İdeoloji, Bilim ve Din Arasındaki Farklılık
İster ideolojik düşünce sistemi, ister ilmi isterse dini inanç sistemleri olsun, en önemli nitelikleri, sistematik bir özelliğe sahip olmalarıdır. Yani bir gaye hedef istikameti çerçevesinde, belirli metod ve vasıtalar kullanılmaktadır. Bu özellikleri ile insanların kabulüne sunulunur. Diğer ortak özelliği de her üçünün açık ve kesin hükümler vaaz etmesi ve disipline edilebilir olmalarıdır.
ideolojiyi bilim ve din’den ayırdeden esas özellik ise ideolojinin kaynak olarak dayandığı mantıki, mutlak kanunların olmayışı, izafi bir takım felsefi faraziye ve nazariyelere dayandırılmasıdır. Oysa ilmi ve dini hükümler, bir gözleme, tecrübeye dayanmakta ve mantıken ispatlanabilmektedir.
İlmin dayandığı kaynaklara gelince, en başta tabiat dediğimiz, açıkça gözlenen ve duyu organlarımızla hissedilen veya bir alet ve cihazla gözlenen kainat gerçekleri olmak üzere salim akla sahip insanın kazandığı tecrübeler, mantıki değerlendirmeler bilimin kaynağını teşkil eder.
Ancak şu kadarını belirtmek gerekirse, ister mutlak hakikat seviyesinde bir tespit ve hüküm olsun, ister kısmi hakikat seviyesinde ilmi bir tespit , icad ve keşif olsun bunların tahminlerle, delilsiz ve desteksiz yorumlarla karıştırılmaması gerekir.
Şüphesiz yeni ilmi tespitlere, keşif ve icadlara bir müddet şüphe ve tereddütle bakılabilir. Zira kısmi hakikatlerle ilgili yapılacak her yeni gözlem ve ölçmelerde yanılma payı olabilir. Fakat bu yanılma paylarına rağmen kısmı hakikatler zamanla mutlak hakikat seviyesine çıkabilir.
Esasen bir çok Fiziki, kimyevi ve biyolojik olayların arkasında mutlak hakikat olarak keşfedilmiş, tespit edilmiş veya kısmen keşfedilmiş,tespit edilmiş kanunlar (hükümler) vardır. Bir misal vermek gerekirse çekirdek(atom) kuvvetleri eski tespitlere göre dört çeşit olarak biliniyordu, yakın zamanda yapılan tespitlere göre bu kuvvetlerin tek bir kuvvetin dört değişik yansıması olduğu ispatlanmış, kısmi hakikat; mutlak hakikat seviyesine çıkmıştır.
Dinin kaynaklarına gelince, bunlar ilmi kaynaklar kadar gözlem ve tecrübe mahsülü hükümler olarak kabul edilmese de, gerek sosyoloji ilmi, gerkse insanlığın binlerce yıldır geçirdiği tecrübe;dinin kaynağının vahy olduğunu ve vahyinde en doğru ve en yüce hakikat olduğunu gösterdiğine şahidiz. Yüce yaratanın,peygamberler vasıtasıyla insanlığa ulaştırdığı mesajlar, ebedi yaşama sevinci ile insanları hayata bağlamakta, hayatı kolaylaştırmakta ve müsbet modern bilimlerin gelişmesinde yardımcı olabilecek ip uçları vermektedir.
Ayrıca vahy’e ters düşmeyen sadık ilham denilen (sair iham değil) bir diğer kalbi-hissi yolla insanlığa ulaşan mesajlar da dinin kaynaklarındandır. (bu da seçkin kullar vasıtasıyla insanlığa gönderilen özel mesajlardır. Peygamberler ve evliyalar bu seçkinlerdendir. Hayat seyirleri boyunca peygamberlerden sadır olan sözler ve haller (Hadisler) ve peygamber varisi olarak kabul edilen evliyalardan sadır olan sözler ve haller (sünühat)dır. İslam, klasiklerinin bir çoğu sunuhat’dır. İslam toplumunu ilgilendiren bir çok mesele bu şekilde vahy-ilham-Modern bilim bağı içerisende çözülmektedir.
Esasen; insan aklının ortaya koyduğu teorik ve pratik değere haiz her türlü yorum, tespit keşif ve icadın bir mihenke vurulup değerlendirilmesi yanlış, doğru veya fayda, zarar hesabının yapılması gerekir. Bu mihenkin vahy kaynaklı olması da kaçınılmazdır. Zira ancak her şeyin yaratıcısı yüce allah, en doğruyu, en faydalıyı gösterebilir (İnsanlar bu doğruları tahrif etmemiş olması kaydiyle) ne varki tahrif olmuş mukaddes kitapların neresi doğru neresi yanlış tam olarak tespit edilemediğinden yani içerisinde gerçek vahye dayalı kısımların olması ihtimal dahilinde olduğundan bu kitaplara karşı da saygılı olmak gerekir. Mevcut din kaynakları içerisinde tahrif olmadığı bilinen yegane vahy demeti, delil ve şahitlerle sabit olan yüce kitabımız Kurân-ı kerimdir.
Gerçek o ki, felsefe ile ideoloji arasında nasıl ki sıkı bir bağ varsa, din ve bilim arasında da aynı ölçüde bir bağ bulunmaktadır. Bilmin kaynağı bölümünde ifade etiğimiz gibi tabiat denilen kainat alemindeki gerçeklerle (Bir nevi müşahhas ayetler), bunların sembolik kavramlarla (kelimelerle) ifadesi olan kısmi ve mutlak ilmi hakikatlar (Bir nevi mücerret ayetler) yani kanunlar keşifler, icadlar, arasında nasıl ki doğrudan bir münasebet varsa ve nasıl ki birinin ele alınması ile diğeri hatıra geliyorsa (Elma kelimesi, elma cismini hatırlatmakta, elma cismi de elma kavramını hatırlatmakta), aynen öyle’de kıyamete kadar kainatta müşahade edilecek küçük, büyük her varlık ve vaka ile (İlmin tabii, iktisadi, içtimai, kültürel mahiyette kollarıyla) dini hakikatler arasında’da doğrudan bir münasebet vardır. Yani biri birini hatırlatır. Bir diğer ifade ile dini hakikatler ilmi hakikatlerin çekirdekleri hükmündedir. Bu çekirdekler, tefekkür ışığında ihlas ortamında; ihtiyaçların zorlamasıyla açılarak gelişir, ilmi hakikatlerin açığa çıkmasını sağlar.
Nitekim ilahi mesajlardaki hakikat çekirdeklerine nazar eden araştırıcıların ve ilim adamlarının kendilerini, bu açılıma ve gelişmeye konsantre ettiklerini görmekteyiz.
16. y.y’a kadar İslam alimleri bu ölçüye göre hareket etmişler. İslam medeniyetini (kendi çağlarında) gıpta edilir bir seviyeye ulaştırmışlardır.
Bu gerçeği bilen batılı alimler, îslam kaynaklarındaki söz konusu hakikat çekirdeklerini (Ayet, hadis, sunühatlar) hâla didik didik etmekte, kafa yormaktadırlar. En azından ilmi hipotezler geliştirmeye çalışmaktadır.
Ali Kömürcü