Sorunlarımıza Bakışımız Nasıl Olmalı …?
Karl Popper’ın çeşitli zamanlarda verdiği konferans ve yazılarından oluşan “Hayat Problem Çözmektir” diye bir kitabını okumuştum. Popper, bu kitabında, öğrencilerimle paylaştığım bir düşünceye temas ediyor. Mealen fikir şu: Bize basit gibi görünen bir hücreli canlılardan tutunuz da, biyosferin en mükemmel varlığı olan insana kadar bütün canlılar devamlı sorun çözerler.
İnsan dışındaki diğer canlılar, genellikle beslenme, üreme ve çevreye uyum gibi hayatlarını sürdürmeye yönelik birkaç temel sorunla uğraşırlar; fakat bu sorunları nasıl çözdüklerinin bilincinde değillerdir. İnsanın bu temel sorunlara ilaveten, daha karmaşık ve ağır sorunları vardır. Çünkü insanın ilgi ve merak alanı, sadece yakın çevresiyle sınırlı kalmaz, dünyanın öbür ucundaki olaylara ve uzayın derinliklerindeki galaksilere kadar uzanır. İnsan-eşya, insan-insan ve insan-Tanrı ilişkilerinden doğan sorunlar, diğer canlılardaki gibi yalın birkaç faktöre dayanmaz. Birbiriyle karmaşık ilişkiler ağı olan ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve ahlaki sorunlar olarak ortaya çıkarlar. İnsanın sorunu, sadece biyolojik varlığını devam ettirme değildir; aynı zamanda “güven içinde özgürce yaşama” sorunudur. İnsanın sorunu sadece düşünme ve inanma değildir; aynı zamanda fikir, inanç ve din özgürlüğü sorunudur. Hiç kimse bir insanın “düşünmesine” ve “inanmasına” engel olamaz. Zaten bunlar insan beyni ve zihninin örtülü faaliyetleridir. Asıl sorun, bu düşüncelerin fikir ve eylem düzeyinde hayatın bir parçası haline gelmesiyle başlar. Beşeri sorunların basit ve yalın olmadığını açıklayacak, daha bunun gibi onlarca misal verilebilir.
Ne mutlu insana ki, bu ağır ve karmaşık sorunlarla baş edebilecek biyolojik, zihinsel ve ruhsal bir donanıma sahiptir. Sanki insan, yeryüzünde karşılaşacağı bütün sorunlara çözüm stratejileri geliştirebilecek bir yetenekte yaratılmış gibidir. Yanlışlık ve cahillikle boyundan büyük işlerin altına girdiği zaman sonuç bellidir: Hezimet… Ama şu bir gerçek ki, bir insan bireysel tarihinde ne kadar çok sorunla karşılaşır ve çözüm üretmeye çalışırsa, verili yeteneklerini de o kadar geliştirebilmektedir. Acaba hayatlarında pek fazla sorunla karşılaşmayan insanlar, “sorun çözme yeteneklerini” geliştirebilirler mi? Hiç sanmıyorum… Çalışmayan kaslar ve çalışmayan beyin gibi “gerileme” kaçınılmazdır. Bazı insanlar –diğer canlılar gibi- kendilerini beslenme, üreme ve barınma gibi sınırlı bir alana hapsederek yaşamaktan zevk almaya çalışsalar da, hayat bundan ibaret değildir.
“İnsan” denilen varlığın sorunları bu kadar basit olamaz. Verili yeteneklerimizin esnek olduğunu bilmeli ve bu yetenekleri geliştirmek için sorunlarla baş edebilmenin yollarını aramalıyız. Bazen insanın karşısına, bu dünya ölçüleri ve araçları ile çözemeyeceği sorunlar da çıkacaktır. Belki bir insanın en zor kabullenebileceği durum budur. İnsanın çaresiz ve aciz kaldığı anlardır… Hiç kimse geride çözümsüz bir sorun bırakmak istemez. Galiba böyle durumlarda en doğru yaklaşım sabırlı olmak, bütün çözüm yollarını ve yöntemlerini tükettikten sonra, çözümü öbür dünyaya bırakmaktır. Eğer çözümsüz sorunlar karşısında böyle tavırlar geliştiremezsek –ki bu da bir anlamda çözüm sayılır- ruh sağlığımızı bozar ve hayattan zevk alamaz hale geliriz. Olgun insan, bazı sorunlarını öbür dünyaya bırakabilen insandır.
