemi olarak tarihe geçen bu zaman diliminde, değil islam dinine, islam alemine sırt çevrilmesi, kapitalist nizamın merkezi olan batıya yönelinmesi, daha da ileri gidilerek, laik eğitim modeli, komünist eğitim modeline dönüştürülmüştür. Bu kapsamda, komünist Rusya da uygulandığı şekilde kırsal kesime mensup ilkokul sonrası öğrencilere, din ve iman derslerinin mesabesinin okunmadığı, sanat ve meslek öğretmeyi amac edinen yeni yatılı mektepler “köy enstitüleri” oluşturulmuştur. Aynı şekilde büyük şehirlerde lise muadili meslek okulları “Sanat Enstitüleri” kurulmuştur. Bu dönemde yüksek tahsil, şehirlerde yaşayan varlıklı eşraf ve memur çocukları içın bir hak haline gelmiş, yüksel okullar; kırsal kesime mensup gençlerin ulaşamayacağı eğitim kurumları haline sokulmuştur.

İnönü dönemi esas itibarıyla, din karşıtı laik cumhuriyet ilkesinin muhafazası ve gelecek nesillere benimsetilmesi misyonunu üstlenmiştir. O nedenle bu dönemde, eğitim sistemi içinden çıkılamaz hale gelmiştir. Bu dönemde Atatürk’ün destek verdiği dini umursamayan Türkçülük hareketinin de önü kesilmiş, bu hareketin mensubu askeri ve sivil öğremen ve öğrenciler tutuklanmış, Atatürkçü meşrep siyasetçi, şair yazar, eğitimci ve öğrencilere göz açtırılmamış, Devletin resmi politikası, dine karşı olduğu kadar Atatürkçülüğe de karşı olmuştur.

Bu döneminde, dini eğitime, Atatürk dönemindeki gibi, sadece ibadet kapsamında camilerde müsaade edilmiştir. Cami dışında Kur’an öğretilmesi yasaklanmış, aksine davrananlar hapsedilmiş, cami dışında evlerde toplanarak ibadet etme ve dini sohbette bulunmak; devletin rejimini dine dayandırmaya teşebbüs suçu-irticai faaliyette bulunmak suçu işlemek kapsamında ele alınarak hapis cezalarına çarptırmak şeklinde uygulamalar yapılmıştır. Dine karşı olmak, dini yozlaştırmak yönünde Atatürk döneminde yapılan uygulamalar, artan şiddette devam etmiş, Öyle ki, devlet kurumlarında batı tarzı yaşam, normal adetten olmuştur. Bu dönemde, Askeri ve Sivil bürokrasiye, milli şuur yerine sosyalist-komünistlerin göstermelik insaniyet-hümanizm şuuru kazandırılmaya çalışılmıştır.

Atatürk döneminden miras kalan Türkçülük akımına karşı tedbirler kapsamında, Atatürk’e ait semboller ortadan kaldırılmıştır (Atatürkçülerin istediği anıt mezar, projesi hazırlandığı halde yapılmamış, Devlet dairelerinden ve kağıt paralardan Atatürk’ün resmi kaldırılmış, Atatürk’ün anılması, resmi protokoldan çıkarılmıştır). Orduda daha önce yetişmiş Atatürkçü subay ekolü yanında İnönücü subay ekolü yetiştirilmiş, Aynı şekilde sivil bürokraside de İnönücü bürokratlar söz sahibi olmuştur.

İkinci Dünya savaşı sonrasında Komünist blokun hamisi Rusya; Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyince, komünizme dönük politikadan vazgeçilerek, Atatürk döneminde olduğu gibi kapitaist-emperyalist batı dünyasına yönelinmiş, Kore savaşına batı müttefiki olarak katılım olduktan sonra ABD ve İngiltere öncülüğünde komünist Rusya karşıtı kurulan Nato denilen ittifaka girilmiştir, Ki Nato’ya girildikten sonra Türkiye, her alanda ABD’nin güdümünde bir devlet politikası izler hale gelmiştir. Bu arada Eğitim sistemi de ABD’nin istediği formatta yeniden tesis edilmiştir. Bu formatın en önemli özelliği,  yine milliyetçilik karşıtı, bilgi hamallığı yapan, devletin laik yönetim politikasını benimseyen iteatkar  vatandaş olma amacı taşımasıdır.

İnönü döneminde Komünist Sovyet Rusya tehdidine karşılık Nato korumasına girilmek için batı ülkelerindeki gibi çok partili demokratik rejim uygulamasına geçilmek zorunluluğunun olmasından dolayı, her ne kadar muvazalı çok partili hayata geçilmiş olsa da, İnönü döneminin kötü yönetimi, halka rağmen eğitim ve kültür hayatında yapılan uygulamalarda olsun, dini hayata baskılama olsun, ekonomik hayatta başarısızlıklar olsun, fazlasıyla yıprandıgından, ilk seçimden sonra muvaza ortadan kalkmış, ciddi muhalefet yapan siyasetçiler iş başına gelmiştir. Ki çok partili demokratik döneme geçilmesiyle bazı alanlarda ve eğitim alanında olumlu adımlar atılmıştır.

Çok partili (1950-1960 arası) demokrasi dönemi

1950 yılında demokratik seçimlerle İnönü iktidarının değişmesinden sonra 10 yıl süren Demokrat Parti dönemi, geçmiş iktidarın diktatöryal baskısından kurtulmak adına samimi Müslümanlar için sevindirci bir siyasi gelişme olmuşsa da, yapılan din karşıtı inkilapları telafi etme yönünden olsun, eğitim sisteminin düzeltilmesi yönünden olsun, atılan adımlar yeterli olmamıştır. Bunun sebebi Askeri ve sivil bürokrasinin İnönü iktidarından yana tavır içinde olmaları, yeni iktidarın alternatif  kadroları  devreye sokacak durumda olmamasıdır. O nedenle DP yönetimi, İnönü iktidarından yana kadrolarla çalışmak zorunda kalmıştır. Öyleki icracı bakanlıkların en üst bürokratı olan bakan yardımcısı konumundaki müsteşarlar yerlerini korumuşlar, bunlar; DP’ye değil İnönü’nün genel başkanlığını yaptığı CHP’ye hizmet etmişlerdir. Bu menfi duruma rağmen DP hükümeti, yinede Ekonomik ve sosyal yönden bazı müsbet icraatler yapabilmıştır. Şehirlerarası asfalt kara yolları, yeni demiryolları yapmışlar, modern makinalı  ziraat, zirai mahsulleri (buğday, arpa, zeytin, üzüm, elma, fındık, çay v.s) işleyen fabrikalar, bazı makina parçaları imal eden sanayi tesisleri, beyaz  eşya üreten fabrikalar tesis edilmiştir. DP iktidarının böylesi icraatlarının önüne taş konulmasa da, halkın büyük çoğunluğunun isteğine uygun sosyal, kültürel ve eğitim alanında daha önce yapılmış olan inkilapların aleyhine yapılan bazı icraatlar dolaysıyla eski yönetim tarafınca vaveylalar koparılmıştır.

 DP lideri Celal Bayar, Atatürk dönemi iç ve dış politika güdülmesinden yanaydı. Fakat İnönü’den  çok çekinmekteydi. O nedenle başbakan Adnan Menderes’in cesur adımlar atmasını hep frenlemekteydi.  Menderes buna rağmen eski iktidarın uzun süredir uyguladığı Türkçe ezan ve ibadet icraatına son verdi. Milli eğitimde merkez teşkilatında Atatürkçü-Türkçü kadroları iş başına getirdi, fakat yurt çapında kökleşmiş sosyalist-komünist öğretmenlerin sosyalist gençlik oluşturma faaliyetleri karşısında fazla bir etkinlik gösteremedi. Sık sık müfradatta değişiklikler yapılsa da, eğitimde milli yönde yapılmak istenen işler kağıt üzerinde kaldı. Kısmi müfradat değişikliğine parelel özellikle Tarih ve Edebiyat gibi sosyal muhtevalı kitaplarda, olumlu yönde değişiklikler yapıldı. Okullarda Osmanlı ve Selçuklu tarihi gerçekci olarak işlenmeye başladı. Radyo yayınlarında Türk tarihine ilişkin müsbet programlara yer verildi. Bu dönemde Sadece İstanbul, Ankara’da bulunan Ünversite miktarında artış olmuş, İstanbul’da bulunan Teknik Ünversite ve  İstanbul Üniversitesi ile Ankara’da bulunan Ankara Ünversitesine, önce İzmir’de Ege Üniversitesi, ardından Erzurum’da Atatürk Üniversitesi ilave olmuş ve Üniversite sayısı 5’e çıkarılmıştır.