Tabii ki, sorun çözmek için sadece “çaba harcamak” yetmez; aynı zamanda doğru bir yöntem, yeterli bilgi birikimi ve akılcı bir yaklaşım gerekir. Temel sorunlarını el yordamı ve “deneme-yanılma” yoluyla çözmeye çalışan bir toplum, zaman ve enerjisini boşa harcadığı gibi, sorunlarını da her geçen gün çözümsüzlüğe mahkûm eder. Temel sorunlarını çözememiş bir toplumun, bu dünyada huzur, güven ve refah içinde yaşayamayacağının yüzlerce örneğini bulabiliriz.
Günümüzün modern toplumları, sorunlarını ithal “paket çözümler” ile değil, bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla çözmeye çalışır. Birçok insanın anlaşılmaz şeyler zannettiği bilimsel yöntem; genelde bir dizi nesnel-akılcı yaklaşımlardan başka bir şey değildir. Bir toplumun sorunları, toplumsal ortak aklın öncüleri olan bilim adamları, araştırmacılar ve uzmanların yardımı alınmadan çözülemez. Bu ifadeyi biraz daha hafifletirsek, bilim adamları ve uzmanların üzerinde yeterince çalışmadığı sorunları çözmek o kadar kolay değildir. Çünkü problemin tanımı, sınırlandırılması, problemle ilgili verilerin değerlendirilmesi, can alıcı noktaların tespit edilmesi ve kilit özelliği taşıyan etkenlerin önem sırasına göre dizilmesi belli bir birikim ister. Toplumsal ve karmaşık bir sorun, derinliği olmayan amatör araştırmacıların rastgele önerileri ile değil, kendi alanında rüştünü ispatlamış sosyologlar, psikologlar, hukukçular ve tarihçiler başta olmak üzere, toplumun bütün entelektüel birikimi ile çözülür. Çevre sorunları için birinci derecede eğitimcilerin, biyologların, çevre mühendislerinin, kimya mühendislerinin ve meteorologların kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Sağlık sorunlarının çözümünde ise bilimsel yöntemleri düstur edinmiş sağlık uzmanlarının önerilerine kulak verilir.
Sorun çözmede bilimsel yöntemi kullanmak, toplumların zaman ve enerji kaybını azaltır. Bazı toplumların karşılaştığı sosyal bunalımları ve sorunları çözmek için sadece bilimsel yöntem de yetmez; derin bir tarihi birikime, uzun bir devlet tecrübesine ve milli bir hafızaya gerek vardır. Dünyadaki toplumlar farklı tarihlerin, farklı kültürlerin, farklı coğrafyaların ve farklı dinlerin inşa ettiği yapılardır. Günümüzde ortaya çıkan küresel sorunların farklı şekilde algılanışı ve toplumlar üzerinde farklı etkiler yaratmasının temelinde bu gerçek yatar. Bazen toplumun sosyal hayatından ve yaşama şeklinden öyle sorunlar ortaya çıkar ki, bunlar sadece o topluma özgü sorunlardır. Toplumların karşılaştıkları sosyal sorunlara yaklaşımları ve sorun çözme yöntemleri bazen öznel farklılıklar ihtiva eder. Dinsel ve ahlaki-kültürel değerler, bazen yöntem belirlemeyi de doğrudan etkileyebilmektedir. Bir toplumun kendi sosyal sorunları için öngördüğü ve geliştirdiği çözümler, IMF reçetesi gibi her topluma aynen uygulanırsa, başarısızlık kaçınılmaz olur. Çünkü sosyal sorunlarda belirleyici olan din, kültür ve coğrafyadır.