Öte yandan Askeri ve sivil İnönü meşrep burokrasinin, iktidar karşıtı tavır içerisinde olmalarından, devlet hizmetlerinde lakaytlık ve umursamazlık giderek yaygınlaşmış. Hükümet bu menfi tutum ve gelişmeler karşısında seyirci olmaktan öteye geçemememiştir. Daha sonraki seçimlerde DP, yine meclis çoğunluğunu sağlayarak iktidar olmasına rağmen, birinci dönemde edinilen siyasi tecrübe fazla bir işe yaramamış. Asker ve sivil bürokraside, eğitim camiasında halkın beklentilerini gerçekleştirecek milliyetçi-muhafazakar  kadrolar oluşturulamamıştır. DP yönetimi, ne askeriyede, ne sivil bürokraside, ne eğitim ve öğretim camiasından bir türlü siyasi güç devşirememiş. Aksine karşı siyasi güçlerin çok cesurca hareketlenmelerine ve gayri resmi organize olarak yalan dolan haberlerle hükümetin yıpratılmasına etkili tedbirler alınamamıstır. Bu faaliyetleri önlemek üzere Reisicumhur Celal Bayar’ın akıl vermesiyle, eğitimde ve kültürel etkinliklerde, İnönücülük karşısında Atatürkçülük ileri sürülmüş,  Ancak iş işten geçmiş, İktidar karşıtı güçler, TSK içerisinde yeterince teşkilatlanmış,TSK içerisindeki İnönücü Sosyalist subaylar ile Atatürkçü Türkçü-milliyetçi subaylar kendi aralarında hükünete karşı  ayrı ayrı  komiteleri oluşturmuşlardı.

Kısacası DP İktidarının devleti yönetmede muktedir olamamasından, eğitim ve kültür hayatında fazla bir etkinlik gösterilememiştir, Ki bu zafiyet dolaysıla da, TSK’da Sosyalist-Komünistlerle Türkçü-Atatürkçü subay komiteleri oluşturulmuş, kısa zamanda bu birbirine zıt görüşleri haiz komiteler ittifak yaparak önce üniversite öğrencilerini, daha sonra halkı kışkırtarak sokak eylemleri yaptırdılar. Nihayetinde binbir suçlamayla TSK subayları adına (Genaraller ihtilale karşı olduklarından, onlar dışlanarak) 27 mayıs 1960’ta beklenen darbeyi yaptılar. Darbeciler, ‘Milli Birlik Komitesi’ adı altında devlet yönetimine el koydular. Ancak bir yıl geçmeden Sosyalist-Komünist meşrep subaylar; Türkçü-Atatürkçü subayları bir gece hareketi ile derdest edip, yurt dışına sürdüler ve tamı tamına iktidarı İnönüye ve chp’ye teslim ettiler.

Bu arada darbeyi meşrulaştırmak için Cumhurbaşkanını, Başbakanı ve bakanları, DP milletvekillerini ve DP il ve ilçe yöneticilerini uydurma suçlarla mahkeme ederek idam dahil değişik hapis cezası ile tecziye ettiler. Esasen bu darbe üstü örtülü İnönü darbesinden başka bir şey değildi. Darbenin genel amacı daha önce İnönü icraatlerine karşı DP hükümetinn tavır alması ve özellikle ezanın ve ibadetin yeniden Arapça ifa edilmesinin karşılığı, unutulmayacak etkili bir korku ve ders verilmesiydi. Darbe sonunda her ne kadar tekrar Türkçe ezan ve ibadet uygulamasına geri dönülmediyse, İnönü içinde bir ders oldu ve Atatürk’ün yerini alamayacağını anlamış olarak, Atatürk karşıtı siyasetten vaz geçerek, Atatürk’ün Türkçü fikirlerini es geçerek ve din karşıtı fikirleri üzerinden, DP iktidarını murteci olarak suçlayıp, irticayla mücadele kapsamında yeni bir baskı dönemini başlattı. Fırsattan istifada, darbe yapan İnönücü darbe komitesinin yönlendirmesiyle, eğitimde Atatürk seviciliği yapıldı ve okullarda Atatürk köşesi, okul bahçelerinde  ve kışlalarda, şehir meydanlarında Atatürk heykelleri dikildi. Ders kitaplarından dini konular çıkartıldı. On yıl önce olduğu gibi tamı tamına din karşıtı laik eğitim sisteminin daha etkin olmasına çalışıldı.

Ali Kömürcü