Sorunlar ne kadar topluma özgü biçimde ortaya çıkarsa çıksın, yine de evrensel geçerliliği olan çözüm yöntemleri bulunmaktadır. Nesnel (objektif) ölçütleri ve belirli aşamaları olan bu yönteme “bilimsel yöntem ve yaklaşımlar” diyoruz. Her problem için bir dizi akılcı ve gerçekçi yaklaşımı içeren bilimsel yöntemin evrensel ilkelerini dört madde altında toplamak mümkündür.
1- Bilimsel yöntemin birinci ve en önemli basmağı problemin farkına varmak, tanımlamak ve sınırlandırmaktır. Bazı toplumlar, hayatının bir parçası haline gelen problemlerin farkına varamaz. Problemi fark edemeyince nasıl tanımlayacak ve nasıl çözümleyecektir? İşte geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından biri budur; yani problemlerinin farkına varamaması ve önem sırasına dizememesidir.
2- Bilimsel yöntemin ikinci basamağında, problemle ilgili nesnel gözlemler, tespitler ve araştırmalar yapılır (veya yapılmış olanlar derlenir). Gelişmiş toplumlarda bu işlevi genelde üniversiteler ve diğer araştırma kurumları üstlenir. Problemlerin oluşum sürecinde yapılan gözlemler, araştırmalar ve toplanan veriler, ölümcül hastalıklara konulan erken teşhisler gibi hayati önem taşır. Çünkü bu aşamada problemi doğuran ve doğrudan etkileyen faktörler bizzat gözlemlenerek zengin ve güvenilir bir veritabanı oluşturulur.
3- Bilimsel yöntemin üçüncü adımı, nesnel gözlem ve verilere dayanan, gerçekçi ve akılcı bir çözüm önerisi geliştirmektir. Bu aşamaya, temel bilimlerde “hipotez kurma”, sosyal bilimlerde ise “çözüm önerisi geliştirme” diyebiliriz.
4- Bilimsel yöntemin en son aşaması ise, “hipotez” veya “çözüm önerisinin” somut adımlarla (temel bilimlerde deney) denenmesidir. Atılan adımlar ve ortaya çıkan yeni durumlar “çözüm önerisi” veya “hipotezle” çelişmiyorsa; problemin çözümünde doğru yola girilmiş demektir. Şayet uygulamalar ve atılan adımlar çözüm önerisi veya hipotez ile çelişiyorsa, yanlış temellendirilme yapılmıştır. O zaman toplanan veriler ve probleme etki eden faktörler tekrar gözden geçirilerek yeni bir çözüm önerisi (hipotez) geliştirilir.
Yukarıdaki bilimsel yöntem basamakları, daha ziyade biyoloji, fizik, kimya gibi temel bilimler için geçerlidir. Temel bilimler doğası gereği nesnel (objektif), tarafsız (nötr) ve nispeten somut olaylar ve problemlerle ilgilenir. Bu bilimsel yöntem basamaklarını sosyal bilimlere uyarlarken bazı pürüzlerin çıkması gayet doğaldır. Çünkü sosyal bilimler, daha karmaşık ve öznel beşeri sorunlarla uğraşmaktadır. Uyarlanma pürüzü daha işin alfabesi olan “Sorunu fark etme, tanımlama ve sınırlandırma” aşamasında ortaya çıktığı gibi, diğer aşamalarda da kendini gösterir.
Gerek temel bilimler, gerekse sosyal bilimler, aslında gözlemlenen olayların gerisindeki görünmeyen sorunları çözmeye çalışır. Görülebilen olaylarla gözlemlenen olaylar arasında farklılıklar vardır. Görme, insan gözünün gerçekleştirdiği biyolojik (başka bir anlamda fizyolojik) bir faaliyettir. Bu, sağlıklı her insanın kendiliğinden başarabileceği bir iştir. Gözlem ise, görmenin de ötesinde çözümleyici (analizci) ve derin bir bakışı ifade eder. Yani, bir anlamda olayların arkasındaki gerçeklere nüfuz etme eylemidir. Gözlemlenen olayların analizi başlı başına bir “birikim” ve “bilme” işidir. Yani bilimsel müktesebatı olmayan insanlardan, olayların arkasındaki gerçekleri görmesini bekleyemeyiz. Bilim adamları ve uzmanların durumu bunlarla aynı değildir. İnsanları bir tarağın dişleri gibi eşit kabul eden dinimiz; bilim ve takva söz konusu olduğunda, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” hatırlatmasını yapmaktadır.
Taşıdıkları sorumluluğun bilincinde olan gerçek bilim adamları ve âlimler, tarihin her döneminde çok önemli işlevler görmüştür. Bunlar teknisyenliğin ötesinde mütefekkir, filozof ve entelektüel kişilikleri ile vücut bulurlar. Yaşadıkları çağa şahitlik etmekle kalmazlar, çağın ortaya çıkardığı ahlaki, kültürel, siyasi ve ekonomik bunalımlara da kafa yorarlar. İçinde yaşadıkları çağın “insan tanrılarına” ve tiranlarına yaltaklanmadan, sadece kendi vicdanlarına bağlı kalarak gerçekleri ifade ederler.
Türkiye, tarihi derinliği olan büyük bir ülke olduğu için, karşı karşıya kaldığı sorunlar da o derece büyük ve karmaşıktır. Bu büyük ve ağır sorunları bilimsel yöntem ve akılcı yaklaşımlarla değil de, el yordamı ile çözmeye çalışmak, içinde yaşadığımız çağı anlamamakta direnmek demektir. Tabii ki, Türkiye, sosyal sorunlarını çözmek için dışarıdan insan ithal edecek değildir. Kendi yetiştirdiği üst düzey bilim adamlarını, âlimleri ve kanaat önderlerini kullanacaktır.
Türkiye çeyrek asırdan beri, binlerce şehide ve katrilyonlarca maddi kayıplara sebep olan bir “terör” sorunu ile uğraşmaktadır. Türkiye bu problemi çözdüğü zaman, sadece ülkeye huzur ve güven gelmekle kalmayacak, terörle mücadeleye harcanan kaynaklar yatırımlara harcanarak refahın yükselmesi sağlanacaktır. Ancak Türkiye, küresel aktörlerin de tasfiyeye karar verdiği PKK terör örgütünü ortadan kaldırırsa, problemin kendisini değil, yöntemini ortadan kaldırmış olacaktır. Yani biz en son aşamada PKK’yı tamamen ortadan kaldırsak bile –ki bu da küçümsenemez bir başarı olacaktır ve mutlaka başarılmalıdır- sorunu çözmüş olmuyoruz; sadece o sorunla ilgili bir yöntemin geçersizliğini göstermiş oluyoruz. Genel durumda (statüko) bir değişiklik yaparak sorunu çözmeye çalışmazsak, er veya geç bu sorun karşımıza başka bir yöntemle çıkacaktır. Oysa Türkiye, problemin sadece yöntemini (PKK) değil, aslını çözerek rahat edebilecek ve dünya terazisindeki ağırlığını arttıracaktır.
Bugünkü dünya şartları, Türkiye’nin bu ağır sorundan kurtulması için önemli fırsatlar sunmaktadır. Eğer Türkiye elindeki toplumsal akıl sermayesini iyi kullanarak gelecek beş yıl içinde demokrasi ve temel insan hakları bağlamında sorunlarını çözerse, örgütlü terörü kıyamete kadar toprağa gömebilir.
Bazıları Türkiye’nin bugünkü fasit dairede dönmesini bir kader zannetmekte ve kıyamete kadar da böyle gideceğini sanmaktadır. Düşünce bu olunca, problemin de ezelden beri var olduğunu sanmaktadırlar. Onların niyeti problemi çözmek değil, Türkiye’nin insan ve maddi kaynaklarını terörle tüketmek isteyenlerin değirmenine su taşımaktır. Eğer bir sorunu görünmeyen unsurları ile birlikte “görünür” hale getirip tanımlayamıyor ve sınırlandıramıyorsanız, zaten sorununuzun farkında değilsiniz demektir. O zaman, çok ayağa düşmüş bir ifadeyle, bataklığı kurutmak yerine sivrisineklerle uğraşmaya devam ediliyor demektir.
(*) Bu makalenin sahibi A.Ü ve Gazi Ünv. ögretim üyeligi yapmış bulunan merhum Turan Güven hocamızın ruhuna fatiha…